Çanakkale ve İkbâl

Doğu ve Batı düşüncesini iyice tanıdıktan sonra kendi fikirlerini ortaya koydu. İnancın hayata aktarıldığı takdirde bir anlamı olacağına inanan İkbâl’in sâde ve mütevâzı bir hayatı vardı. Hedefe Kur’ân ve Sünnetten beslenen “insan-ı kâmil” i koymuştu. Okumaya o kadar önem verirdi ki, bazen yeme ve içmeyi bile unuttuğu olurdu. “Varımız yoğumuz kitap ve hikmettir” diyerek okuma, öğrenme, düşünme ve üretmeye vurgu yapmıştır.

İSLÂM âlemi zor durumdaydı. Eli silah tutan yiğitler Yemen’de, Trablusgarp’ta, Balkanlar ve diğer açılan birçok cephede şehit düşüyorlardı. Bu acı günlerde, Lahor’da zaman zaman açıkhava mitingleri yapılıyor, Türklerin Trablus ve Balkan savaşlarında geçirdiği o zor günlerle ilgili Müslümanlar bilgilendiriliyorlardı.

Bir gün yine binlerce insanın katıldığı bir açıkhava mitingi yapılmıştı. Kalabalığın karşısına kara yağız bir adam çıktı ve “Peygamber Efendimizin Huzurunda” adlı şiirini duygu yüklü bir sesle okudu. O kişi Muhammed İkbâl’di. Müslüman Türk’ün kahramanlıklarını Hint kıtasındaki Müslümanlara, özellikle yüksekokul gençlerine anlatıyordu. Muhammed İkbâl bu şiirinde, kendisinin melekler tarafından Peygamber (sav) Efendimizin huzuruna götürüldüğünü ve Peygamber Efendimiz ile arasında şöyle bir konuşma geçtiğini anlatır: (Efendimiz’in huzuruna çıktığında Peygamberimiz, İkbâl’e şöyle sorar:) “İkbâl! Sen dünya bahçesinden güzel bir koku gibi çıkıp geldin, oradan bize ne hediye getirdin? (İkbâl de bu soruya şöyle cevap verir:) Yâ Resûlallah, dünyada huzur ve rahat kalmadı. Özlem duyduğumuz hayat ele geçmiyor. Bahçelerde binlerce lâle ve gül var. Fakat hiçbirinde vefâ kokusu yok. Ancak huzurunuza armağan olarak bir şişe getirdim. Bu şişede o derece kıymetli bir şey var ki, bunu Cennet’te bile bulmak imkânsızdır. Çünkü bu şişede ümmetinizin şeref ve haysiyeti vardır. Bu şişede, Trablus’ta şehit düşen kahraman Türk askerinin kanı vardır.”[i] 

İkbâl şiirinde, İslâm’ın son savunucusu olan aziz şehitlerin kanını Peygamber’e getirdiğini söylüyordu. Yine “Edirne Muhasarası” adlı şiiriyle de Türk adâletinin büyüklüğünü dile getiriyordu İkbâl.

Muhammed İkbâl, okuduğu şiirler ve konuşmalarla Pakistan’da bugün de yaşayan Türk sevgisinin ve Türkiye-Pakistan dostluğunun temellerini attı. O, Milli Mücadele yıllarında da milletimize desteğini hep sürdürdü. Bu destekle ilgili anlatılan şu olay çok çarpıcıdır:

“Çanakkale’de savaşın en kızgın anlarının yaşandığı sıralarda, yine Pakistan’ın Lahor kentinde, en büyük alanlardan birinde, halkın büyük bir teveccüh gösterdiği muhteşem bir miting düzenlenir. Mitingin amacı, Çanakkale’de çarpışan Türklere yardım ve gönüllü asker toplamaktır. Halkın büyük çoğunluğunun fakir olmasına rağmen meydanlara serilen yardım sergilerine kulaklarındaki küpeleri, parmaklarındaki alyansları, evdeki eşyalarını satarak elde ettikleri paraları atarlar. Muhammed İkbâl çıkar kürsüye, halka bir konuşma yapar…”
İkbâl ile birlikte meydandaki herkes hüngür hüngür ağlamaktadır. Gönderilen maddî yardımların yanında, bir de içten duâlar ederler Çanakkale’de ki kardeşlerine. İçlerinden bazıları son kuruşlarını da verdikleri yetmezmiş gibi, cephede savaşmak üzere gönüllü yazılırlar. Bütün bunların hepsi bir yana, sessizce gerçekleşen bir olay daha yaşanır o gün. “İşte inanç, işte kardeşlik bu!” dedirten ve yürekleri parçalayan o olay şöyledir:

Meydandaki bu muhteşem mitinge kucağındaki yeni doğmuş bebeği ile iştirâk eden bir anne yeni dul kalmıştır ve verecek bir şeyi de olmadığından eziklik içerisinde kıvranmaktadır, fakat birden hızlı ve emin adımlarla uzaklaşır oradan.

Nihâyetinde zengin bir efendinin konağının önünde durur. Kapıyı çalar ve efendi ile görüşmek istediğini söyler hizmetkârlara. Dilenci olduğunu düşünerek almak istemezler kadını. Fakat ısrar eder kadın ve çıkarırlar zengin efendinin karşısına. Efendi sorar “Ne istiyorsun?” diye. Cevap verir kadın: “Bebeğimi sana satmak istiyorum.” O devirde hizmetçi olabilecek küçük yaşta çocuklar satılmaktadır. Fakat bu, yeni doğmuş bir bebektir. Hangi anne canından çok sevdiği yavrusunu ve hangi sebeple satmak istemektedir? Zengin efendi sorar ama cevap alamaz kadından. Merak eden efendi çocuğu alır, parayı verir kadına ve takip etmelerini emreder hizmetkârlarına. Lahor’daki miting meydanına kadar takip ederler kadını. Çocuğunu satarak elde ettiği parayı olduğu gibi meydandaki sergiye bırakır kadın. Hizmetkârlar efendiye anlatırlar olayı.

Şaşkınlık içerisinde kalan efendi, “Bulup getirin o kadını!” der. Bulur, huzuruna getirirler kadını. Efendi, “Sen söylemedin ama ben seni takip ettirdim ve paranı Çanakkale’ye gönderilmek üzere bağışladığını öğrendim. Bunu niçin yaptığını bana anlatmak zorundasın” der. Kadın, efendiye dönerek şöyle der: “Şimdi sen diyorsun ki, ‘Çanakkale’ye gönderilecek bir silah için koklamaya doyamadığın yavrunu niye sattın?’, öyle mi? Osmanlı zayıf düştüğünden beridir yanı başımıza kadar gelen İngilizlerin yaptığı zulümler ortada. Bugün Muhammed İkbâl dedi ki, ‘Eğer Osmanlı’nın son kalesi olan Çanakkale de geçilirse Hilâfet kalmaz ve iyi bilin ki sıra sizdedir! Eğer İngiliz buraya da gelir, nâmusumuza el uzanır, bayrak iner, vatan toprağı düşmanın çizmeleri altında çiğnenirse, çocuğum olsa ne olur, olmasa ne olur?! İşte bu yüzden hiç tereddüt etmeden sattım yavrumu! İngilizlere köle olacağına, size hizmetkâr olsun…”[ii]

İkbâlin yürekten inanarak yaptığı konuşmalar Müslümanlarda böyle karşılık buluyordu. İkbâl, sömürgecilik döneminde bağımsızlığını koruyabilen tek Müslüman millet olarak övdüğü Türkleri aynı zamanda “İslâm Rönesans’ını” gerçekleştirebilecek potansiyele sahip olarak da görmekteydi. Türklerin gerek İslâm tarihindeki rolleri, gerekse Trablusgarp, Balkan, I. Dünya Savaşı ve Millî Mücadele’deki kahramanlıkları, İkbâl’in hayran olduğu ve gelecek için ümit beslediği özellikteydi. Saltanatın kaldırılıp Hilâfet’in ilgâ edilmesi de İkbâl tarafından önce alkışlanmış ve cesur bir adım olarak İslâm dairesinde değerlendirilmiştir.

Ancak İkbâl, sonraki yıllarda ortaya çıkan gelişmeleri ve Batılılaşma hareketlerini açık bir şekilde eleştirmiş ve üzüntüsünü dile getirmiştir. Fakat netîce olarak İkbâl, bu sürecin gerçek İslâm’a yönelişle noktalanacağı ümîdini taşımaktadır.[iii]


Muhammed İkbâl

Mütefekkir, münevver, şâir ve filozof olan Muhammed İkbâl, Pencap eyaletinin Keşmir sınırları yakınındaki Siyâlkût şehrinde dünyaya geldi. Doğum tarihini, kendisi 8 Kasım 1877 olarak belirtir. İkisi erkek, dördü kız olan kardeşlerin en küçüğüydü. Sûfî meşrepli bir kişi olan babası Nur Muhammed ve annesi İmam Bîbî’nin, onun dinî şahsiyetinin gelişmesinde önemli etkisi olmuştur. İkbâl, ilk ve ortaöğrenimini Siyâlkût’ta gördü.

1895’te, Lahor’daki Hükûmet Koleji’nde felsefe ve hukuk dersleri okudu. Yetişme çağında İkbâl’in üzerinde iki kişinin önemli tesiri oldu. Onlardan biri, çocukluktan îtibâren ilminden ve irşâdından yararlandığı Mevlânâ Mîr Hasan, diğeri ise hocası Thomas Arnold’dur.

Thomas Arnold, İkbâl’in yeteneğini fark etmiş ve Cambridge Üniversitesi’ne gitmesini sağlamıştır. Cambridge’de o dönemin meşhur felsefecisi McTaggart ile felsefe çalışmaları yaptı. 1907’de Cambridge’deki öğrenimini tamamladıktan sonra Münih’e gitti ve orada felsefe doktoru oldu.  Ardından Lahor’a dönen İkbâl, iki yıl kadar Şarkiyat ve Hükûmet Kolejlerinde İngilizce ve felsefe dersleri okuttu. Geçimini büyük ölçüde avukatlık yaparak sağladı.

İslâm dünyasının içinde bulunduğu durum, İkbâl’i İslâm milletlerinin bir Rönesans gerçekleştirmesi gerektiği fikrine yöneltti. 1926-1929 yılları arasında Pencap Yasama Konseyi üyeliğinde bulundu. 1928-1929’da Madras, Haydarabat ve Aligarh Üniversitelerinde İslâm düşüncesinin yeniden kurulması üzerine konferanslar verdi. 1930’da Allahâbâd’da gerçekleştirilen Hindistan Müslümanları Birliği’nin yıllık toplantısına başkanlık etti. Bağımsız Pakistan Devleti’nin kuruluşu yönünde ilk ciddî adım, İkbâl’in bu toplantının açılış konuşmasında ortaya koyduğu düşüncelerle atıldı.

1931 yılında yapılan II. Milletlerarası İslâm Konferansı’nda Dünya İslâm Kongresi Başkan Yardımcılığı’na getirildi. [iv]

İkbâl, 1934’te gırtlak kanserine yakalandı ve sesini kaybetti. Daha sonra gözlerini de kaybetti. Bu sırada okumalara oğlu Cavid’in yardımıyla devam etti. İleriki zamanlarda maddî problemler yaşamaya başladı. Buna rağmen gerek halkının, gerekse İslâm âleminin meseleleri ile ilgili çalışmalarını aralıksız sürdürdü.

1937’de, ülkesindeki Müslüman halkın en büyük lideri olarak gördüğü Muhammed Ali Cinnah’a Hindistan Müslümanlarının bağımsızlığı ve güvenliği husûsundaki görüşlerini içeren bir mektup yazdı. 21 Nisan 1938’de, 61 yaşında vefât etti. Cenaze namazı çok kalabalık bir cemaat tarafından kılındı ve Lahor’daki Mescid-i Şâhî’nin minâresi dibine defnedildi.

Üç evlilik yapan Muhammed İkbâl’in ikinci evliliğinden olan oğlu Cavid, babasının eserlerini ve düşüncelerini tanıtma yönünde önemli çalışmalar yaptı.[v]

Muhammed İkbâl, önce Kur’ân-ı Kerîm’i ezberledi, sonra Mir Hasan’dan Farsça, Arapça ve şiir sanatı üzerine eğitim aldı. Parlak bir zekâya sahip olan İkbâl, Doğu ve Batı araştırmalarında gerekli olan dilleri öğrenmişti. Anadili Pencabi olmasına rağmen, ilmî ve edebî çalışmalarında Urduca, Farsça ve İngilizce kullandı. Ayrıca Arapça, Almanca ve Sanskritçe de biliyordu. İkbâl, şiirlerini Farsça ve Urduca, nesirlerini de Urduca ve İngilizce yazmayı tercih etti.

Doğu ve Batı düşüncesini iyice tanıdıktan sonra kendi fikirlerini ortaya koydu. İnancın hayata aktarıldığı takdirde bir anlamı olacağına inanan İkbâl’in sâde ve mütevâzı bir hayatı vardı. Hedefe Kur’ân ve Sünnetten beslenen “insan-ı kâmil” i koymuştu. Okumaya o kadar önem verirdi ki, bazen yeme ve içmeyi bile unuttuğu olurdu. “Varımız yoğumuz kitap ve hikmettir” diyerek okuma, öğrenme, düşünme ve üretmeye vurgu yapmıştır. O, zamanını sürekli değerlendiren, geceleri âbid, gündüzleri mücahit bir kimseydi.

Önemli eserleri arasında yer alan ve Mîraç’ın bir nevi felsefesini anlattığı “Câvidname” adlı kitabına 1929 senesinde başlar ve 1932 yılında tamamlar. İkbâl, bu eserinde mânevî hocası Mevlâna Celâleddin-i Rûmî'nin rehberliğinde bir gökyüzü gezisine çıkar, çeşitli gezegenleri dolaşır. Cemâleddîn Afgânî, Said Halim Paşa, Hallâc-ı Mansûr, Mirza Gâbb ve Nâdir Şâh gibi birçok ünlü kişiyle tanışıp konuşur. İkbâl, kitabın son bölümünde adı “Câvid” olan oğluna seslenir, eseri ona ithaf eder ve onun şahsında sonsuza doğru akıp giden İslâm gençliğine bu dinin ezelî mesajını duyurmak ister.

“İslâm’da Dini Düşüncenin Yeniden İnşâsı” adlı eseri, 1928 sonu ile 1929 başlarında Madras, Haydarâbâd ve Aligarh Üniversitelerinde verdiği konferanslarını içerir. İkbâl, konferanslarını şu başlıklar altında vermiştir: Bilgi ve Dinî Tecrübe, Dinî Tecrübenin Sunduğu İlhamların Felsefî Olarak İncelenmesi, Tanrı Tasavvuru ve Duânın Anlamı, İnsanî Ego: İnsanın Özgürlüğü ve Ölümsüzlüğü, Müslüman Kültürün Ruhu, İslâm’ın Yapısındaki Hareket İlkesi, Din Mümkün müdür?

Diğer eserlerinden bazıları da şunlardır: “İlmu’l-İktisâd” (Lahor, 1903), “İran’da Metafiziğin Gelişimi” (Londra, 1908), “Benliğin Sırları” (Lahor, 1915), “Benliği Kaybetmenin Sırları” (Lahor, 1918), “Doğu’nun Mesajı” (Lahor, 1923).

İkbâl’den bir not

“Her gün sabah namazından sonra Kur’ân okumaya karar vermiştim. Babam beni görür ve ne yaptığımı sorardı. Ben de ‘Kur’ân okuyorum’ diye cevap verirdim. Tam üç yıl babam bu soruyu sordu, ben de aynı cevabı verdim. Bir gün dedim ki, ‘Baba, bu soruların anlamı nedir? Hep aynı şeyi soruyorsun, ben de cevap veriyorum, ertesi günü tekrar aynı soruyu soruyorsun’. Bunun üzerine babam dedi ki, ‘Oğlum, demek istiyorum ki, Kur’ân’ı sana inmişçesine oku!’. İşte o günden bu yana Kur’ân’ı anlamaya başladım.” (Ramazan Tunç, Muhammed İkbâl, s. 18.)

 


[i] Muhammed İkbâl, Dini Düşüncenin Yeniden İnşası, (Çev,: Rahim Acar), s. 10; Ramazan Tunç, Muhammed İkbâl, s. 30.

[iii] Mehmet S. Aydın, “Muhammed İkbâl”,  Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, C 22, s. 22.

[iv] Mehmet S. Aydın “Muhammed İkbâl”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, C 22, s. 17.

[v] Mehmet S. Aydın, “Muhammed İkbâl”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, C 22, s. 18.

*

Kaynakça

Muhammed İkbâl, Dini Düşüncenin Yeniden İnşası, (Çev,: Rahim Acar), Timaş Yayınları, İstanbul, 2013.

Ramazan Tunç, Muhammed İkbâl, Beyan Yayınları, İstanbul, 1984.

Mehmet S. Aydın, “Muhammed İkbâl”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, C 22, Ankara, 2000.

http://www.timeturk.com/tr/2012/11/09/muhammed-İkbâl-bugun-dogdu.html (erişim, 18.01.2016)