“GÜN ilen doğar da ay ilen aşar;/ Zahide’yi görenin tebdili şaşar…” Canı kurban etmek, can vermek, candan geçmek… Can, can, can… Candan tatlı
bir varlık, yani “Can” diyenin kendi canından da tatlı...
Candan söz ettiğimize göre, demek ki bir varlığa sahibiz.
Yani varız. Varlığı ispat ve ilâm için de mutlaka “ben” lafzına muhtacız. O
zaman biz veya ben varız, canımız da var. Verirken bir varlığa sahibiz, bu da
bize “ben” demeyi mubah, hatta mecbur kılıyor.
Yukarıdaki alıntı, Şirin’in karşısındaki Ferhat’ın halini
anlatmaya yarar. Fuzuli (r.a.) Hazretleri buyuruyorlar: “Ferhat’a zevk-i suret, Mecnun’a seyr-ü
sahra;/ Bir rahat içre herkes ancak benim belâda…”
Fuzuli’nin iması, servetlerin ihsanı sırasında Ferhat ve
Mecnun’a özel bir kayırmanın vuku bulduğudur. Mecnun’la Ferhat’ın türkülerdeki
imtihanı, yukarıdaki alıntıda gizlidir: “Zahide’yi görenin tebdili şaşar.”
Şiir derslerinde “tebdil” istiaresi aşk ve can mevzuunda
müzakere konusu olarak ortaya atmış, üzerinde bayağı yol almıştık. Uzun havanın,
aslında Zahide’yi görenin tebdilinin şaştığı söylenir.
İki ruh hali
Ben buna, “tedbir” sözünü karşı iddia olarak ekledim.
Tedbir alma meselesi: “Gün ilen doğar da ay ilen aşar;/ Zahide'yi görenin
tedbiri şaşar.” “Tedbir”, sözlüklerde “bir şeyi temin veya herhangi bir durum
karşısında sakınmak veya rıza göstermek yolunda duruma göre birtakım
hazırlıklar yapmak” anlamına geliyor. Benim eklediğim kısmında, âşığın
Zahide’yi görünce iki ruh halinin arasında kaldığı hesap ediliyor. Birincisi,
âşığın, Zahide’nin türkülere mevzu olan yakıcı güzelliğinin karşısında gönlünün
tuzağına düşmesi sonucunda ne tarafa döneceğini şaşırması; ikincisinde de
âşığın sevgiliye ait herhangi bir emare, yani sesi, nefesi, haberi… Sevgili
yönünden eser bir rüzgâr, belki de sevgilinin hayali karşısında bir tavır
takınmasını gerektirecek hâl. Birinci mısradaki tebdilin şaşması ile zaten
tedbir de güme gitmektedir.
Nâilî’nin mısraı burada hatırlanabilir: “Dil verdiğimiz
yâre nigâh-ı gazabından/ Tasrihe mecâl olmadı, îmâ ile geçtik.”
Âşığın tebdilinin şaşması, Nâilî'nin beytindeki “sevgilinin takındığı hışım”dır. Tebdili şaşan âşık, Nedîm gibi, sevgiliye uzaktan intizar ederek şöyle seslenebilir: “Sen bîhaber hayalin ile gûşelerde biz,/ Tâ subholunca her gece ayş ü dem eyleriz.”
Biri bizi veranın sınırında tutuyor, biri mavera ve mâsivâ arasında gönül atını koşturarak Allah'ın kullarına ihsan ettiği af ve tövbe kapısında beklemenin sanatını öğretiyor.
Canın mı var?
Can meselesi tezekkür edilince aklıma geldi. Can vermeyi
düşünmek, sevgili karşısında bir çeşit tedbir almaya davranmak gibi değil
midir? Âhî’nin beytini tam hatırlamasam da şöyle aklıma geldi: “Dedim yâre, ‘Sana
cânım versem gerek’,/ Hışm ile baktı dedi: ‘Canın mı var?”
Can iddiasında bulunmak “ben” demekle mümkündür. O yüzden
kadem olsun iltifatı, ihtimaldir ki can varlığı iddiası olmayana edilmiştir.
Ariflere sorulan “Aşk ehli olanlar neden ben demezler?” sorusuna “Mevzuunu bulamazlar ki”
şeklindeki cevabı sanırım bundan dolayı vermişlerdir. “Can” demeyelim ki
canımız olduğu ortaya çıkmasın, tedbire yeltenmeyelim ki varlığımız
anlaşılmasın.
Peki, garip Zahide’nin garip âşığının bu kadar fikri bir
araya getirmesi mümkün müdür? Türkülerin asıl amacı da bu yoldaki imkânları
araştırmaktır. Gönüllerdeki şaşırmış hali, gönül sahibinin arada bir uzağına
atıp önce kendisine hasret bırakmak. Âşığı “ene”, yani “ben”den uzakta,
kendisiyle haberleşmesini sağlayacak bir imkân aramak. İzzetî merhumun seher yeline yalvarışı,
bu ayrılık ağrısının dinmesini temin içindir: “Selam et ey sabâ, geçmek düşerse çîn-i
zülfünden!../ ‘Gönül’ derler, o yâd illerde bir âlüftemiz vardır.”
Ercişli Emrah'ın gönlüne seslenişi, o tehlikeyi haber
verme seslenişidir: “Gönül gurbet ile varma,/ Ya gelinir, ya gelinmez./ Her güzele meyil
verme,/ Ya sevilir, ya sevilmez…”
Ya sevilir, ya sevilmez
Şiir dünyamızın dehâları, türkülerde haber verilen kalbî
debdebeyi, türkülerin inşa ve ifade edildikleri ümmî deryadan alıp karaya
çıkarmışlar ve orada o melâlden gam, kasavet, keder dağları inşa etmişlerdir.
Kimin olduğu üzerinde henüz kesinleşmiş bir bilgiye sahip olamadığım bir beyti,
aşığın Zahide'yi gördüğünde değil, zülfünü andığında bile ne hâle getirdiğini
gösteren iyi bir örnek olarak ezberlemelidir türkü dinleyicileri: “Sûre-i vel-Leyl
okur idim dün nemâz-ı şâmda,/ Zülfün andım dilberin, ne ittüm, ne kıldım
bilmedim…”
Yani “Dün akşam namazında ‘Geceye andolsun’ diye başlayan
ayeti okuduğumda, Zahide'nin (dilber) zülfünü andım, öyle bir hâle düştüm ki ne
ettim, ne kıldım bilmedim” diyor şair.
Medeniyetimizin dehâları olan bu şairlerin söyledikleriyle
türkülerde söylenilenin arasındaki fark, belki “hasbîlik”. Türküler ümmîdir.
Allah Resulü’nün ümmîliğinden, yani miracında kendisine sunulan bütün nimetlere
göz ucuyla bile bakmamasındaki ümmîlik. Allah'tan gayri, her şeyden berî olma halidir
türkülere sinmiş olan hal. Saf olduğu için de melâlden besleniyor.
Melâli bir başka yazıda anlatmıştık. Gerektiğinde yine ele alacağız. Büyük şiirleri besleyen hüzün, gam, kasavet de sütünü melâlin memelerinden emen derece derece gönül halleridir. Biri bizi veranın sınırında tutuyor, biri mavera ve mâsivâ arasında gönül atını koşturarak, Allah'ın kullarına ihsan ettiği af ve tövbe kapısında beklemenin sanatını öğretiyor.
Eve dönmek
Burada türkülerin bu amaca bilerek mi gönülleri
yönelttiklerini düşünmek, türküleri dinlemeye başlamak için bir yoldur.
Önsözden beri ettiğimiz bunca laf kalabalığından sonra iş, türkülerin
kendilerine türküleri yakanların, icra edenlerin, dinleyenlerin irfanına
kalıyor. Şu soru, şairlerimiz ve yazarlarımıza sorulmalıdır: Sizler türkülerin ifade
ve işaret ettiği melâl arsasının hangi sınırında, bu türkülerin medar olduğu
mâşerî gurbetin ve garabetin neresinde duruyorsunuz?
Bu soruya cevap verebilmenin ilk şartı, şairin, yazarın
veya mütefekkirin, içlerinde taşıdıkları gönül evlerinin üzerinde neşv ü nemâ
buldukları toprakla yeniden tanışmak, bir yazarın ünlü bir şairimizi
anlattığında dediği gibi “eve dönmek”tir. Eve dönmek diyerek işaret edilen yer,
aslında şairin, genel anlamıyla “insan”ın kendi içidir. Türkülerimizin bize asıl
ima ettikleri, insanın kendi gurbetini damarlarında dolaşan kanında taşıdığı
hakikatidir.
İrfan deryası
Zamanımızın kutbu Efendim, Şeyhim Abdürrahîm Reyhan
Hazretleri’nin huzurunda iken bir vefat haberi vesilesiyle kısa bir sohbetinin
sonunda duyduğumu zannettiğim, belki de duyduğum şu cümle, aslında gurbetin ne
demek istediğini anlatmaya yeter: “Allah’ı özlüyor musun?”
Kadim şiirimiz ile ilgili bir yazımda şöyle demiştim: Divân
şiiri, herhangi bir şiir olmanın ötesinde, temelini aziz bir medeniyet ruhunun
beslediği bir irfan deryasıdır. Mevzuu, muhtevası ve ima ettiği hadise ne
olursa olsun, kalbini dayadığı hayatiyet Muhammedî melâldir. Melâl, yani “Biz Allah içiniz,
yine O'na döneceğiz” emrinde haberi verilen hakikatin, Allah'ın
gurbetinde olmanın, müminin kalbine verdiği sıla özleminden kaynaklanan
sıkıntı. Mevlana Celaleddin-i Rumî Hazretleri’nin “Ez men bâ hışm mîrevî sed
sâl/ Âkıbet be men âyî müntehât menem” beytinde söze getirdiği “Ve ileynâ
turceûn” hükm-i İlâhî’nin şiire dökülmüş ve mümine verilmiş müjdesidir bu.
(Beytin Türkçesi şöyle: “Benden hışm ile yüzyıl bile (kaçıp)
gitsen, sonunda bana döneceksin, varacağın yer benim.”)
Türküler için de aynı şeyi söylemeliyiz. Mevzuu,
muhtevası, işaret veya ima ettiği “şey”
ne olursa olsun, sedasını, sözünü ve hançeresini beslediği saha,
Muhammedî muhabbetin çeşmesinde nasibi kadar da olsa yıkayabildiği gönül
arsasıdır. Yazarını, çizerini, şairini, sazendesi ve hanendesini toplayacağı
mekân o arsadır.
Türkülerle ateşi beraber kaşıklamak
Kadîm şiirimizde mânâ hakikatini bulan kelime: Kûy-i yâr.
Karacaoğlan'ın koşmasındaki: “Bizim eller/ Şu yüce dağların karı eridi/ Sel
oldu gidelim bizim illere/ Yaylamızı lâle sümbül bürüdü/ Gel oldu gidelim bizim
illere.”
Yazının sonunda soracağım soruya önce bir hayali
paylaşarak cevap aramayı tavsiye ediyorum. Hayal şu: Bir şair, bir yazar olarak,
içinizde ansızın büyüyen bir yangını ıssız bir yerde sofraya dökünüz ve bu
ateşten haberdar, özellikle nasibdâr olanları çağırınız. Sizce ilk olarak kim
gelir? Benim kurduğum her sofranın ilk misafiri türküler oldu. Ya beraber
söndürdük o ateşi, ya beraber üfleyerek göklere çıkardık yahut beraber
kaşıkladık.
Türküdeki “Bir of çeksem karşıki dağlar yıkılır” iddiası,
o ateşi kaşıkladıktan sonra dile getirilmiştir. İster anonim, ister usta malı,
ister havalandırma, ister Pir Sultan, Ercişli Emrah, ister Karacaoğlan'ın
yüreğinden akıtılmış olsun, yukarıda işaret etmeye çalıştığımız aziz kaynaktan
beslendiği içindir ki, Zahide'yi görenin tebdili şaşsa da tedbiri şaşmaz. Çünkü
mecazını Zahide'de bulan, sıladan gelecek nimete karşı tedbir almaz. Sevgiliye
karşı tedbir alınır mı? Tedbiri var mı ki alsın...
Tekrarda fayda var: “Yâre dedim, ‘Sana cânım vermem gerek’,/
Hışm ile baktı dedi ‘Cânın mı var?”
Canımızın var olup olmadığını anlamanın mektebi türkülerdir. O mektebe yeniden yazılmak gerek…