“Can, can” dedikleri

Benim kurduğum her sofranın ilk misafiri türküler oldu. Ya beraber söndürdük o ateşi, ya beraber üfleyerek göklere çıkardık yahut beraber kaşıkladık. Türküdeki “Bir of çeksem karşıki dağlar yıkılır” iddiası, o ateşi kaşıkladıktan sonra dile getirilmiştir. İster anonim, ister usta malı, ister havalandırma, ister Pir Sultan, Ercişli Emrah, ister Karacaoğlan'ın yüreğinden akıtılmış olsun...

“GÜN ilen doğar da ay ilen aşar;/ Zahide’yi görenin tebdili şaşar…” Canı kurban etmek, can vermek, candan geçmek… Can, can, can… Candan tatlı bir varlık, yani “Can” diyenin kendi canından da tatlı...  

Candan söz ettiğimize göre, demek ki bir varlığa sahibiz. Yani varız. Varlığı ispat ve ilâm için de mutlaka “ben” lafzına muhtacız. O zaman biz veya ben varız, canımız da var. Verirken bir varlığa sahibiz, bu da bize “ben” demeyi mubah, hatta mecbur kılıyor.

Yukarıdaki alıntı, Şirin’in karşısındaki Ferhat’ın halini anlatmaya yarar. Fuzuli (r.a.) Hazretleri buyuruyorlar: “Ferhat’a zevk-i suret, Mecnun’a seyr-ü sahra;/ Bir rahat içre herkes ancak benim belâda…”

Fuzuli’nin iması, servetlerin ihsanı sırasında Ferhat ve Mecnun’a özel bir kayırmanın vuku bulduğudur. Mecnun’la Ferhat’ın türkülerdeki imtihanı, yukarıdaki alıntıda gizlidir: “Zahide’yi görenin tebdili şaşar.”

Şiir derslerinde “tebdil” istiaresi aşk ve can mevzuunda müzakere konusu olarak ortaya atmış, üzerinde bayağı yol almıştık. Uzun havanın, aslında Zahide’yi görenin tebdilinin şaştığı söylenir.

İki ruh hali

Ben buna, “tedbir” sözünü karşı iddia olarak ekledim. Tedbir alma meselesi: “Gün ilen doğar da ay ilen aşar;/ Zahide'yi görenin tedbiri şaşar.” “Tedbir”, sözlüklerde “bir şeyi temin veya herhangi bir durum karşısında sakınmak veya rıza göstermek yolunda duruma göre birtakım hazırlıklar yapmak” anlamına geliyor. Benim eklediğim kısmında, âşığın Zahide’yi görünce iki ruh halinin arasında kaldığı hesap ediliyor. Birincisi, âşığın, Zahide’nin türkülere mevzu olan yakıcı güzelliğinin karşısında gönlünün tuzağına düşmesi sonucunda ne tarafa döneceğini şaşırması; ikincisinde de âşığın sevgiliye ait herhangi bir emare, yani sesi, nefesi, haberi… Sevgili yönünden eser bir rüzgâr, belki de sevgilinin hayali karşısında bir tavır takınmasını gerektirecek hâl. Birinci mısradaki tebdilin şaşması ile zaten tedbir de güme gitmektedir.

Nâilî’nin mısraı burada hatırlanabilir: “Dil verdiğimiz yâre nigâh-ı gazabından/ Tasrihe mecâl olmadı, îmâ ile geçtik.”

Âşığın tebdilinin şaşması, Nâilî'nin beytindeki “sevgilinin takındığı hışım”dır. Tebdili şaşan âşık, Nedîm gibi, sevgiliye uzaktan intizar ederek şöyle seslenebilir: “Sen bîhaber hayalin ile gûşelerde biz,/ Tâ subholunca her gece ayş ü dem eyleriz.” 

Biri bizi veranın sınırında tutuyor, biri mavera ve mâsivâ arasında gönül atını koşturarak Allah'ın kullarına ihsan ettiği af ve tövbe kapısında beklemenin sanatını öğretiyor.

Canın mı var?

Can meselesi tezekkür edilince aklıma geldi. Can vermeyi düşünmek, sevgili karşısında bir çeşit tedbir almaya davranmak gibi değil midir? Âhî’nin beytini tam hatırlamasam da şöyle aklıma geldi: “Dedim yâre, ‘Sana cânım versem gerek’,/ Hışm ile baktı dedi: ‘Canın mı var?”

Can iddiasında bulunmak “ben” demekle mümkündür. O yüzden kadem olsun iltifatı, ihtimaldir ki can varlığı iddiası olmayana edilmiştir. Ariflere sorulan “Aşk ehli olanlar neden ben demezler?” sorusuna “Mevzuunu bulamazlar ki” şeklindeki cevabı sanırım bundan dolayı vermişlerdir. “Can” demeyelim ki canımız olduğu ortaya çıkmasın, tedbire yeltenmeyelim ki varlığımız anlaşılmasın.

Peki, garip Zahide’nin garip âşığının bu kadar fikri bir araya getirmesi mümkün müdür? Türkülerin asıl amacı da bu yoldaki imkânları araştırmaktır. Gönüllerdeki şaşırmış hali, gönül sahibinin arada bir uzağına atıp önce kendisine hasret bırakmak. Âşığı “ene”, yani “ben”den uzakta, kendisiyle haberleşmesini sağlayacak bir imkân aramak. İzzetî merhumun seher yeline yalvarışı, bu ayrılık ağrısının dinmesini temin içindir: “Selam et ey sabâ, geçmek düşerse çîn-i zülfünden!../ ‘Gönül’ derler, o yâd illerde bir âlüftemiz vardır.”

Ercişli Emrah'ın gönlüne seslenişi, o tehlikeyi haber verme seslenişidir: “Gönül gurbet ile varma,/ Ya gelinir, ya gelinmez./ Her güzele meyil verme,/ Ya sevilir, ya sevilmez…”

Ya sevilir, ya sevilmez

Şiir dünyamızın dehâları, türkülerde haber verilen kalbî debdebeyi, türkülerin inşa ve ifade edildikleri ümmî deryadan alıp karaya çıkarmışlar ve orada o melâlden gam, kasavet, keder dağları inşa etmişlerdir. Kimin olduğu üzerinde henüz kesinleşmiş bir bilgiye sahip olamadığım bir beyti, aşığın Zahide'yi gördüğünde değil, zülfünü andığında bile ne hâle getirdiğini gösteren iyi bir örnek olarak ezberlemelidir türkü dinleyicileri: “Sûre-i vel-Leyl okur idim dün nemâz-ı şâmda,/ Zülfün andım dilberin, ne ittüm, ne kıldım bilmedim…”

Yani “Dün akşam namazında ‘Geceye andolsun’ diye başlayan ayeti okuduğumda, Zahide'nin (dilber) zülfünü andım, öyle bir hâle düştüm ki ne ettim, ne kıldım bilmedim” diyor şair.

Medeniyetimizin dehâları olan bu şairlerin söyledikleriyle türkülerde söylenilenin arasındaki fark, belki “hasbîlik”. Türküler ümmîdir. Allah Resulü’nün ümmîliğinden, yani miracında kendisine sunulan bütün nimetlere göz ucuyla bile bakmamasındaki ümmîlik. Allah'tan gayri, her şeyden berî olma halidir türkülere sinmiş olan hal. Saf olduğu için de melâlden besleniyor.

Melâli bir başka yazıda anlatmıştık. Gerektiğinde yine ele alacağız. Büyük şiirleri besleyen hüzün, gam, kasavet de sütünü melâlin memelerinden emen derece derece gönül halleridir. Biri bizi veranın sınırında tutuyor, biri mavera ve mâsivâ arasında gönül atını koşturarak, Allah'ın kullarına ihsan ettiği af ve tövbe kapısında beklemenin sanatını öğretiyor.


Eve dönmek

Burada türkülerin bu amaca bilerek mi gönülleri yönelttiklerini düşünmek, türküleri dinlemeye başlamak için bir yoldur. Önsözden beri ettiğimiz bunca laf kalabalığından sonra iş, türkülerin kendilerine türküleri yakanların, icra edenlerin, dinleyenlerin irfanına kalıyor. Şu soru, şairlerimiz ve yazarlarımıza sorulmalıdır: Sizler türkülerin ifade ve işaret ettiği melâl arsasının hangi sınırında, bu türkülerin medar olduğu mâşerî gurbetin ve garabetin neresinde duruyorsunuz?

Bu soruya cevap verebilmenin ilk şartı, şairin, yazarın veya mütefekkirin, içlerinde taşıdıkları gönül evlerinin üzerinde neşv ü nemâ buldukları toprakla yeniden tanışmak, bir yazarın ünlü bir şairimizi anlattığında dediği gibi “eve dönmek”tir. Eve dönmek diyerek işaret edilen yer, aslında şairin, genel anlamıyla “insan”ın kendi içidir. Türkülerimizin bize asıl ima ettikleri, insanın kendi gurbetini damarlarında dolaşan kanında taşıdığı hakikatidir.

İrfan deryası

Zamanımızın kutbu Efendim, Şeyhim Abdürrahîm Reyhan Hazretleri’nin huzurunda iken bir vefat haberi vesilesiyle kısa bir sohbetinin sonunda duyduğumu zannettiğim, belki de duyduğum şu cümle, aslında gurbetin ne demek istediğini anlatmaya yeter: “Allah’ı özlüyor musun?”

Kadim şiirimiz ile ilgili bir yazımda şöyle demiştim: Divân şiiri, herhangi bir şiir olmanın ötesinde, temelini aziz bir medeniyet ruhunun beslediği bir irfan deryasıdır. Mevzuu, muhtevası ve ima ettiği hadise ne olursa olsun, kalbini dayadığı hayatiyet Muhammedî melâldir. Melâl, yani “Biz Allah içiniz, yine O'na döneceğiz” emrinde haberi verilen hakikatin, Allah'ın gurbetinde olmanın, müminin kalbine verdiği sıla özleminden kaynaklanan sıkıntı. Mevlana Celaleddin-i Rumî Hazretleri’nin “Ez men bâ hışm mîrevî sed sâl/ Âkıbet be men âyî müntehât menem” beytinde söze getirdiği “Ve ileynâ turceûn” hükm-i İlâhî’nin şiire dökülmüş ve mümine verilmiş müjdesidir bu.

(Beytin Türkçesi şöyle: “Benden hışm ile yüzyıl bile (kaçıp) gitsen, sonunda bana döneceksin, varacağın yer benim.”)

Türküler için de aynı şeyi söylemeliyiz. Mevzuu, muhtevası, işaret veya ima ettiği “şey” ne olursa olsun, sedasını, sözünü ve hançeresini beslediği saha, Muhammedî muhabbetin çeşmesinde nasibi kadar da olsa yıkayabildiği gönül arsasıdır. Yazarını, çizerini, şairini, sazendesi ve hanendesini toplayacağı mekân o arsadır.

Türkülerle ateşi beraber kaşıklamak

Kadîm şiirimizde mânâ hakikatini bulan kelime: Kûy-i yâr. Karacaoğlan'ın koşmasındaki: “Bizim eller/ Şu yüce dağların karı eridi/ Sel oldu gidelim bizim illere/ Yaylamızı lâle sümbül bürüdü/ Gel oldu gidelim bizim illere.”

Yazının sonunda soracağım soruya önce bir hayali paylaşarak cevap aramayı tavsiye ediyorum. Hayal şu: Bir şair, bir yazar olarak, içinizde ansızın büyüyen bir yangını ıssız bir yerde sofraya dökünüz ve bu ateşten haberdar, özellikle nasibdâr olanları çağırınız. Sizce ilk olarak kim gelir? Benim kurduğum her sofranın ilk misafiri türküler oldu. Ya beraber söndürdük o ateşi, ya beraber üfleyerek göklere çıkardık yahut beraber kaşıkladık.

Türküdeki “Bir of çeksem karşıki dağlar yıkılır” iddiası, o ateşi kaşıkladıktan sonra dile getirilmiştir. İster anonim, ister usta malı, ister havalandırma, ister Pir Sultan, Ercişli Emrah, ister Karacaoğlan'ın yüreğinden akıtılmış olsun, yukarıda işaret etmeye çalıştığımız aziz kaynaktan beslendiği içindir ki, Zahide'yi görenin tebdili şaşsa da tedbiri şaşmaz. Çünkü mecazını Zahide'de bulan, sıladan gelecek nimete karşı tedbir almaz. Sevgiliye karşı tedbir alınır mı? Tedbiri var mı ki alsın...

Tekrarda fayda var: “Yâre dedim, ‘Sana cânım vermem gerek’,/ Hışm ile baktı dedi ‘Cânın mı var?”

Canımızın var olup olmadığını anlamanın mektebi türkülerdir. O mektebe yeniden yazılmak gerek…