Bosna üzerine bir değerlendirme

Bosna, dini ve kültürüyle bizim tarihimizin bir parçasıdır. Onların Balkanlardaki varlığı, bizim varlığımızdır. Bosna’nın içinde bulunduğu durumdan daha iyi bir duruma çıkması, ancak bizim yönlendirmemiz ve desteklerimizle olacaktır. “Türkiye güçlü, biz güçlü” diyerek kendilerini Türkiye ile özdeşleştiren, Osmanlı ile ruh bağı kurarak tarihine sahip çıkan Boşnakların yalnız olmadıklarını onlara hissettirmek gerekir.

BOSNA’YA bir yıl içinde iki defa gitmek nasip oldu. Bu iki seyahatimden biri yaz ayında (Haziran), ikincisi ise kış (Aralık) ayında nasip oldu. Böylece Bosna’nın iki mevsimini yaşamak fırsatı yakalamış oldum. Aslında Bosna’nın bu iki mevsimi, onun iki yüzü, iki dönemini hatırlatıyor bana. Şair Nâbî’nin ihtişamlı günlerinden sonra bir taşra şehrinde kaderine terk edilişini dile getirdiği “Bağı dehrin hem hazanın, hem baharın görmüşüz” mısrası, şehir (ülke) olarak Bosna için de söylenebilir. Çünkü Bosna, 1878 yılına kadar Osmanlı idaresinde kalmış, ihtişamlı bir dönem yaşamış, ardından savaş ve katliamlara maruz kalmıştır. En son yaşadığı Bosna Savaşı (1992-95) ise bu hüznün/trajedinin doruk noktasıdır. Osmanlı’nın bu topraklardan ayrılışıyla birlikte, Nâbî’nin dediği gibi “dehri hazan”, yani hazan mevsimine girmiştir.

Bosna’nın bugün içinde bulunduğu durumu anlamak için Osmanlı’dan yola çıkmak gerekir. Osmanlı’nın kurduğu/kurguladığı Bosna’nın refleksi de Osmanlılık üzerinden dışa yansımaktadır. Bugün Balkanlardaki Osmanlı veya “Osmanlı’nın son kalesi” diye niteleyebileceğimiz Bosna, “hasret” ve “umut” arasında Türkiye’ye yüzünü dönmüştür. Bu dönüş, aynı zamanda büyük bir beklentiyi de içinde saklamaktadır.

Bosna, İstanbul’dan önce Osmanlı’ydı

Türkiye, Bosna’nın siyasî, kültürel ve ekonomik beklentilerine karşılık vermek zorundadır. Çünkü tarihî geçmişimiz bizi buna zorlamaktadır. Kavafis’in “Nereye gidersen şehir arkandan gelir” mısraını Bosna için, daha geniş bağlamda Balkanlar için kullanacak olursak, tarihimiz arkamızdan gelmektedir ve biz bunu reddedemeyiz. Zira bunu 1992 Bosna Savaşı’nda yaşadık. Dünyanın gözü önünde katliam ve soykırıma uğrayan Boşnakları savunmak, onların trajedilerine ortak olmak bizim üzerimize düşmüştü. Çünkü Bosna, İstanbul’dan önce Osmanlı’ydı. Bugün dahi bu topraklarda gezdiğinizde, ecdadın bırakmış olduğu tarihî mirası görüyorsunuz. Bütün yakma, yıkma ve imha eylemlerine rağmen, tarih buranın Osmanlı olduğunu bize haykırıyor.

Büyük bir savaştan çıkmış, nüfusu azalmış, ekonomisi çökmüş Bosna için ne yapılabilir? Tarihimizin bize emanet ettiği Bosna’yı yeniden ayağa kaldırmak, “bahsu be’del mevt”, yani ölümden sonra diriliş misali yeniden diriltmek gerekir. 1992’deki Bosna Savaşı ile birlikte 100-150 yıldır ayrı kaldığımız Bosna ile yeniden buluşma kavuşma imkânı yakaladık. Aradaki bu yüzyıllık hasretin bitmesine, bir musibet olan Bosna Savaşı vesile oldu ve gerek Boşnaklar, gerekse Türkler yeniden bir araya geldiler. Bu birliktelik, kültür coğrafyamızın yeniden bilinmesine, yeniden tanınmasına vesile olmuştur.  Geçen yüzyıl Osmanlı’nın dağılışı ise, bu yüzyıl Osmanlı’nın yeniden şekillenişi olacaktır. İçinde bulunduğumuz siyasî süreç, gerek Balkanlarda, gerek Ortadoğu’da haritaların değişeceğine işaret etmektedir. Bu noktada tarihimizden ve kaderimizden kaçamayacağımız, Bosna’da, Kosova’da, Irak’ta, Suriye’de, Libya’da olduğu gibi, kendimizi olayların dışında tutamayacağımız görülmüştür. Bundan dolayı Dayton Antlaşması’yla muallakta bırakılan Bosna’nın siyasî kaderi, bizim ortaya koyacağımız irade ile şekillenecektir. Bunun için Bosna’da var olmak zorundayız!

Bu noktada, Bosna’da kaldığım süre içinde yaptığım görüşmelerde Boşnaklar, Türkiye’den büyük beklentileri olduğu, yalnızca kültürel olarak değil, aynı zamanda ekonomik olarak da burada yatırımlar yapılması gerektiğini belirttiler. Hatta “Bize balık vermeyin, balık tutmasını öğretin” diyorlardı.

Boşnaklar, kimlik olarak kendilerini Türk ve Osmanlı olarak tanımlamaktadırlar. Bu kimlik tanımlaması, göz ardı edilemeyecek kadar önemlidir. Zira bir ülke, başka bir ülkede silah zoruyla veya işgalle tutunamaz, ancak kimlik ve dil ile tutunabilir. Bugün Amerika ve İngiltere, Ortadoğu’da silahlarıyla değil, dilleriyle vardırlar. Geçen yüzyılda Osmanlı, diliyle Ortadoğu’daydı.

Avrupa’da gazel yazan şairler çıkmıştır. Bugün Bosna’da, Suudi Arabistan ve İran dilleriyle var olmak istemektedirler. “Türkiye’nin onlardan daha çok var olması gerekir” diye düşünüyorum. Kütüphane Müdürü’yle görüştüğümde, 1992 Bosna Savaşı sırasında Saraybosna’da tek kişi Türkçe biliyordu, şimdi ise 5 bin kişi Türkçe biliyor. Bu çok önemli bir nokta ki bunu daha da ileriye götürmek gerekir. Bir milletle ruh ve gönül bağı kurmanın yolu dilden geçer. Türkiye’nin öncelikle buna ağırlık vermesi gerekir.

Boşnakların ikinci büyük sorunu işsizlik ve üretim. Birçok kantondan oluşan Bosna, birçok sorunla birlikte yaşamaktadır. Anayasası olmayan, Avrupa Birliğinin, Birleşmiş Milletler’in ve başka ülkelerin yardımıyla ayakta durmaya çalışan Bosna’yı diriltmek için sanayinin buraya girmesi gerekmektedir. Bosna-Hersek, baştan sona mümbit toprakların bulunduğu, yüzlerce kaynak suyunun aktığı bir tarım ülkesidir. Burada toprak ve su, kaderlerine terk edilmiştir. Toprak ve suyu üretime kanalize edecek projeler ve yatırımlar yapmak gerekiyor.

Bosna, görebildiğim kadarıyla tarım ve hayvancılıkla geçiniyor. Son yıllarda Türkiye başta olmak üzere turizmden de küçük bir pay almakta. Ama yüzde 40 işsizlik oranı olan Bosna’yı bunlar rahatlatmamaktadır. Komünist Yugoslavya döneminden kalma atıl fabrikaların nasıl yeniden üretime kazandırılabileceği üzerinde çalışma gerekir. Bosna’ya henüz kapitalizm girmemiş, sanayileşme yaşanmamıştır. Tarıma dayalı sanayinin yolları açılmalıdır.

Bir ülkenin gelişmesinde insan gücü önemlidir. Savaştan yeni çıkmış Bosna, bu anlamda zayıftır. Savaş sonrası Bosna ile ekonomik ve kültürel işbirliği yapan Türkiye, tıpkı Osmanlı’da olduğu gibi burada iskâna önem vermelidir.

Bosna’nın taşrasında dolaştığınız şehirlerin nüfus azlığından dolayı bir hayalet şehre benzediğini görürsünüz. Bosna’ya gerek yerleşim, gerek göçle insan akışı sağlanmalıdır. Bosna’nın geleceği konusunda Aliya İzzetbegoviç’in fikirlerine başvurulmalıdır. Onun Bosna için yazdıklarına bakılmadan Bosna anlaşılamaz. Ayrıca Bosna denilince Türkiye’de Aliya haklı olarak akla gelmektedir. Gerçekten de Bosna için Aliya bir şanstı ve Bosna’nın kaderinde önemli bir rol oynadı.

Aliya’nın gerek Bosna, gerek İslam hakkındaki fikirleri Balkanlar için de uygulanabilecek niteliktedir. Bosna ile ilgili yaptığı tanım ve tespitler, Bosna’yı daha iyi anlamamıza yardımcı olacaktır. “Tarihe Tanıklığım” adlı kitabında Bosna’yı anlatırken şöyle der: “Bosna rüyası hakkında bir şeyler söylemek isterim: Onu hep iyi, doğru ve istikamet üzere olan bir halkın toprağı olarak hayal ettik. Bosna’nın gücü ile onu işgal etmek için sürekli uğraşan saldırganların güçsüzlüğünün burada yattığına inandık. Bir gün analiz edildiğinde, Bosna direnişinin bu harikası açığa çıktığında, görülecektir ki bu sır, halkın ruhlarında ya da karakterlerinde bir yerlerde yatıyor –bundan eminim-.” (Tarihe Tanıklığım, Sayfa 384)

“Ben Bosna-Hersek’in bütünlüğünü savunuyorum; bütüncül bir Bosna-Hersek de çok kültürlü olduğundan, tanım gereği bir İslam devleti olamaz. Yalnız bölünmüş bir Bosna böyle olabilir ve ateşli bir biçimde Bosna’nın bölünmesi için çalışanlar, belirli Avrupa devletleri. Bu nedenle Bosna’da İslamî bir devlet oluşturan bir Avrupa paradoksuyla karşı karşıyayız.”  (Tarihe Tanıklığım, Sayfa 284)

“Bosna’da, sizin deyiminizle İslamileşme söz konusudur, ancak Hıristiyanlaşma ile aynı derecede; Bosnalı Katolikler ve Ortodoks Hıristiyanlar arasında görülen dine yönelik ilginin yenilenmesi biçiminde söz konusudur. Ancak Hıristiyanlaşma, Hıristiyan Avrupa için hassasiyet konusu olmuyor. Bu, benim anladığım ve karşısında durmadığım bir şey. Ancak bir noktada sizi düzeltmem gerek: Benim hoşgörüm, Avrupa değil, İslam kökenlidir. Eğer hoşgörülüysem, öncelikle ve en çok Müslüman olduğum içindir.”  (Tarihe Tanıklığım, Sayfa 195)

Sonuç

Sonuç olarak Bosna, dini ve kültürüyle bizim tarihimizin bir parçasıdır. Onların Balkanlardaki varlığı, bizim varlığımızdır. Bosna’nın içinde bulunduğu durumdan daha iyi bir duruma çıkması, ancak bizim yönlendirmemiz ve desteklerimizle olacaktır. “Türkiye güçlü, biz güçlü” diyerek kendilerini Türkiye ile özdeşleştiren, Osmanlı ile ruh bağı kurarak tarihine sahip çıkan Boşnakların yalnız olmadıklarını onlara hissettirmek gerekir.

Görebildiğim kadarıyla TİKA, Yurtdışı Türkler, Anadolu Ajansı, Büyükelçiliğimiz ve sivil toplum kuruluşlarımız bu bağlamda çalışmaktadırlar. Bu çalışmaların daha yerinde ve kalıcı olanına önem vermek gerekir. Bosna’da tarihî mekânları onarmak kadar, orada fabrikalar ve işletmeler açmak da o denli önemlidir. Bu anlamda yapılacak çok iş olduğunu düşünüyorum.