90’LI yıllarda üniversite öğrencisiydik. Bugünküler gibi büyük
oranda dünyadan bihaber, fakat kendimizden emin, biraz malumatfuruş, biraz
çekinik gençlerdik herhalde. Türkiye’nin içe kapanma sürecinin sonlarında
büyümüştük ve dünyanın geri kalanı bizi televizyonda gösterildiğinden daha
fazla ilgilendirmiyordu. En yakınımızdaki Doğu ve Batı coğrafyaları bile...
Derslerden biliyorduk, bir zamanlar bizim dedeler oralara da hükmetmiş, bizim
imparatorluklar oraların da ötesine uzanmıştı yüzyıllarca. Fakat o gün, içinde
bulunduğumuz genel halet-i ruhiye içindeki bu “bilgi”, bizim için çok da fazla
bir şey ifade etmiyordu.
Dedim ya, bütün dünyayı ancak televizyondan izliyor, haberler bize ne gösterirse onu bilebiliyorduk, tabiî bilmeye niyetliysek... Televizyonda gördüklerimizi ise Amerikan filmlerinde gördüklerimizden ayırt edecek fazla donanımımız yoktu. “Ne kadarı kurgu, ne kadarı ciddi?” Bunu ayırt etmek için bile ciddi donanıma ihtiyaç vardı. Milyonlarla ekmek alır, katrilyonlarla ülke yönetir, sınırlarımızı kuşatmış güdümlü terör tehdidiyle nefes dahi alamazdık ama böyleyken kendi derdimizi bile anlayamayacak bir kafa karışıklığın içindeydik belki de...
Savaş sırasında ahı gitmiş, vahı kalmış olmasına rağmen yıkılmamakta direnen Mostar Köprüsü’ne harcanan yüzlerce top mermisinin, aslında köprüyü değil, Osmanlı’nın oradaki sembolik bir izini silmek uğruna atıldığını fark ediyorsunuz.
İşte böyle bir zamanda başladı modern çağın en büyük
savaş vahşeti. Avrupa’nın göbeğinde yüzbinlerce insanın canına mâl olan o akıl
almaz Balkan Savaşı, bizden çok uzakta, bizimle çok ilgisiz ve adeta kurgusal
bir dizi film sahnesi gibi haberlerimize düşüyordu. Daha dün adına “Yugoslavya”
denen bir ülkenin parçalarından bazı yeni devletlerin neşet ettiğini bile
çoğumuz bilmezken, asrın en arsız soykırımlarından biri, gözümüzün önünde
“sessiz sedasız” cereyan ediyordu.
Alija’yı duyuyorduk... Sırp ve Hırvatların Boşnakları sistematik
olarak kadın, çocuk veya yaşlı demeden öldürdüğünü söylüyorlardı. Buna “savaş”
diyen de vardı, “soykırım” diyen de... Türkiye’nin başkenti, bu olaylar olurken
sanki bizden pek uzak bazı ülkelerin aralarındaki bir mücadeleden söz
ediliyormuş gibi sessizdi çoğu zaman. Kendi koalisyonlarımız, seçimlerimiz,
skandallarımız ve muhtıralarımız çok daha önemliydi o zamanlar. Buradan
birilerinin “savaşmak” için oraya gittiğini de duyardık ara sıra, ama bunlar da
dedikodu fantezileri gibi gelirdi ve üzerinde pek durmazdık.
Srebrenitsa katliamını duyduğumuzda, bu elim hadiseyi
bile tam olarak anlayamadık, kavrayamadık. Belki de çoğu insan benim gibi, “Bu
çağda, Avrupa’nın ve dünyanın gözü önünde mi? Haydi canım!” diye soruyordu
kendi kendine.
Neticede birkaç sene sonra o “savaş” bitti. Bildiğimiz
tek şey, biraz kanlı bir sürecin sonucunda “barış”ın geldiği ve “bizimkiler”in,
yani Bosna-Hersek Cumhuriyeti’nin bağımsızlığını kazandığı oldu. Yahut sadece
bunu bilmemiz istendi. Elbette yakın çevremiz ve medyamızda bu meselenin gerçek
boyutlarını ve bizimle ilgisini anlatmak için çırpınan niceleri vardı, fakat
buralardaki kamu vicdanına pek tesir edemediler, biz o yüzbinlerce insanın
acısını doğru dürüst anlayamadık bile.
Canlı yayında Mostar Köprüsü’nün, Hırvatların ısrarlı havan bombardımanıyla yıkılışının ve yıkılış sırasında atılan sevinç çığlıklarının anlamını, bu çığlıkların bize verdiği mesajı anlayamadı çoğumuz. Bir film gibi gözümüzün önünden geldi ve geçti yakın çağın belki de en büyük vahşeti...
Bosna’yı tanımak
Yıllar sonra Haber Ajanda yazarları ile birlikte
katıldığımız bir turla Bosna-Hersek Cumhuriyeti’ni ziyaret etme şansım doğdu. Ondan
evvel Alija İzzetbegoviç’in kitap ve makalelerine sardırmış olan ben, hem böyle
açık zihinli bir bilge filozof, hem bir muharebe kumandanı ve hem de gayet
etkin bir siyaset adamını bir bünyede toplayabilen o kültür ve coğrafyayı içten
içe merak etmeye başlamıştım. Adımımı ilk attığım andan orayı terk ettiğim ana
kadar hissettiklerimi sadece “büyülenmek” ifadesi ile anlatabiliyorum o gün
bugündür.
O Bosna ziyaretimizden birkaç sene evvel, bilimsel bir
kurs vermek için Sırbistan’ın Novi Sad şehrinde bir hafta geçirmiştim. Bize her
açıdan yabancı bir yerdi. Her ne kadar ev sahiplerimiz bizi ağırlamak ve memnun
etmek için ellerinden gelen gayreti sergileseler de bir tuhaflık vardı orada.
Ve bir akşam yemeğinde, parmağımdaki Selçuklu simgesi çift başlı kartallı
yüzüğüm üzerine sohbet ederken mevzunun aldığı seyir, bende ciddi bir uyanış
yaratmıştı.
Bilirsiniz, Arnavutluk, Sırbistan ve Hırvatistan gibi Balkan ülkelerinin çoğunun bayrağında bizim Selçuklu Devleti’nin simgesi olarak bildiğimiz çift başlı kartal amblemi vardır. Bu simge, aslında Büyük Roma İmparatorluğu’nun “Doğu ve Batı’nın hâkimi” anlamında kullandığı bir Reich (dünya imparatorluğu) simgesi idi. Ardından Büyük Selçuklu Devleti, bu bölgelerdeki hâkimiyetini Roma Devleti’nden alarak çift başlı kartalı da kendi uhdesine geçirmiş ve böylece artık dünya imparatorluğu tahtında Müslüman-Türk Selçukluların oturduğunu dünyaya ilan etmiş. Ben de Sırbistan’da yediğimiz bir akşam yemeğine yüzüğümde neden onların sembolünü taşıdığımı soran birkaç gence espriyle karışık bu kısa tarihçeden bahsettim ve “Eh, artık 1071’den beri bu sembol artık bizim!” demiş bulundum laf olsun diye.
Bu sözü bitirdikten sonra geçen dakikalar içinde de
bulunduğumuz coğrafya ve tarihî mirasımızın bizzat bizim tarafımızdan ne kadar
az ciddiye alındığını hemen fark etmek durumunda kaldım. Sıradan Sırbistan
vatandaşları için Osmanlı ve Selçuklu hâlâ bizim buralardaydı ve hâlâ en büyük
düşmandı. Biz ne kadar “Biz yeni bir devletiz arkadaş!” diye sızlansak da en
azından Sırpların gözünde durum hiç de öyle değildi. İki cümleden sonra geçmişten
üzerime doğru yükselen bilinçsiz düşmanlık dalgasını adeta gözlerimle
görebiliyordum.
Bundan dört yıl kadar sonra Saraybosna’da tanıştığımız
hemen herkesten duyduğum bir serzeniş, sırtımızdaki yükün ağırlığı hakkında kafamda
daha net bir resim oluşmasını sağladı. 90’lardaki o vahşetten her söz
açıldığında, mesele dönüp gelip Türkiye’ye dayanıyor ve orada söz alan herkes,
“Siz o zaman güçlü olsaydınız, bizim başımıza bunlar gelmezdi!” diyordu adeta
sözleşmiş gibi. O zaman anlıyorduk Bosna’da bizlere gösterilen o derin sevgi ve
muhabbetin kaynağını.
Balkanların o cennet coğrafyasında, bizden çok uzaklarda
olduğunu zannettiğimiz o insan topluluğunun gözü ve gönlü hep buralardaydı.
Bütün erkek ve çocukları savaşta katledilmiş sayısız köylerinin evlerinde
dalgalanan onlarca Türk bayrağına o zaman bir anlam verebiliyordunuz. Biz
bilmiyorduk ama orası da bizim vatanımızdı; hem de en az doğduğumuz ve
büyüdüğümüz topraklar kadar...
Bunun emperyal bir sahiplenme değil, tabiî ve mecburî bir
kader birliği olduğunu, ancak gerçek Boşnaklarla konuşup o havayı teneffüs
ettiğinizde anlıyorsunuz. Savaş sırasında ahı gitmiş, vahı kalmış olmasına
rağmen yıkılmamakta direnen Mostar Köprüsü’ne harcanan yüzlerce top mermisinin,
aslında köprüyü değil, Osmanlı’nın oradaki sembolik bir izini silmek uğruna
atıldığını fark ediyorsunuz. Yapılanın bir savaş değil, kanlı bir yeniden inşa
süreci olduğunu anlıyor, neredeyse hiçbir şey yapmamamıza rağmen bu soykırım
projesinden o masum insanları koruyanın ne olduğunu merak etmeye başlıyorsunuz.
Bugün Bosna-Hersek özgür, fakat savaş sonrası yapılan uluslararası anlaşmalar sonucunda yönetilemez hale getirilmiş bir yapıya sahip. Boşnak, Sırp ve Hırvatlar arasında (aslında Müslüman, Ortodoks ve Katolikler arasında) bölüştürülmüş bir yönetim sayesinde, neredeyse hiçbir idarî karar almak mümkün değil. Fakat en azından görece sessiz bir dönem var artık.
Bugün biz ne kadar sağlam durur, yere ne kadar sağlam basarsak, vatanımızın, sınırlarımız dışında kalan kısımları da o kadar huzurlu ve istikrarlı olacak.
Vahşetin izleri silinmese de yeniden ateşlenmesi uzak
görünüyor. Sırp ve Hırvat tarafında bile pişmanlık büyük, fakat oyun bir
şekilde devam ediyor. Bugün biz ne kadar sağlam durur, yere ne kadar sağlam
basarsak, vatanımızın, sınırlarımız dışında kalan kısımları da o kadar huzurlu
ve istikrarlı olacak. Nelere mirasçı olduğumuzu anladıkça, görevlerimizi ve
sorumluluklarımızı daha iyi kavrayacağız. Oraları gidin ve görün, Batı’nın bu
yakın kıyısında kendinizi bambaşka bir aynadan görme fırsatı yakalayacaksınız.
Velhasıl, neleri kaybettiğimizi ve gerçek benliğimizi anlamak için Bosna’yı da görmek lazım...