Bir Yörüğün ölümü

“… Şimdi sen serin yaylalardasın. Ama ben, Anavarza’da yanıyom. Beni yakan, Anavarza’nın temmuz ısıcağa deel, içime işleyen hasretin. Seni her gün görsem, seninle her gün gonuşsam, gene de sana hasretim dinmez. Yüreğimdeki boşluğun dolmaz. Sensiz senle olmak çok zor be Omar’ım!.. Sana kavuşmak için galbim, ganadı gırık guş gibi çırpınıp duruyo. Amma elimden gelen bir şey yok…”

HER sabah, kalkar kalkmaz çadırları dolaşırdı. O gün, “Ana göçmüş, ana göçmüş!” diye bağırarak tarlanın öbür ucundaki çadırdan kendi çadırlarına doğru koştu. Belikleri yazmasının altından beline kadar uzanan esmer, ince ve uzun bir kadın çadırın önüne çıktı ve “Ahmet! Kim göçmüş?” diye titrek bir sesle sordu. “Omar Dedem, Omar Dedem göçmüş!” dedi Ahmet...

Bahar gelince develere kap kacakla yatak yorgan yükler, koyun ve keçi sürüleriyle Toros yaylalarına, güzün de kışlaklarına göçerdi Eşeli Yörükleri. Yine bir güz mevsimiydi. Dönüş için göç hazırlıkları başlamış, Toroslara veda vakti gelmişti.

Akşam, hep beraber oturmuşlardı Omar Dede’nin çadırında. Sabah yola çıkma planlarını konuşmuşlardı. Omar Dede obanın en yaşlısıydı ve bilge kabul edilirdi. Aksakalı ve elinden düşürmediği bastonuyla obada kimin yanına varsa hürmet görürdü. Gelecekten habersiz, ömrünü göç yollarında tüketmişti o. Fakat göç, ona yılların tecrübesini kazandırmıştı. Yüzündeki her bir çizgide bir hatıra vardı. Çatlamış elindeki nasırlar nice olaylara şahitti. Herkes sözünü, sohbetini dinler, hatta takip ettikleri yol üstünde bulunan köylerden hayvanları geçirirken oba gençleriyle köylüler arasında çıkan münakaşalarda Omar Dede çağırılır, her iki tarafı da o tatlıya bağlardı. 

İki yıl önce attan düştüğünde sol kaburga kemiği kırılmıştı, fakat dinmeyen acısını kimseye hissettirmiyordu. En yakın arkadaşı da dayandığı bastonuydu. Yedi çocuğundan üçü evlendikten sonra, Omar Dede yaylalara birlikte çıktığı kardeşlerinden ayrılmıştı. O, çocuklarını bu yollarda büyütmüş, onları da kendi gibi yetiştirmişti. En küçük oğlundan da Ahmet adında bir torunu olmuştu. Zamanının çoğunu artık onunla geçiriyordu. Omar Dede’nin ani ölümü obaya bir ateş düşürdü.

Obadakiler bu tür ölüm vakalarına yabancı sayılmazlardı. Çünkü kaç nesildir, gidip gelinen bu göç yolunda kimleri kara toprağın bağrına vermemişlerdi ki… Genç yaşlı demeden ecel, bu yollarda her aileden birkaç kişiyi yakalamıştı. Bu dağ yollarında, cenazeleri dağların koynuna emanet etmekten başka ne yapabilirlerdi? Götürmeye kalksalar nereye götürecekler, nereye defnedecekler? Dağlardı onların tek meskenleri. Geçtikleri yol kenarlarına defnettikleri çocuk, genç, yaşlı az değildi. Daha bıldır İbrahim’i birkaç gün önce, ardıç ağacının dibinde toprağa vermişlerdi. Onların mezarlarını kendilerinden başka kimsecikler bilmezdi. Her sene gelip geçerken onlara uğrarlar, gözlerinde hatıralar canlanır, hüzün çöker yüreklerine, birkaç damla gözyaşı, bilenler bir Fatiha okur, sonra yollarına devam ederlerdi. Omar Dede’yi de defnedecekler. Fakat cenaze namazını kim kıldıracak, kefeni kim saracak, duaları kim okuyacaktı? 

Omar Dede çocuklarını okutamamıştı. Okutamazdı, çünkü yollara ve dağlara adanan bir hayatları vardı. Omar Dede inançlı bir adamdı. Çocuklarına namaz kılacak kadar sure ve duayı kendi öğretmişti. Torunlarına da her akşam dua okutur, dini bilgiler öğretirdi. O akşam son nasihatini bir vasiyet gibi herkese yapmıştı: “Çocuklar! Birlik ve beraberliğinizi her zaman muhafaza edin. Birlikte rahmet, ayrılıkta azap vardır” dedikten sonra yerden yedi tane, parmak kalınlığında kısa çubuk aldı ve çocuklarının her birinin eline tek tek verdi. Sonra, “Herkes elindeki çubuğu kırsın” dedi. Çubukları çocuklar birer birer kırdılar. Sonra yine aynı kalınlıkta yedi çubuk daha toplayan Omar Dede, hepsini birleştirerek büyük oğlu Eyüp’e verdi ve “Haydi bunları kır” dedi. Eyüp, öte çevirdi, beri çevirdi, denedi, kıramadı. Sonra Bekir, Zübeyir… Derken sıra, en küçük oğlu Servet’e geldi. Kırması için ona da işaret etti. Gençliğine güvenerek kıracağını zannetti küçük oğlu, fakat hangi pozisyonu denediyse o da başaramadı. Bunun üzerine, “Bakın çocuklar! Tek olursanız böyle kolayca kırılırsınız, dayanamazsınız. Ama birlik olursanız sizi kimse yıkamaz” dedi. Atalarından dinlediği ve her zaman anlattığı Çin baskısından, Cengiz Han istilasından ve göç hikâyelerinden yine bahsetti ve “Çarva (göçebe), çomradan (yerleşik) eydir. Su testisi suyolunda kırılır. Aklım erdi ereli bu yolların yolcusuyuz. Dedelerimiz de hep böyle yaşamışlar. Zaman su gibi akıp gidiyor. Öbür taraftan ne zaman çağırırlar bilinmez. Onun için, öbür tarafa da hazırlıklı olun.” 

Ortanca oğlu Hasan’ı işaret ederek “Hani İbrahim gencecik fidandı? Uçtu gitti. Ne yapalım? Veren alıyor işte!” dedi. Biraz hüzünlendi. 

“Çocuklar! Haram lokma yemeyin. Geçtiğimiz yol üzerinde bulunan köylülerin ekili tarlalarına, mallarına zarar vermeyin. Sebze ve meyvelerinden izinsiz bir şey almayın. İşte geldik, işte gidiyoruz. Unutmayın ki haram yiyen âbâd olmaz. 

Çocuklar! Kimseye yük olmayın, herkesten yük alın. Bu hayat, zor bir hayat. Ben sizleri okutamadım. Fakat siz, çocuklarınızı mektebe gönderin. Bizler hayvan peşinde cahil kaldık. Bari onlar okusunlar...” diye öğütledi. Bu arada demlenen ot çayları içildi ve sohbetten sonra “Allah rahatlık versin!” diyerek herkes kendi çadırına çekildi. 

Sabah, Ahmet ve annesinin feryadı, diğer çadırdakilerin de dışarı fırlamasına neden olmuştu. Herkes Omar Dede’nin çadırına koşuyordu. Obada bir feryat tufanı kopmuştu. Kadınlar ağıt yakmaya başlamıştı bile. Ortanca gelinden ses seda çıkmıyordu. Çünkü o, Omar Dede’ye kırgındı… 

Bir gün ortanca gelin Saniye, kayın babasının çadırını derleyip toparlarken şiltenin üzerinde bir defter gördü. Obada okuma yazma bilen üç kişiden biriydi Saniye. Defter dikkatini çekmişti. Gelişigüzel yapraklarını karıştırırken arasından yere bir kâğıt düştü. Kâğıt, hırpalanmış, katlanan yerleri erimeye başlamış, sarı saman kâğıdına yazılmış bir mektuptu. Kendini alamadı okumaktan. Saniye, okumayı kaynanasından öğrenmişti. Kaynanası Irahma, Anavarzalı bir köylü kızıydı ve ilkokul üçten ayrılmıştı. İki yıl nişanlı kalmış ve evlendikten sonra da eşiyle o da göçmeye başlamıştı.

Mektup şöyle sürmekteydi: “… Şimdi sen serin yaylalardasın. Ama ben, Anavarza’da yanıyom. Beni yakan, Anavarza’nın temmuz ısıcağa deel, içime işleyen hasretin. Seni her gün görsem, seninle her gün gonuşsam, gene de sana hasretim dinmez. Yüreğimdeki boşluğun dolmaz. Sensiz senle olmak çok zor be Omar’ım!.. Sana kavuşmak için galbim, ganadı gırık guş gibi çırpınıp duruyo. Amma elimden gelen bir şey yok… Bazen diyom dere depe düşem yollara, bulam seni gittiğin yaylalarda. Haykıram sevgimi dağlara, daşlara. Fakat...” 

İşte Saniye tam bu cümleye gelmişti ki bitirmeden Omar Dede çadıra girmesin mi? Saniye, korku ve heyecandan mektubu elinden düşürdü, panik içinde yerden alıp defterin arasına gelişigüzel koyarak şiltenin üzerine bıraktı. Omar Dede, Saniye’nin elinde mektubu görünce, “Utanmıyor musun başkasının eşyasını izinsiz almaya?” diyerek azarladı. Hâlbuki Omar Dede, mektubu o gün kendisi okumuş ve oracıkta unutmuştu. Çok sevdiği eşini kaybedeli beş yıl olmuştu. Eşini özledikçe mektupları bavuldan çıkarır, okur ve bavulun içine tekrar özenle koyardı…

Küçük gelin ise Omar Dede’yi öz babası yerine koymuştu. Çünkü o, babasını küçükken kaybetmiş ve yetim büyümüştü. En çok da o üzülmüştü Omar Dede’nin ölümüne ki ağıt yakan da oydu. Dudağından dökülen sözlerle beraber gözlerinden de inci gibi yaşlar yanağından süzülüyordu: 

“Göçtü obamın direği/ Yakın eylerdi ırağı/ Yok bu dünyanın gereği/ Atam göçtükten sonra…

Atam atam, ulu atam!/ Aksakalın tutam tutam/ Bu obada nasıl yatam/ Atam göçtükten sonra?

Develer hep katar katar/ Atam yerde uzun yatar/ Düşsem elimden kim tutar/ Atam göçtükten sonra?” 

Büyük oğlu, hepsinden daha sakin ve olgun bir şekilde babasının çadırından çıktı. “Ağlamayı kesin bakalım” dedi. O haykırışlar yerlerini birden iç çekmelere bıraktı, bağrışımalar kesildi. Büyük oğul eşine, “Naciye! Babamın bohçasına bak bakim, kefen bezi var mı? Yoksa obayı dolaşıver, kimde varsa al, hemen getir” dedi.

Naciye, çadırın içinde üst üste yığılmış birkaç parça eşya içinden bohçayı buldu ve patiskadan kesilmiş, naylon bir torba içine katlanmış kefenlik bezi buldu. Naciye Kadın, daha önce birkaç sefer kefen biçmişti. Bezleri üst üste yere serdi. Sonra onlardan birini ikiye katladı ve cebinden çıkardığı bıçağın ucuyla ortasına bir çentik atarak “T” şeklinde ortasından yırttı. “Buna kıyamet gömleği denir. Kıyamette bununla kalkılacak. Kefenin hemmesi çürür, bir tek bu çürümeyecek” dedi. 

Ortanca kayını, “Gelin bacı! Oradan babamın kafası nasıl sığar? Makasla biraz genişletelim” deyince Naciye Kadın, “Hayır, hayır. Kefen makasla kesilmez” dedi ve eliyle biraz daha yırtarak genişletti. 

Gençlerin, hayvanların başında dağda olduklarından, Omar Dede’nin ölümünden henüz haberleri yoktu. Küçük çocuklar ise annelerinin yanında olup bitenleri meraklı bakışlarla seyrediyorlar ve bir anlam veremiyorlardı. Su ısıtmak için yakılan ateşin dumanı, ormanın arasındaki tarladan bir sicim gibi gökyüzüne doğru uzanıyordu. Etrafa bütün emirler büyük ağabey tarafından veriliyordu. Sanki Omar Dede, onu vekil bırakmıştı. Eyüp, Bekir’le beraber çadıra girdiler. Bekir’e “Sen su dök, ben de yıkayayım” dedi. “Ancak su dökerken kesik kesik dökme, aldığın suyun hepsini kesintisiz bir şekilde dök. Kesik kesik dökersen, Allah muhafaza, peşinden bir cenaze daha olur” dedi. Bunu duyan Bekir, korkusundan suyu bir çeşmeden akıyormuş gibi itina ile döktü. Babalarını özenle yıkadılar. Sonra kefenlediler. O arada küçük gelin kaybolmuştu, apar topar elinde bir şişeyle çadıra girdi. “Zemzem, Zemzem getirdim. kefene Zemzem suyu sepeleyeceğim. Bunun değdiği yerleri ateş yakmaz!” diyerek avucuna aldığı Zemzem suyunu Omar Dede’nin kefeninin üzerine eliyle sepelemeye başladı. 

Güneş epeyce yükselmişti. Diğerleri dışarıda bekliyorlardı. Bu arada çobanlar da geldi. Dedesinin öldüğünü öğrenince Eyüp’ün oğlu Harun’a bir şeyler oldu. Ne ağlayabiliyor, ne de konuşabiliyordu, kaskatı kesilmişti. Annesi, “Harun, Harun kendine gel!” diyerek uğraşırken babası geldi ve destekli bir tokat attı. Harun neye uğradığını şaşırarak kendine geldi ve ağlamaya başladı. Biraz ağladıktan sonra sakinleşti. Gençlerden Âdem ve Ali’ye ilerideki çınar ağacını işaret ederek, onun karşısındaki kara taşın dibine mezar kazmalarını söyledi Eyüp. Ali ve Âdem, kazmayla küreği alarak görevlerinin başına gittiler.

Cenazeyi çadırın önüne çıkardılar ve çoluk çocuk, herkes toplandı. Eyüp, “Bu, babamıza karşı son görevimiz. Hepimiz namazını kılalım” dedi ve cenaze namazını kıldılar. Herkes dualarını okudu, eller yüzlere sürüldü. İki kişi baş ve ayak tarafından, bir kişi de bel kısmından tutarak mezarın kazıldığı yere kadar götürdüler. Hiç vakit kaybetmeden hemen cenazeyi mezara indirdiler ve üzerine hızlı hızlı toprak atmaya başladılar. 

Bekir bir iki kürek attı, küreği elinden Zübeyir almak istedi fakat vermedi. Küreği yere bıraktı. Zübeyir oradan aldı ve toprak attı. Böylece birkaç kürek atan, küreği önce yere bırakıyordu, sonra da bir diğeri alıyordu. Çıkan bütün toprağı mezara geri doldurarak üzerini bir tepecik haline getirdiler. Baş ve ayakucuna birer taş diktiler. Taşlara da kefenden arta kalan birer bez parçası bağladılar. Bez parçaları, esen hafif bir rüzgârın sallamasıyla sanki “Hoşçakalın!” diyordu…