KARABAŞ, her zamankinden farklı havlıyordu. Ayak sesleri duyuldu
evin önünde. O gece zifirî karanlıktı, gökyüzünde de tek bir yıldız dahi yoktu.
1927 yılının Nevruz ayıydı. Vakit hayli ilerlemişti, yatmaya hazırlanıyorlardı…
Azim Berdi, pencerenin kenarına yanaştı, kulağını
vererek dinledi. Biri Rusça, “Dimitri, sen sağdan; Şasa, sen de soldan kapıya
doğru yaklaşın!” diyordu. Saniyeler geçmeden kapıya hızla vurulmaya başlandı.
Aynı sesin sahibi, “Azim Beerdi, Yehye ve Etecen, dışarı çıkın!” diye seslendi.
Azim Berdi ve kardeşi Yahya, Rusça biliyordu. Fakat yaşlı Atacan, olup bitenden
hiçbir şey anlamıyordu. Çünkü o obadan hiç çıkmamış olduğundan Türkmenceden
başka bir dil bilmiyordu.
Azim Berdi’nin kızı Eceç ve oğlu Nazar Muhammed
çoktan derin uykuya dalmışlardı. Azim Bedri ne olduğunu anlamak için gaz lambasını
alarak kapıya yöneldi. Atacan, “Oğlum, neler oluyor?” diye sordu. Azim Berdi, “Kimdir,
nedir, şimdi öğreneceğim” dedi babasına. Bu arada Yahya korkmuştu, hiç ses
çıkarmıyordu. Çünkü Soyuz askerlerinin gece vakti baskın yaparak insanları
sorgusuz suâlsiz götürdüklerini arkadaşlarından çok dinlemişti.
Azim Berdi kapıya çıktığında, lambanın titrek
ışığında silahlı üç kişiyi fark etti. Üniforma ve şapkalarından Rus olduklarını
hemen anladı ve onlara Rusça, “Buyurun, ne istiyorsunuz?” diye sordu. Rütbeli
olan, “Soru sorma, bizimle geliyorsunuz!” dedi. Diğer iki asker hiç konuşmuyor,
sadece verilen emirleri yerine getiriyordu. Azim Berdi lambayı kapının
kenarındaki çiviye astı, eşikten bir adım dışarı çıktı ve tekrar “Neden? Nereye
geliyoruz, suçumuz nedir?” diye sorduysa da söz dinleyecekleri yoktu. Rütbeli
olan, “Ne söyleyecekseniz merkezde söyleyin!” diyerek askerlere “Bıstıra
bıstıra” diyerek işaret etti. Azim Berdi’nin ellerine kelepçeyi vurdular.
Atacan ve Yahya içeride henüz durumu anlayamamıştı.
Dayanamadı Atacan ve gür bir sesle, “Azim Berdi, kim onlar?” diye seslenerek
yatak kıyafetiyle kapıya doğru yöneldi. Azim Berdi’nin canı yanmış olmalı ki
kızgın bir sesle, “Rus itleri baba Rus itleri!” dedi. Atacan kapının ağzına
gelmişti ki hemen onun da ellerini kelepçelediler. Yaşlı adamın zaten direnecek
gücü yoktu. Yahya hiç sesini çıkarmıyor ve arkadaşlarının anlattıkları
zihninden bir bir geçiyordu. Rütbeli asker cebinden bir kâğıt çıkardı, önce
kâğıda, sonra Atacan’la Azim Berdi’nin yüzüne baktı ve bozuk bir şiveyle, “Yehye,
vıhodit!” diye seslendi. Fakat Yahya’dan ne bir ses geldi, ne de dışarı çıktı.
Rütbeli asker, “Şasa, haydi gir, onu da al!” dedi.
El fenerini yakarak eve giren Rus askeri, fenerin ışığında yere serilmiş
yataklara baktı, iki küçük çocuk vardı. Aradığı onlar değildi. Tekrar sağa sola
feneri tutmaya başladı. Bir çuvalın arkasında Yahya’nın kolunu gördü ve silahı
ona doğru doğrulttu. Yahya, alıcı kuş görmüş keklik palazı gibi sindiği yerde
titremeye başladı. O gençti, toydu, dinlediği hikâyelerde direnenleri oracıkta
infaz ediyorlardı. Hiç direnmedi, çünkü silahı görünce vurulacağını düşünmüştü.
Namlunun ucu sırtına dayalı olarak o da dışarı çıkarıldı ve elleri
kelepçelendi.
Rus askerinden biri önde, diğerleri arkada, elleri
kelepçeli kurbanlar da ortada, obanın dışına kadar fener ışığında patika yoldan
sessizce yürüdüler. Orada bekleyen cipe binmeden evvel Azim Berdi şansını bir
kez daha deneyerek, “Bizi bu gece vakti neden, nereye götürüyorsunuz?” diye
sordu. Fakat yine aynı sertlikte, “Ne söyleyecekseniz merkezde söyleyin!” cevabını
aldı.
Yarım saat kadar ciple gittikten sonra bir binanın
önüne geldiler. Yine rütbeli olan, “Dimitri, Saşa, indirin şu din yobazlarını!”
dedi. Binanın birinci katında küçük bir odanın içine koydular ve kapıyı
kilitleyerek ayrıldılar. Bir ses, “Putnık Aleksandır, kelepçelerini çözelim mi?”
diye koridorda yankılandı. O zaman rütbeli askerin adının Aleksandır olduğunu öğrendiler
ve ardından, “Öyle kalsın, canları cehenneme!” diyen bir ses daha koridorda
aynı şekilde yankılandı.
Vakit gecenin yarısı olmuş, herkes uykuya çoktan
yatmıştı. Azim Berdi el yordamıyla etrafı yokladı; ne bir pencere, ne bir ışık
sızması, ne de bir ses vardı, her şey sükût içindeydi. Kaldıkları yer
karanlıklar içindeki bir hücreydi. Atacan, “Oğlum Berdi! Nedir bu başımıza
gelen? Bizim kimseye bir kötülüğümüz yok. Akıbetimiz ne olacak, gelin, çocuklar
ne yaparlar?” diye hayıflandı. Atacan’ın aklı, evde kalan gelin ve
torunlarındaydı. Berdi, tevekkül sahibi bir insandı. Tesellî bâbından, “Baba,
herhâlde bir yanlış anlaşılma var, bizi o sebepten buraya getirmiş olmalılar.
Yoksa biz hiç kimseye bir kötülük yapmadık” dedi.
Yahya’nın aklınıysa arkadaşlarının anlattığı
hikâyeler kurcalıyor ve dinlediklerinin korkusuyla ilk defa konuşuyordu: “Bunlar
bizi ya öldürecekler, ya hapse atacaklar! Böyle birçok kimseyi götürmüşler ve
bir daha evlerine hiç dönmemişler…”
Atacan ve Azim Berdi, Yahya’nın söylediklerine pek
itibar etmediler. Üçü de o daracık hücrede çömelerek sabahı beklediler. Sabah
vakti binanın önünde bir araba sesi duyuldu. “Şimdi her şey ortaya çıkar,
yanlış anlaşılma ortadan kalkar, biz de evimize döneriz” diye içlerinden
geçirerek sevindiler. Hâlâ bir yanlış anlaşılma olduğunu düşünüyordu Azim Berdi
ve babası. Bir ayakkabının çıkardığı tak tak sesleri koridor duvarlarında
yankılanarak bulundukları hücrenin önüne doğru yaklaşıyordu. Biri Rusça, “Aleksandır,
onlar hangi hücrede?” diye sordu. Aleksandır, “Sağdan ikincisinde efendim!”
diye cevap verdi bu soruya. “Üçünü de getirdiniz mi?” dedi gelen. “Evet
efendim!” dedi asker.
Bu gelen, tutuklama emrini veren kişiydi. Gizli
servis merkezinin başında bulunuyordu. “İşlemlerini yapın, öğleye kadar hazır
olsunlar” dedi. Kapıyı açtı, nefret dolu bakışla suratlarına baktı, “Kelepçelerini
alın!” dedi ve sonra “Vatan hainleri!” diyerek kapıyı hızla çekti.
Atacan ve Azim Berdi, hâlâ işlemler yapılınca her
şeyin netleşeceğini ve eve döneceklerini düşünüyordu. Kuşluk vaktine doğru bir
tabakta üç haşlanmış patatesle bir asker kapıdan girdi, “Yemeğinizi getirdim”
dedi. Yemek onların umurlarında bile değildi. Azim Berdi, “Bizi ne zaman
bırakacaksınız?” diye sordu. Asker, “İşlemleriniz devam ediyor” diye cevap
verdi ve kapıyı kapattı. Dışarıdan gürültü patırtı sesleri gelmeye başlamıştı.
Azarlamalar, ağlamalar, bağırıp çağırmalar birbirine karışıyordu. Binanın alt
katı bir karakol gibi işliyordu. Üs katta ise stratejik planların uygulanması
koordine ediliyordu. Başında da Kaufman adında üst rütbeli bir subay vardı.
Akşam yedikleri semeni ile duruyordu Atacan, Azim
Berdi ve Yahya. Cahan, o gün Nevruz olduğu için bereket getirsin diye semeni
pişirmişti. Patatesleri yememeye bir müddet daha direndiler, ama önce Yahya
aldı, sonra diğerleri de alarak yemeye başladılar. Henüz bitirmemişlerdi ki
kapı açıldı ve bir asker, “Haydi gelin benimle!” dedi.
Askerin peşine düştüler, ikinci katta büyükçe bir
odaya çıktılar. Oradaki üç masada rütbeli üç devrim subayı vardı. Ortada, sabah
odalarına gelen Kaufman oturuyordu. O, “Dinin afyon olduğunu size kimse
anlatmadı mı?” dedi ve sağdaki masaya dönerek, “Yoldaş İlminisky, bunların
işlemleri tamam mı?” diye sordu. “Tamam, efendim!” dedi İlminisky. Sonra
soldaki masaya dönerek yoldaş Minorosky’e, “Suçlarını yüzlerine oku ve imzalarını
alarak hemen sevk et!” dedi. Minorosky, önünde hazır duran karton dosyayı açtı
ve içinden bir kâğıt çıkararak, “Atacan, Azim Berdi ve Yahya siz misiniz?”
dedi. Onayladılar.
Azim Berdi bir şeylerin ters gittiğini, durumun pek
hayırlı olmadığını hissetmeye başlamıştı. Fakat yapabilecekleri hiçbir şey
yoktu. Minorosky Rusça okumaya başladı: “Atacan, senin din kitapların varmış,
casusluk yapıyormuşsun, vatanın birlik ve bütünlüğünü bozuyormuşsun. Azim Berdi,
sen din propagandası yapıyormuşsun, namaz kıldırıyormuşsun ve gençlere din
anlatıyormuşsun. Yahya, sen de babana ve ağabeyine yardım ediyormuşsun…”
Suçlarının hepsi buydu. Üçüne de birer kâğıt
uzattı. Yazının altını göstererek imzalamalarını istedi. Atacan ne yazılmış
olduğunu bilmiyordu, çünkü yazı Rusçaydı. Azim Berdi eli titreyerek kâğıdı
aldı, okumaya başladı, az önce subayın söyledikleri sanki Azim Berdi’nin kendi
ifadesiymiş gibi aynen yazılmıştı. Azim Berdi, “Efendim, ben… Ben bunların
hiçbirini yapmadım” dediyse de biletleri çoktan kesilmişti. İtiraza
yeltendiğini görünce ortadaki subay bir azar gürlemesiyle, “İfadelerinizin
altını imzalayın! İşimiz gücümüz var” diye bağırdı. Sonra “Sroçnıy, sroçnıy!”
diyerek ayağa kalktı ve yüksek sesle “Soldat!”
diye bağırdı.
Kâğıdı imzalarken eve dönme hayâlleri parmaklarının
ucundan aktı gitti üçünün de. Koşarak bir asker geldi ve elleri tekrar
kelepçelenerek binanın bahçesine indirildiler. Bahçede birçok insan vardı.
Ağlayanlar, ellerinde kâğıtlarla öteye beriye koşuşanlar… Herkes kendi derdiyle
ilgileniyor ve etrafında neler olup bittiğini kimse fark etmiyordu. Asker,
parmağı ile orada bekleyen bir kamyonu işaret ederek “Maşın, maşın!” dedi ve
kamyona doğru yöneldiler.
Ne ailelerine haber verebildiler, ne yanlarına bir
şeyler alabildiler. Üstelik Atacan yatak kıyafetiyle bulunuyordu. Kamyona
bindiler. Daha birçok insan vardı. Kasaba istasyonuna vardıklarında, tren sanki
yaşanacak dramı acı acı inleyerek haber veriyordu.
Tren kalkmak üzereydi. Kamyondan insanları bir koyun sürüsü gibi ite kaka indirdiler ve gelişigüzel vagonlara doldurdular. Atacan yaşlı olduğundan hızlı yürüyemiyordu, kalçasına ve sırtına dipçikleri yiyince yere kapandı. O yaşlı adamın feryâdı bütün acıları unutturdu. Nemli gözlerle herkes ona bakıyordu. Robot gibi iki asker, kollarından tutarak vagonun birine itiverdiler. Azim Berdi ve Yahya ne kadar feryâd ettilerse de seslerini duyuramadılar. Tren hareket etmişti, Azim Berdi vagonlara bakmak için vagonun önüne ve arkasına insanların üzerinden atlayarak ilerledi, fakat diğer vagonlara geçiş yoktu.
İnsanlar sanki üst üste istif edilmişlerdi. Vagonda
hiç oturak da yoktu, zaten ağır bir şekilde hayvan gübresi kokuyordu. Tren
Azerbaycan, Ermenistan ve Gürcistan’dan sürgüne gönderilen bütün kadın-erkek,
yaşlı-genç insanları taşıyordu. Yol güzergâhındaki bütün cumhuriyetlere
uğrayarak ve sürgün yolcularını alarak yoluna devam ediyordu. O gün sıra
Türkmenistan’a gelmişti. Hiç kimse nereye gittiklerini bilmiyordu. Yolcular
içinde Rus, Gürcü ve Ermeni çok azdı. Tren, uçsuz bucaksız steplerde günlerce
yol aldı. Akşam oluyor, karanlık basıyor, sabah oluyor, güneş doğuyor, sıcak yakıyor,
gece ise ayaz çarpıyordu. Açlık ve susuzluğa dayanabilenler hayatta kalıyor,
dayanamayanlar vagonun kapılarından rayların üzerine bir kum torbası gibi
atılıyordu. Belki atılanların içlerinde henüz ölmemiş hâlde can çekişenler bile
vardı.
Atacan’ın yaşlı yüreği bu acılara fazla dayanamamış,
iki gün sonra o da gözlerini hayata yummuş ve görevliler tarafından o da
vagondan aşağıya atılmıştı. Azim Berdi ve Yahya’nın, babalarını iki askerin
kollarından tutup sürüyerek götürdükleri an, onu son görüşleri oldu. Yürekleri
eriten feryât da ondan duydukları son sesti. O manzarayı hiç unutamadılar!
Azim Berdi ve Yahya aynı vagondaydılar, fakat
ağızlarını bıçak açmıyordu. Azim Berdi evde tek başına kalan eşi Cahan’ı, kızı
Eceş’i ve oğlu Nazar Muhammed’i düşünüyor, sürekli gözlerinden yağmur damlası
gibi yaşlar dökülüyordu. Şimdi onlar ne yapıyor, ne yiyip içiyorlardı,
başlarına bir iş gelse kim yardımlarına koşacaktı? Bazen bir, bazen birkaç gün
sonra tren bir yerleşim merkezinde duruyordu. Kimi yolcuları indiriyorlar,
yerlerine yenilerini bindiriyorlardı. Vagonlara yaklaşan seyyar satıcıların
yiyecekleri vagonun penceresinden çarpıp alanların midesine yiyecek bir şey
inebiliyordu.
Böyle günlerce, haftalarca steplerde yol aldılar.
Haftalar sonra tipi hâlinde kar yağan bir kampa vardılar. Her taraf bembeyazdı.
Zaten bir iki vagonluk insan ancak kalmıştı. Bazı vagonlar trenin uğradığı
istasyonlarda boşaltılmış, bazı vagonlardaki insanlarsa açlık, susuzluk ve
hastalık yüzünden ölmüşlerdi. Tren raylarının kenarları onlara isimsiz birer
mezar olmuştu. Belki de onlar öldükleri için şanslıydılar. Kampa ulaşanların
çoğu hastalanmıştı. Girişinde “Sibirya Islah Kampı’na hoş geldiniz” yazıyordu.
İnsanları sıra hâlinde gezdiriyor ve gruplar
hâlinde dağıtıyorlardı. Geride kalanlar tekmelendiği için, kurşunlananların,
düşüp donanların, can çekişenlerin, yaralananların üzerlerine basarak
yürüyorlardı. Hatta bazıları bile bile ölüme “Lades!” diyordu.
Götürüldükleri yerde birçok kamp vardı. Bu
kamplarda insanlar ağır işlerde çalıştırılıyor, akşam-sabah patates haşlaması
yiyorlardı. Havanın çok soğuk olması, bedenin takâtından fazla yorulması ve
gıdasızlıksa hayatta kalmayı zorlaştırıyordu. Kampı yöneten, çok acımasız
biriydi. Hastalık ve yaşlılık gibi nedenlerle iş yapamayanlara verilen ekmeğin
boşa gittiğini düşünüyor ve onların yaşamasını lüzumsuz görüyordu. Bir gün
kampta çalışacak hâli kalmamış yaşlıları toplamıştı. Ellerine kazma kürek
vererek bin bir zahmetle yan yana çukurlar kazdırmış, sonra hepsini o çukurlara
gömmüştü.
Azim Berdi’yle Yahya, ayrı kamplara düşmüşlerdi. Günler
sonra ancak karşılaşabildiler. Yahya iyice zayıflamıştı, sürekli öksürüyordu.
Kampın kuytu bir yerine oturdular. Yahya derin derin nefes alıyordu, kısık bir
sesle, “Ağabey, bizim suçumuz neydi de bizi buralara sürdüler? Babam yaşıyor mu
acaba? Biz buradan sağ çıkamayız!” derken öksürük krizi geldi ve dakikalarca
öksürdü.
Azim Berdi ise “Aklına kötü şeyler getirme!” dedi
kardeşine, “Kurtuluruz inşallah! Sen kendine dikkat et, şu hastalığını
atlatmaya bak. Babamızı yaşlı olduğu için belki de bırakmışlardır”.
Daha sonra Berdi şunları ekledi: “Benim suçum…
Tahta obasında bir cenaze namazı kıldırmıştım… Bir de babamın Muînü’l-Murît,
Rovnaku’l-İslâm ve Sebatü’l-Âcizin adlı kitaplarından komşu çocuklarına bazı
bilgiler okumuştum… Babam bu kitapları bulundurduğu için, ben de gençlere bu
kitaplardan okuduğum ve cenaze namazı kıldırdığım için bu cezaya çarptırıldık.
Senin suçun ise bizi ihbar etmeyişindir. Bütün suçumuz budur!”
Sonra Allah’a duâ niyâzıyla derin bir iç çekti
Berdi, “İnşallah kurtuluruz!” dedi…
Artık hemen her hafta Yahya ile görüşüyorlardı. Fakat
onun iyileşmesi için elinden bir şey gelmiyor ve çaresiz kalıyordu. Yahya her
geçen gün daha da kötüye gidiyordu. Kampın şartlarına ancak altı ay kadar
dayanabildi. Bir sabah, işçileri bir çukura birini atarken gördü ve vardığında
kardeşinin solmuş yüzü üzerine topraklar kapanırken yetişti Berdi. Kimseye bir
şey söyleyemedi. Sadece içinden “Hâlimizi görüyor ve biliyorsun Ya Rabbi!”
dedi. Ölüm sıradan bir şeydi. İnsanlar üzülmeyi ve sevinmeyi unutmuşlardı.
İnsanlar ölümü artık bir kurtuluş olarak görüyorlardı. Hatta ölenlere
imrenenler bile vardı.
Azim Berdi, sabırlı ve inançlıydı. Hep Allah’a
tevekkül ediyor, eşini ve çocuklarını düşünüyor, adeta onlardan yaşamak için
güç alıyordu. Bazen yaşlı Rus kadını Siveta, Azim Berdi’ye el altından ekmek
veriyordu. Merhametli bir kadındı o. Azim Berdi, Rusça bildiği için zaman zaman
onunla dertleşiyordu.
Dokuz yıl geçmişti, 1936’nın Temmuz ayıydı. Açan
kar çiçekleri, Azim Berdi’ye Türkmenistan’da Zemahşer obasındaki baharı
hatırlattı. O günkü gibi Sibirya’da hiç güneş görmemişti. Uzun süre güneşin
seyrine daldı. Toprağın ısınmasıyla, bitkilerin yeryüzüne çıkması gibi damarlarındaki
kanın hareketlendiğini hissetti. Çömelerek sırtını duvara dayadı, başını
avuçlarının arasına alarak göklerin derinliklerine doğru kayboldu.
Bu arada Azim Berdi’nin cezası bitmiş ve
Türkmenistan’a dönmüştü. Eve geldiğinde Eceş 13 yaşında genç bir kız, Nazar Muhammed
de 15 yaşında bir delikanlı olmuştu. Eşi Cahan, on yıl yalnızlığın acı yükünü
çekmekten hayli çökmüştü. Azim Berdi, Cahan’a sarılıyor ve “Cahan’ım! Artık
bütün acılar geride kaldı, önümüzde güzel günler olacak, ömrümüzün geri
kalanını huzûr içinde geçireceğiz” diyordu.
Bir gün eve bir ihbar kâğıdı geldi. Merkeze, ifade
vermeye çağırıyorlardı Azim Berdi’yi. Azim Berdi hemen o gün, gecenin bir vakti
at arabasına yatak, yorgan, tencere ve yükü hafif, pahası ağır ne varsa alıp
Karakalpakistan’a geçmeye karar verdi. Birinden diğerine oba oba dolaşıyor, bir
müddet bir obada kalıyor, dikkat çekmeye başlayınca orayı da terk ediyordu. Bir
zaman sonra tekrar Türkmenistan’a döndü. Fakat Halk Komiserliği’nin takibinden
kurtulamıyordu. 1943 yılında tekrar yakalandı ve 3 yıl hüküm giydi. Hapse
atılma sebebi, yine İslâm’ı yaymak ve SSCB’ ye karşı gelmekti.
Onu iki yıl boyunca kimse arayıp sormadı. Tam
hayatını bir düzene koymuştu ki, kendini Aşkabat’taki bir hapishanede buldu. O
ara Aşkabat’ta büyük bir yer titremesi oldu ve her yer yerle bir oldu. Bunu
duyan Cahan hapishaneye koştu ve ölüler arasında Azim Berdi’yi aradı, aradı,
aradı… Azim Berdi’yi bir türlü bulamamıştı.
Daha sonra Cahan, Azim Berdi’nin, 1948 yılının 4
Ekim’inde ifadesi alınmak üzere Dışoğuz’a götürüldüğünü öğrendi…
Kendine geldiğinde güneşin parlaklığı kaybolmak
üzereydi. Azim Berdi, çömeldiği yerden kalkarken bacaklarının uyuşmuş olduğunu
fark etti ve bir müddet zihnini toparlayamadı. Her şey o kadar netti ki, bu
gördükleri sanki bir rüyâ değildi. Bir hafta sonra, gördüğü rüyâyı aynen
yaşamaya başladı ve 1954 yılında, 81 yaşında ömrü damgalandı.