Bir sözcük sihirbazı: “Shakespeare”

23 Nisan 1564 tarihinde doğup 23 Nisan 1616 tarihinde vefat eden ve doğumunun üzerinden 450 yıl geçen Shakespeare, kahramanları içinde en çok kime benziyor diye sorulacak olsa, sanırım “Sözcükler, sözcükler, sözcükler” diyerek deli divane dolaşan çılgın adam Hamlet’e benziyor diye cevap verilir.

23 NİSAN 1564 tarihinde doğup 23 Nisan 1616 tarihinde vefat eden ve doğumunun üzerinden 450 yıl geçen Shakespeare, kahramanları içinde en çok kime benziyor diye sorulacak olsa, sanırım “Sözcükler, sözcükler, sözcükler” diyerek deli divane dolaşan çılgın adam Hamlet’e benziyor diye cevap verilir. Çünkü kelimelerle böylesine oynayan, İngiliz diline 2 bin sözcük kazandıran ve 30 bin kelimeyle eserlerini yazan, yarattığı kahramanlarla insan denen meçhulün peşine düşen ve yarattığı karakterleri insani halleriyle tanımlayan Shakespeare’in ruhunun kuytuluklarına girebilmek için eserlerinden yola çıkmaktan başka bir imkân bulunmamaktadır. Zira Shakespeare, oyunlarını öyle içten ve coşkun bir şekilde yazmıştır ki herhangi bir tiradında nefes alıp vermek bu coşkunluğu bozar, kahramanın kişiliğine adeta gölge düşürür. Bu yüzden “Hiçbir zaman onun dizesinin orta yerinde nefes alınmaz ya da verilmez” denilmektedir. Çünkü Shakespeare, kalemini kalbinin kanına batırarak yazan bir sanatçıdır ve insanı yürekten sarsan bir dile sahiptir.

Onun bu coşkun ve çağlar üstü bir sanatçı olmasının gizemini işte burada, daha doğrusu kullandığı coşkun ve şiirsel dilde aramak gerekir.

Shakespeare’in oyunlarındaki kahramanlara baktığımızda, onun ister erkek, ister kadın olsun, insanı çok iyi tanıdığını, hatta onların ruhlarının derinliklerine inerek karanlık yönlerini gün yüzüne çıkardığını söyleyebiliriz. 

Bence dünya edebiyatında insanı en iyi tanıyan üç büyük sanatçı vardır: Balzac, Dostoyevski ve Shakespeare.  Bunlardan ilk ikisi insanı belli yönleriyle tanımlarken, Shakespeare bir bütün olarak ele alır insanı. Örneğin Balzac, insanın cömertlik ve cimrilik gibi huylarıyla ele alır ve bu özelliklerin bir insanda nasıl nüksedeceğini bütün çıplaklığıyla ortaya koyar. Onun cömert, cimri, âşık ve sair karakterlerini tanıdığınızda, yalnızca onları tanımakla kalmaz, onların gerçek hayattaki karşılıklarını görürsünüz çevrenizde. "Bu adam tıpkı şu komşuma, şu arkadaşıma yahut kardeşime, babama benziyor" dersiniz. Yine onun kadınlarına baktığınızda annenizin, bacınızın yahut eşinizin bütün hallerini görebilirsiniz. Eşiyle çıkacak bir kadının kocasını saatlerce bekletmesini okursunuz romanlarında, ama karşınızdaki, kitap sahifeleri arasında kalan bir karakter değildir, nesnel karşılığı vardır hayatınızda. Kocasını bekleten kadın kahramanın, aslında gerçekte eşiniz olduğunu görürsünüz. Balzac’ın özellikle kadınları tanıması öncelikle yaşadığı şehirden kaynaklanır. Balzac Paris’te yaşamıştır, kadınlarla düşüp kalkmıştır, dahası ihtişam ve sefaletlerine tanıklık etmiştir. Bu yüzden kadını en iyi anlatan romanlara imza etmiştir. İnsanı tanıyan bir diğer yazar Dostoyevski ise sıkıntılı tiplerin yazarıdır. Ezilenleri, daha doğrusu katilleri, canileri, yoksulları, düşkünleri ve hastaları tanımlamıştır. Hasta ruhlu insanları böylesine derinlikli tanımlamasında saralı kişiliğinin etkili olduğu kadar, Sibirya’da hapis yatması da bu imkânı vermiştir. Bu yazarlar içinde kimliği ve kişiliği karanlıkta kalan yalnız Shakespeare’dir. Onun nasıl bir hayat sürdüğünü bilmediğimizden, ancak kahramanları üzerinden kendisini tanımlamaya çalışıyoruz. O da bizi "Dünya bir sahnedir" diyerek yarattığı kahramanlarla tanımlamaya çalışmıştır. Zira yarattığı karakterlere baktığımızda insanlığın bütün hallerini görüyoruz; krallar ve soytarılar, kadınlar ve erkekler, soylular ve soysuzlar, köylüler ve şehirliler, askerler ve memurlar… Bütün bu kahramanlarıyla yaptığı tek şey "yüzümüze ayna tutmaktır". Ayna olma işlevini de tiyatroya/sahneye yükler.
Shakespeare’in en büyük gücü, çok yönlü karakterler yaratabilmesi ve bunları kişilikleriyle konuşturmasıdır. Hatta daha ileri giderek şunu söyleyebiliriz: O, yarattığı karakterlerin içinden ne geçtiğini hissedebilen kişidir. Örneğin "Kısasa Kısas" oyununda, Viyana’daki tüm fuhuş evlerini kapatma kararı alan ve püritenler gibi görünün Angelo’nun içten içe şehvetle kavrulduğunu bildiği için, onu bu duygusuyla birlikte karikatürize etmiştir. Zira onun oyunlarında kahramanların içinden geçenleri dahi dikkatli bir okuyucu/izleyici hissedebilir.

Shakespeare’in oyunlarında kullandığı dil, çağrışımlı ve imgeseldir. Onun sözcüklere yüklediği manayı bilmeden eserlerini anlamak mümkün değildir. Tıpkı şiir gibi, imgesel ve çok çağrışımlıdır, bundan dolayı her kullandığı sözcük de birkaç anlama gelebilmektedir. Aslında bu çok çağrışımlı dil, kutsal kitapların dilidir. Zira kutsal kitapları çağlar üstü kılan olgu, sembolik anlatımlarında yatmaktadır ve bu yüzden çağlar üstü kalmayı başarmışlardır. Shakespeare de oyunlarında çift anlamlı, cinaslı sözcükler kullanarak birçok anlama gelen ifadelere yer vermiş, böylece eserlerini her zaman canlı ve çağlar üstü kılmayı başarmıştır. Bu bağlamda Michel York, "Shakespeare’in oyunlarının tıpkı Kitab-ı Mukaddes gibi yüksek sesle okunmak üzere kaleme alındığını, okullarda ders veren akademisyenlerin iç çekercesine mırıldanarak okumaları için yazılmamış olduğunu” yazar. Ayrıca York, onun dizelerinin dayanıklığından bahseder ve “Yıllarca aşırılığa kaçan, ağza alınmayacak hakaretlere göğüs gerebilmiş, hakkında yapılan çok çeşitli araştırma ve açıklamaların yükü altında kalmasına karşın dizelerinin canlılığı hiçbir zaman ezilmemiş, kaybolmamıştır.  (...) Shakespeare, kendine özgü her alanı kapsayan bilgisiyle insanın hem ruhuna, hem de aklına sonsuz bir eğitim kaynağı salar” der. Onun bir söz ustası, kelime sihirbazı olduğunu söylemek abartı olmaz sanırım. O, büyük ihtimalle eserlerini ilham eseri birkaç gün veya hafta içinde yazıyor olmalıdır. Çünkü onun hiçbir eserinde kurgu yoktur, içtenlik vardır.

Argo ustası

Shakespeare söz büyücüsüdür; ama onun en belirgin özelliği, argoyu ustaca kullanmasıdır. Edebiyatın ahlak olduğunu söyleyenler onun oyunlarındaki argonun künhüne varmış olsalar, belki dünya edebiyatının en ahlaksız yazarı diye tanımlayabilirler. Tabiî argodan beslenmeyen mizah hemen hemen yok gibidir. Shakespeare gerek mizahi oyunlarında, gerek trajedilerinde argoyu ustaca kullandığından, ona geçmiş zamanların underground yazarı diyebiliriz. Onun oyunlarında argo sözcükler, kaba saba küfürler -tabiî bunlar içinde en çok kullandığı “o...” sözcüğüdür- öyle çoktur ki günümüz algısında ahlaksız yaftası yememesi mümkün değildir. O, gerek yaşadığı devirde, gerekse günümüzde, büyüklüğünü sözcüklere yüklediği bu çok çağrışıma borçludur. Aslında argo, insanın en kendisi olduğu halidir. Nasıl ki terbiye edilmiş hayvan doğallığını kaybetmişse, terbiye edilmiş insan da doğallığını yitirmiş demektir. İnsanın medeniliği, doğal ortamdan/kırdan/köyden şehre göçüyle başlamıştır. Şehirden köye bakanlar köylüleri yabani, köyden şehre bakanlar da doğallıklarını kaybetmiş insanları görürler. Örneğin yakın bir tarihe kadar Anadolu’da köylünün şehirleşmesi (şehirli gibi giyinip şehirli gibi davranması) "soysuzluk" olarak algılanmıştır. Köylülüğün şehirlilik karşısında yadırganması, eğitilmemişlikten dolayıdır. Köylülüğün barbarlık, şehirliliğin medenilik sayılması da bundan dolayıdır.

Shakespeare kasabalı bir köylüdür, bu yüzden argosu güçlüdür. Onun en erotik ve en çok argo kullanan kahramanları hizmetçiler, köylüler, soytarı ve dalkavuklardır. Saray çevresindeki kahramanları da argo konuşur ama onların argosu çift manaya geldiği için sırıtmaz. Daha doğrusu Shakespeare, şehirli ve yahut saray efradından olan kahramanlarını küfürlü konuştururken kapalı bir dil kullanır. Böylece onların köylüler ve soytarılar gibi kaba saba görünmesini engeller. Hamlet, Ophelai’ya "Geneleve git" derken manastır sözcüğünü, bacakları arasından söz ederken “hiçbir şey” tamlamasını kullanır. Böylece kahramanları kendi doğallıkları içinde küfredip kaba saba sözcükler sarf ederken okuyucu/izleyici rahatsız olmaz. O yarattığı karakterlere argoyu yakıştırır. Bir kasabalıdır, bazısına göre köylüdür ama oyunlarında sarayın adab-ı muaşeretini çok iyi anlatır.

Shakespeare, kullandığı sözcüklerle adeta resim çizmiştir. Örneğin yaşlılığı  “sönen muma” , kralı “doğan güneş”e benzetir. Bundan dolayı “Kendi dilini kendi yaratmış” diye yazarlar. Onun “sözcükleri kullanmadaki başarısı genellikle doğalmış gibi kabul edilir; oysa yazarlıktaki ustalığının çıkış noktası burada yatar. Shakespeare’in sözlüğü andıran bir belliği vardır. Yazarken bir sözcüğü aradığını hayal etmemiz pek mümkün değildir. Büyük olasılıkla, sözcükler aklına gruplar halinde geliyor ve ona aralarından istediğini seçmek kalıyordu. Ben Jonson’un anlattığına göre, hiçbir yazdığını karalamaz, kendini kaptırdığında hiç ara vermeden ve hızla yazmayı sürdürür, kural tanımaz, dil hazinesine yeni katkılarda bulunur, denemeler yapar ve sözcüklerle bir tür caz yapar. Dile bu kadar özgürce yaklaşabilmesini, yaşadığı dönemde İngilizce gramerinin tam anlamıyla biçimlenmemiş olmasına da dayandırabiliriz”. Onun biyografisini araştıranlar, bu denli zengin bir sözcük hazinesine sahip olan Shakespeare’in tek bir kişi olduğunu bir türlü kabul edememiş, oyunlarını ancak birkaç kişinin bir araya gelerek yazabileceğini varsaymışlardır. 30 bin sözcük hazinesine sahip Shakespeare’i bugün dahi İngilizler anlamak için kafa patlatırlar.

Hayalet olmak, kadın kılığına girmek ve maske takmak…

Sebahattin Eyüpoğlu, onun için “Şair olarak yalnız İngilizlerin değil, bütün İngilizlerin en ünlüsü, en çok bilineni, insan olarak en az bilinenlerindendir. Shakespeare’in bilinen Shakespeare olup olmadığı bile bilinmiyor. Homeros’un Homeros, Sokrates’in Sokrates olup olmadığı gibi. Yalnız eseriyle var olmak buna derler işte” der ve ardından “İngiltere’nin dünyaya oynadığı garip oyunlardan biri de bu” diye yazar. 

Shakespeare’in bilinmez olması yahut şahsiyetinin bir muammaya dönüşmesi bana her zaman bilinçli bir şeymiş gibi gelmiştir. Çünkü Shakespeare, maske takmasını, kadınları erkek, erkekleri kadın kılığına sokmasını seven biridir. Oyunlarında kadın ve erkekler o denli yer değiştirir ki bazen kimin erkek, kimin kadın olduğunu şaşırırsınız. Oyunun başındaki bir karakteri bir başka sahnede farklı bir şekilde görebirsiniz. Kendisi de oyuncu olan Shakespeare, oyun oynamaktan öyle hoşlanır ki oyunları içinde oyunlar sergiler. Sonra maskeler taktırır kahramanlarına. Onun takıntılarından biridir maske ile kendini gizlemek ve cinsiyet değiştirmek. Hamlet’te "Hayalet" rolü ve "Antonius ve Kleopatra" oyunundaki Kleopatra rolünü kendisinin oynadığı söylenir. Hayalet olmak, kadın kılığına girmek ve maske takmak…

İnsan ister istemez şöyle bir soru sormak zorunda kalıyor: Acaba bir insan neden bu kadar kendini gizlemek ister? Neden bu denli çok maske takmaktan zevk alır? Kadını erkek, erkeği kadın kılığına sokmasının ne anlamı var?

Ancak Shakespeare'nin kahramanlarına taktığı bu maskeleri ne izleyici yadırgar, ne de oyuncular. Sanki insanlar rol yapmak için, kendilerini saklamak için, başka kişiliklere bürünmek için yaratılmıştır. Sırf bunu gerçekleştirmek için bütün oyunlarını çatışma ve çelişki üzerine inşa etmiştir sanki. Onun için hayat, görünen yüzüyle bir çelişki ve çatışmadır, görünmeyen yüzü ise bir muamma. Hamlet’in sorup cevaplayamadığı ve “Sözcükler, sözcükler, sözcükler” diyerek sayıkladığı, “Olmak ya da olmamak, bütün mesele bu! dediği hakikat... 

Vasiyetname

Shakespeare, ölmeden önce vasiyetnamesini yazıyor ama nedense kendi hayatını anlatan tek bir satır yazmıyor. İlginç değil mi? Okuyanlar bilirler, Hamlet’in ölüm sahnesinde Horatio ile Hamlet arasında geçen bir diyalog vardır. Horatio zehirli kupayı içip çok sevdiği dostu Hamlet ile birlikte ölmek ister. Ama Hamlet ona engel olur ve şöyle der: “Benim içeceğim şey o. Bak canım Horatio! Kimseler bilmezse olanları ne berbat. Bir ünüm kalır dünyada benim; yüreğinde bir yerim varsa...” Hamlet, Horatio’ya ölmemesi, kendisinin yaşadığı olayları geride kalanlara anlatması gerektiğini söyler. Hamlet’e bunu söyleten adam, nedense 30 küsur oyun ve birkaç şiir kitabı yazmasına karşılık hakkında hiçbir bilgi bırakmadan dünyadan göçüp gitmiştir. Bunun nedeni, Shakespeare’nin bizzat kendisinin bilinmezliğe gömülmek istemesidir. Zira o isteseydi, hayatı hakkındaki bilgilerin bize ulaşmasını sağlayabilirdi. Ama o gerçek kişiliğiyle değil, yarattığı kahramanlarla anılmamın peşindeydi. Bu yüzden vasiyetini yazdı ama hayatını yazmadı. Tıpkı oyunlarında maske takıp kişilik değişikliğine soktuğu kahramanları gibi kendini saklamak istedi. Böylece ardında 450 yıllık bir muamma bırakarak magazin sahifelerine konu oldu.

Eğer onun hayatı hakkında geniş bilgilere ulaşmış olsaydık, acaba o bu denli ilgi çeker miydi? “Elimizde Shakespeare ile ilgili ne kadar az tutanak bulunuyor. Yoksa kimliğini gizlemek amacıyla bütün mektuplarını, karalamalarını, hatta makbuz ya da faturalarına varıncaya kadar her türlü yazılı kaydı bilinçli olarak mı yok etti? Yoksa hepsi Globe Yangını’nda kül mü olmuştu? Bu kayıt yokluğundan yola çıkarak ele alamayacağımız bir sorun da Shakespeare’nin kimliği konusu olacaktır. Shakespeare adında biri gerçekten yaşadı mı, yoksa bu, başka birinin kullandığı takma ad mıydı? Bu ölümsüz dizeleri kaleme alan ölümlü kişi kimdi? Onun sözleri hep aklımızdadır, ama kimliğini saptamak imkânsızdır.”

Bakın, onun hayatıyla eserlerinin iç içe geçmişliğiyle ilgili şu anekdot ne kadar dikkat çekicidir: “Bir yönetmen, bir Shakespeare karakterinden ne kadar anladığını açıklamak için oyuncusuna ‘O bir azizdir’ ya da rolün psikolojine değinmek üzere ‘Çok mutsuz bir çocukluk geçirmiş olmalı’ derse, oyuncu hemen şu yanıtı vermelidir: Teşekkür ederim. Hangi sayfada böyle yazmış acaba?”  Gerçekten de Shakespeare ile ilgili bütün bilgilerimiz, oyunlarından bulup çıkardığımızdır. Örneğin oyunlarını incelediğimizde, bu eserleri yazan kişinin aynı zamanda bir tiyatro oyuncusu olduğu kanısına varıyoruz. Hamlet’teki oyuncuların saraya gelişi ve Hamlet’in onlara oynamaları için bilgi notu vermesi ve oyunculuk üzerine uzun bir nutuk çekmesini düşününüz, sırf bu sahnede tiyatro üzerine düşüncelerinden dolayı Shakespeare’nin açıkça kendinden bahsettiği tek eserin de Hamlet’in bu bölümü olduğu söylenir. Bence bu bölüm, aynı zamanda Shakespeare’nin bir oyuncu olarak kraliyete yalakalığından başka bir şey değildir. Çocuk tiyatroları yerine yetişkinlerin tiyatrosuna önem verilmesi üzerinde durur.

Shakespeare’nin yaşadığı dönemde gezici kumpanyalar varmış ve bunlar, köy ve kasabaları dolaşarak oyunlar sergiliyorlarmış. İngiltere’deki ilk tiyatro binası Shakespeare 10 yaşında iken yapıldığına göre, Shakespeare 10 yaşına kadar bu gezici kumpanyaları izleyerek büyümüş olmalı. Diyebiliriz ki İngiltere’de tiyatronun bir sanat dalına dönüşmesiyle Shakespeare’nin oyun yazarı olarak ünlenmesi paralel gelişmiştir. Shakespeare’nin seçtiğinin, konu bakımından orijinal olduğu söylenemez. Hatta düşünen her insanın aklına gelebilecek şeyler söylemiştir. Onun veciz olarak sarf ettiği sözlere baktığınızda sanki kendiniz söylemiş hissine kapılırsınız. Hani “Aklın yolu birdir” veyahut “Yürekten yüreğe yol vardır” derler ya, Shakespeare okurken aynı şeyi düşünür, aynı duyguyu hissedersiniz. Düşündüğünüz, hissettiğiniz, içinizden geçirdiğiniz bir sözcükle mutlaka Shakespeare’nin oyunlarında karşılaşırsınız. Bunun nedeni, onun hayatın içinde olması, büyük ihtimalle görüp yaşadıklarının verdiği ilhamı anı anına kaydetmesidir. Bundan dolayı Adrian, “Yaşam durmadan Shakespeare’yi taklit ediyor” der. Aslında yaşam Shakespeare'yi taklit ederken, Shakespeare de oyunlarıyla yaşamı taklit ediyor. Onun eserlerindeki devingenlik ve çatışmada bunu görmek mümkündür. “Tüm önemli karakterlerde, insanoğlunun ruhunda yaşattığı şiddetli karşıtlıklar ortaya çıkmaktadır. Hamlet’in bir yarısı hareket adamıyken, diğer yarısı da kararsız ve olasılıkları tartışmaya saplanıp kaldığı için hiçbir harekette bulunmayan kişidir. Macbeth hem şairdir, hem katil. Othello hem barışçıl bir komutan, hem de acımasız bir cani. Iago hem dostluğu tatlı bir adam, hem de zehirli bir yılandır."

Yaman çelişkiler

Shakespeare’nin kahramanları için öpüşmez, yalan söylemez ve ne yapacakları kestirilemez varlıklar olduğu söylenir. Bu genellemelerin doğru olduğunu düşünmüyorum. Shakespeare’de öpücük semboliktir; belki bugünkü sinema sahnelerinde olduğu gibi uzun uzadıya olmasa da öpüşme her oyununda vardır ve çoğu kez Hıristiyan ilahiyatından kaynaklanan -Yahuda’nın İsa’yı öperek ihbar ve ihanet etmesi gibi-  sembolik bir anlamı içinde saklamaktadır. Ne yapacakları kestirilemez deniliyor kahramanları için, oysa Hamlet’in daha ilk başından itibaren cinayet işleyeceğini herkes bilir. Othello’nun kıskançlık nöbetleri onu cinayete sürükler. Kral Lear, gerek yaşlılığı, gerekse taht ve taç anlamında düşmüştür ve bir daha kalkamaz. Shakespeare’nin kahramanları yalan söylemez ama insanları yanıltmayı oldukça severler. Bu yüzden hep maske takarlar ve birbirlerinin yerine geçerler. Yalandan hoşlanmayan bu kahramanlar, nedense kılık ve kişilik değiştirmeyi severler. 

Shakespeare’nin kahramanları aşk konusunda öyle içten, öyle inandırıcıdırlar ki aşka inanmayan biri, onun eserlerini okuyarak aşka inanabilir. Özellikle erkek kahramanların sevgililerine karşı yaptıkları iltifat sözcüklerini hangi kadın sevdiği erkekten duymak istemez? Yahut hangi erkek o dile sahip olarak kadınların gönlüne girmek istemez?  

Shakespeare’nin tanımlanması çok zor bir yazar olduğu kabul edilir. Öyle bir kişiliktir ki, onu tek bir cümlede ifade edebilmek, yalnız tek bir tanıma sığdırmak yahut herhangi bir şekilde özetlemek mümkün değildir. İnsana mahsus hangi özelliği ararsanız onda bulabilirsiniz. Örneğin İncil’i çağdaşı olan yazarlardan beş on kat daha fazla bildiği söylenir, oyunlarında İncil’i çağrıştıran kıssalar vardır ve İncil’den ayetlere göndermelerle doludur. Fakat o dindar biri değildir. Yarattığı karakterlerin içinde Othello ve Hamlet gibi gözünü kırpmadan cinayet işleyen, hatta ha bir insanı öldürmüş, ha bir sineği fark etmeyen bir duyguyla hareket eden kahramanlar yaratmasına rağmen, gerçek hayatta yumuşak, daha doğrusu efemine, homoseksüel biridir. Erkek kahramanlarının kadınlara ve sevgililerine karşı döktüğü dile bakılırsa, kadınlara karşı doyumsuz ve büyük bir şehevi iştah içindedir.

Ama aynı Shakespeare’nin sonelerinde sarışın bir genç oğlana yazdığı şiirler bütün bu düşüncenizi altüst etmeye yeter de artar bile ve oyunlarındaki kadın arzusuna gölge düşürür adeta. İster istemez “Hangisi gerçek Shakespeare?” diye sormak zorunda kalırsınız. Hatta Hamlet’in, Othello’nun herhangi bir kadınla yatıp yatmadığını merak edersiniz. Çünkü Shakespeare yaman bir çelişkidir ve bu yaman çelişkiden ilham alarak yaratır kadın ve erkeklerini.

Shakespeare’nin oyunlarının bize anlattığı hakikat, kadın ve erkeğin ezeli ve ebedi savaşıdır. Onun eserlerinde müstakil bir karakteri değil, kadın ve erkeğin birbirine karşı kurlarını, kavgalarını, savaş ve sevişmelerini görürsünüz. Bundan dolayı Shakespeare, keşfedildikten sonra her zaman ve her çağda tekrar tekrar zevkle izlenmiştir. Çünkü onun oyunlarının konusu, kadın erkek herkesin, bizzat yaşadığı şeydir.

Shakespeare’nin diğer büyük bir özelliği de hayal kurması ve oyunlarını izleyenlere ve okuyanlara hayal kurdurmasıdır. Hayal gücü oldukça geniş olan Shakespeare, oyunlarında İngiltere, İtalya, Fransa, Kıbrıs ve sair birçok ülke ve birçok şehri mekân olarak seçer. Oysa bildiğimiz kadarıyla bulunduğu ülkenin sınırlarından dışarı çıkmış değildir. Onun gitmediği ülkelerden, görmediği şehirlerden bahsetmesi, hayal gücünden dolayıdır. Öyle geniş bir hayal gücüne sahiptir ki, bir bakarsınız ülkeler fethettirmiş kahramanına, bir bakarsınız işgale uğratmış şehirleri. Küçük bir kasabadan çıkmış bir insan olarak krallıkları anlatır, denizlere açılır, Antonius ile Kleopara’yı buluşturur, Brütüs’ü Sezar’la karşı karşıya getirir, Timon’la şehre küser, Romeo’ya ölümcül aşklar tattırır. Yüzlerce kahraman yaratmıştır oyunlarında; krallar, soytarılar, kadınlar, erkekler, katiller, hainler, âşıklar, nefret edenler…

Hayal gücü güçlü olan Shakespeare, sanki ölümünden sonra ne olacağını bilmişçesine, mezar taşına “Beni rahat bırakın” diye yazdırmıştır.  Mevlana gibi bilinerek aşkın olmayı değil de Şems gibi bilinmezlik sırrına bürünmeyi kendine şiar edinmiştir. Bundan dolayı hayatı hakkında en küçük bir ipucu bırakmamaya özen göstermiştir. Aynı zamanda kendisini öldükten sonra rahat bırakmayacaklarını bildiği için “Beni rahat bırakın” diye yazmış mezar taşına.

Bir insan ancak onun kadar ileri görüşlü olabilir yahut bir şair ancak onun kadar sezgide güçlü olabilir. Öyle ya, öldükten sonra kendisini rahat bırakmayacaklarını bilebilmiş. Gerçekten de Shakespeare ölmüş ama ölümünün üzerinden 450 geçmiş olmasına rağmen, insanlar halen onun kim olduğunu merak ediyor ve hayatını araştırıyorlar. Aslında belki de o, bütün bunları sezdiği için bilinmezlik sırrına büründü ki insanlar kendisini her zaman merak etsin, her zaman ansın. Onun “Beni rahat bırakın” sözünü acaba “Beni rahatsız edin” diye yorumlayamaz mıyız? Çünkü o her şeyi zıddıyla görmüş, zıddıyla kahramanlarına ruh kazandırmıştır.  Bundan dolayı “Beni rahatsız etmeyin” derken, aslında “Beni rahatsız edin, her zaman tartışın” demek istemiştir.