Bir sıla-i rahim yolculuğu

Çatıya merdivenleri ekleyerek çıktı, kolanla kendini bağladı ve tam dediği saatte hâlletti işi, sağ olsun! Bacayı üç tuğla boyu yükseltip üstüne de teknoloji harikası alımlı çalımlı fırıldağı yerleştirdi. Şimdi baca muazzam çekiyor, babamın ocağı da tütmesi gereken yere doğru tütüyor. Ana babanın duâsını almak hem çok kolay, hem de çok ucuz. Geri basan bir bacayı onarmak bile size günlerce duâ etmelerine yetiyor.

BÜTÜN sene adliye koridorlarında, mahkeme salonlarında, cezaevinin hüzün ve rutûbet kokan görüş odalarında adalet aramaktan yorulmuş, yılsonu devirleri nedeniyle duruşmalardan bir haftalık boşluk bulmuşum, hiç durur muyum, memlekete gideceğim!

Ana babamın elini öpecek, köyümün, çocukluğumun havasını tâ ciğerlerime çekecek, sıla-i rahim yapacağım. Ne güzel bir deyimdir şu “sıla-i rahim”! Ne güzel anlatır meramını!

“Sıla-i rahim ne demek, Türkçesini söyle” diyene, “O zaten Türkçe, ben de başka bir dil bilmiyorum!” desem ayıp olur mu? Sevdiğin, anan baban, amcan dayın, toprağındır sıla-i rahim. Doğduğun, büyüdüğün yerlere gidişindir. Hasreti ayrı, kavuşması ayrı güzeldir! Hac gibi, Umre gibidir. Anlatılmaz, yaşanır.

“Sıla” ve “rahim” kelimelerini birbirine böylesi yakıştıran ve yapıştıran atalarımızın ruhları şâd olsun, bu deyim yaşadıkça hatırlansınlar inşallah!

“Kar kış! Yalnız gidemezsin!” diyenlere aldırmıyorum. “Bari uçakla, otobüsle falan git” nasihatlerine kulak tıkıyor, arabamla tek başıma yola çıkıyorum. Onlar bilmiyorlar ki, ben zaten kara kışa gitmek istiyorum. Hem o kadar da tedbirsiz sayılmam, hava durumu raporları yolculuğa engel olmayacak, hattâ keyifli hale getirecek kadar bir yağış bildiriyor. Bolu dağının eteklerinden ufak tefek atıştıran yeni karın acaba daha da artıp artmayacağı tedirginliğini eski karın keyfini katarak geçiyorum.

Yolculuk yalnız çekilmez, yola çıkarken yoldaş almak sünnettir, ben de biliyorum. Ama yoldaş yoksa yoldan mı vazgeçmeli? Hem yol dediğin, gerektiğinde yalnız gidilen ve gidilmesi gereken değil midir? O kadar da yalnız değilim aslında. Başlarını kar bürümüş tepeler, kıştan gelinlik giymiş çam ağaçları, insanoğlundan canını kurtarabilmiş tüm güzellikler bana yoldaşlık ediyor.

Radyodan ara sıra haber, çokça müzik dinliyorum. Anadolu yolculuğuna çok yakışan yanık halk türküleri dinliyorum flash bellekten. Uzun yola ilk çıktığımda Kâbe imamlarından Mahir Hoca’nın hatmini CD’den duruma göre bir süre dinlemekse en sevdiğim âdetlerimden. Kısacası, yanımda insanları da seviyorum, yalnızlığı da.

Marmara’dan başlayan yolculuk, Orta Anadolu’nun kuzeyinden geçip Karadeniz’e varıyor, köyüme 100-150 kilometre kala heyecanım artıyor, burnumun direği sızlıyor, kalbim pır pır atıyor. Babam aradı, “Geliyorum, yoldayım” dedim. Belli ki onlar da heyecanlı ve sevinçliler. “Ama dur, acele edip ikindiyi kaçırmayalım” diyor ve Çakallı’da mola veriyorum. Vakit geçmiş, bu mevsimde birkaç ihtiyar iyice sarındıkları kalın elbiselerinin içinde sessizce, titreye titreye ve alıştıkları âyetleri her rekâtta okuyarak namazlarını kılıp evlerine dağılmışlar anlaşılan. Şadırvanda soğuk suyla abdest alıp kendime geliyorum. Kollarımı açık bırakıyor, buğusunu seyrediyorum bir süre.

Namazdan sonra memleket karının üzerinde şöyle bir gezindim, yola baktım, yakına uzağa baktım, sonra “Madem buraya kadar geldin, şu Çakallı menemenini de bir tat!” dedim kendi kendime. Öyle ya, yıllardan beri buradan gelir geçerim, yolun tam burasını sağlı sollu saran menemencilerin birinde durmamış, kendime göz hakkını, esnafa da yol hakkını ödememişim. Büyük eksiklik!

Demek ki bugüne kısmetmiş. İçeri hareketli, müşteri bereketli... Yumurta yumurtalıktan çıkmış, soğan, salça ve acı biberin üzerine samimiyetin serpildiği bambaşka bir lezzet olmuş. Bunca yıl kendilerini ihmâl ettiğim için helâllik istiyorum ağır okka ustadan. İlgiden memnun, “Bundan sonra ihmâl etme bizi” diyor, tavşankanı bir çay ikram ediyor. Dışarıda içiyorum. Çok fazla üşütmeyen, insanı diri tutan bu yarı soğuk havayı seviyorum. Daha yolum var, mayışmaya gelmez.

Nihayet sağ salim köye varıyor, ellerini öpüyorum ana babamın. Sarılıyoruz. Anam bir yandan gülüyor, bir yandan gözleri sulanıyor. Bilmem, dünyada bundan daha güzel bir sahne var mıdır? Babam çok sevdiği sobasını yakmış, oğluna kavurma yapmış, ziyafet çekecek. Menemen ziyafetinden çıkalı da pek olmamış ama baba ocağındaki sofraya her zaman yer var. Oturuyor, yiyor, içiyor, konuşuyor, konuşuyor, konuşuyoruz... Babamın açık tutmayı âdet edindiği televizyonu kapatıyorum, resmen kıskanıyorum aramıza girmesini. O her zaman konuşur nasılsa babamla, şimdi biraz da ben konuşayım.

Ertesi gün bizim ihtiyar delikanlıları alıp ziyaretlere başlıyorum; kararlıyım, gidemedikleri ne kadar yer varsa götürecek, “Yeter” diyene kadar gezdireceğim onları. Bunca yoldan arabayı bunun için getirdim. Kiralık araç işini sevmedim; sanki araç kiralamıyorsun da adamın bütün mülkünü satın alıyormuşsun gibi senetler sepetler, imzalar taahhütler... Ne gerek var? Madem Allah vermiş bu bineği, binmenin tam zamanı!

Ziyarete tepedeki mezarlıktan başlıyoruz, orada sevdiklerimiz, bizden önce gidenler var. Bu ziyarette hüzün var, acı var, hasret var, derinden derine hissedilen dinlenme ve yolu bitirme arzusu var. Mezarlık karla kaplı. Bembeyaz karların üzerinde kimlik bildiren ve Fâtihâ bekleyen mezar taşları... Mezarlık ziyaretine bu mevsimde köyde kalmış birkaç ihtiyar komşu ziyareti de ilâve edip yine eve dönüyoruz.

Kardeşlerim de geliyor Ordu’dan, muhabbet iyice artıyor. Ünye Devlet Hastanesi’nde uzun bir zamandır son yolculuğuna hazırlanan teyzemi ziyarete gidiyorum bir ikindi vakti, beni tanıyor, seviniyorum. “Kur’ân okuyayım mı teyze?” diyorum, memnun oluyor. Okuyorum bir süre, Kur’ân hislerimize tercüman oluyor. Yasin’le, İhlâs’la, Fâtihâ’yla vedalaşıyorum teyzemle. Yaşlı ve yorgun vücudu daha fazla dayanamıyor amansız hastalığa, kısa bir süre sonra hayata veda ediyor. Allah rahmet eylesin!  

Dayıoğluna misafir oluyorum, kendi ineklerinin sütünden hazırladıkları peynir ve tereyağı ikram ediyorlar. Kendisi gibi çalışkan ve hamarat hanımı ve oğluyla her gün temizleyip eczane gibi tuttukları ahırlarını geziyor, her birinin ayrı bir adı olan ineklerini seviyorum. Daha önce hiç bilmedikleri hâlde değme ustalara taş çıkartacak bir beceriyle ördükleri taş duvarlarına “Maşallah” çekiyorum. Marifet iltifata tâbidir, henüz bitmeyen enerjisine büyük şehrin tecrübelerini de katarak köyde yeni bir yaşam başlatan İbrahim kardeşim, her türlü övgüyü hak ediyor. Sevgi ve övgüler karşılıksız değil elbet. Köye geldikten sonra, gelen gidenle bize doğal pekmez ve yoğurt gönderiyor, sağ olsun!

Hep gezmiyoruz tabiî, bizim ihtiyarların ufak tefek sorunlarını da çözüyoruz arada. Meselâ babamın sevgili sobası tütüyor. “Sobadır, tüter” diyeceksiniz. Efendim, elbet tüter de bu geri tütüyor, evi ise pise, dumana boğuyor. Baca iyi çekmiyor. Hâlbuki babacağızım daha birkaç yıl önce iyi çeksin diye dışarıdan ayrı bir baca ördürmüştü ama gel gör ki o da çekmiyor. Ev derenin hemen kenarında, rüzgâr kuvvetli esiyor, bacadan çıkıp gitmesi gereken duman evin içine doluyor. Çocukluğunda geçirdiği zatürrenin etkisi ile Ağustos ayında bile soba yakan babam, bu yüzden en büyük ihtiyacından ve keyfinden mahrum kalıyor.

Çocukluk arkadaşım Ali Usta’yı çağırdık. Gittik, Ordu’dan birkaç tuğla daha ve o tuğlaların başına uyacak 45’lik kocaman bir rüzgârgülü aldık. Usta işe başlamadan telefonuna baktı ve “Öğleden sonra saat üçte yağış yok, o zaman çıkabiliriz ancak çatıya” dedi. Şaştım kaldım! İnternetten saat saat hava raporu alıp işini ona göre plânlayan bir usta... Üstelik benim ilkokul arkadaşım! Aferin ulan Ali, helâl olsun sana!

Çatıya merdivenleri ekleyerek çıktı, kolanla kendini bağladı ve tam dediği saatte hâlletti işi, sağ olsun! Bacayı üç tuğla boyu yükseltip üstüne de teknoloji harikası alımlı çalımlı fırıldağı yerleştirdi. Şimdi baca muazzam çekiyor, babamın ocağı da tütmesi gereken yere doğru tütüyor. Ana babanın duâsını almak hem çok kolay, hem de çok ucuz. Geri basan bir bacayı onarmak bile size günlerce duâ etmelerine yetiyor.

Her güzelliğin bir sonu var, bu yazı da benim sıla-i rahim gezisi gibi kısa sürüyor ve burada bitiyor.

Doğduğumuz, büyüdüğümüz yerlere, ana babamıza, hısım akrabımıza daha çok gidebilmek duâsıyla hoş kalın, hoşça kalın!