Bir Osmanlı Cumhuriyeti: “Bosna”

Ve takvimler 1463’ü gösterirken geldi “millî Mesih”. Adı, “Fatih Sultan Mehmed” idi. On yıl önce Ortodoksların “Kudüs”ünü, yani Konstantin şehrini fethedip İslambol yapan Fatih, gök çelikten bir temren misali, Balkanların bir ucundan girmiş, öteki ucundan çıkmıştı. Bu esnada herkes gibi Bogomiller de korku ve telaş içindeydiler elbette. Zira her yeni gelen, önce onları vururdu. Sahipsiz, isimsiz, öksüz bir halk, elbette en kolay hedefti. Ancak sonuç hiç de öyle olamadı ve Fatih, her millete olduğu gibi onlara da bir eman verdi.

600 küsur yıllık tarih-i Osmanî’de bir eşi daha yok Hersekzade Ahmet Paşa’nın. İkinci Bayezid ve Yavuz Selim devirlerinde toplam beş kere sadrazamlığa getirilerek bir rekorun sahibi de olmuş. Hersekzade’nin dışında “Dersaadet” bürokrasisinde görev alan Hersekli ve Bosnalıların en meşhuru ise Sokollu Mehmet Paşa’dır. Şöhretinin yanında, belki de Osmanlı’nın en güçlü başbakanı da odur -meşhurluğu da oradan mülhem olsa gerek-. Ve o, Devlet-i Âliye tarihinde yükseliş döneminin zirve yıllarının lideridir. Bununla birlikte devlette, 1453’de başlayan “Rumlu devri”nin bitirilip “Boşnaklı devri”nin başlamasının yegâne ismidir Sokollu. Onun gibi, başbakanlık seviyesine ulaşmış bir başka Bosnalı da Lala Mustafa Paşa’dır ki, onun vezareti, Üçüncü Murat zamanındadır.

Birinci Ahmet dönemi sadrazamlarından Derviş Mehmet Paşa, “Boşnak” lakabıyla anılan bir başka Bosnalıdır. Dördüncü Mehmet’in Boşnak sadrazamı da Sarı Süleyman Paşa’dır. Bir başka sadrazam da Nevesinli Salih Paşa olup, o da Sultan İbrahim’e başbakanlık yapmıştır. Yukarıda sözü edilen Sokollu’nun oğlu Lala Mustafa Paşa da devlet ricalinden. “Sokolluzade” olarak anılan Mustafa Paşa, “Estergon Fatihi” olarak meşhur olmuştu. Dördüncü Murat döneminin Boşnak sadrazamı ise Topal Recep Paşa olarak görülüyor Osmanlı tarihinde.

Yaklaşık olarak 400 yıl bölgede kalan Osmanlı’nın Bosna-Hersek’ten ödünç aldığı devlet adamları, yukarıda adı geçenlerle sınırlı değil elbette. Binlerce bürokrat, on binlerce asker, Müslüman, hatta Turkuvaz olarak yeni devletine hizmette kusur etmemiş. Onların evlatları, günümüzde de “Türkleşmiş” olarak özellikle İstanbul’da yaşamaya ve ülkesine hizmete devam ediyor.

Uyan kan, uymayan doku

İçinde, başta Türkler olmak üzere Araplar, Kürtler ve diğer Müslüman milletlerin, Hıristiyan olarak Rumlar, Bulgarlar, Romenler, Makedonlar, Sırplar ve Hırvatların yaşadığı Osmanlı İmparatorluğu’nda “Osmanlı” kimdi peki? Ya da soruyu şöyle soralım: İmparatorluk’ta, salt Osmanlı diyebileceğimiz bir toplum var mıydı? Cevap: Evet, vardı! Ve o toplum Bosnalılardı.

Günümüzde de Bosnalının Osmanlılığı bitmedi, sürüyor. İmparatorluğun kurucu ve en büyük unsuru olan Türkler, 1918’den beri Osmanlı değiller. Hatta onların girdikleri “Cumhuriyet macerası”, bir nevi “Osmanlılık” yaftasından kurtulma hareketi olarak da değerlendirilebilir. Bu cenahta Osmanlı’dan ve Osmanlılıktan “Kurtuluş Savaşı”, yeni devletin de resmî politikası olmuş ve 1950 yılına kadar doludizgin süregelmişti. Bu tarihten sonra temel politika değişmedi ama o “doludizgin” koşu, sadece “tırıs”a indirgendi. Hem de çetin geçen karşı mücadeleyle...

Bırakın 1950’den sonraki yılları, daha dün Cumhurbaşkanı “Osmanlı Türkçesi” dedi diye yer yerinden oynamadı mı?

Osmanlı ve Osmanlıcaya karşı çıkanlar, bugün durdukları köksüz düzlemi ancak bu duruşlarıyla koruyacaklarını sanıyor ve bu sebeple haklılar “düşmanlık derecesi”ne varan redd-i Osmanlı çabalarında. Zira İmparatorluğa karşı ulus devlet anlayışının korunmasında “düşmanca tavır”ın şart olduğunu düşünüyorlar. Lakin global paradigmanın evrildiğinin ve dünyanın bir başka istasyona ulaştığının farkında değiller. Çünkü halen durdukları durak, bir önceki anakronist nokta.

Kendi pencerelerinden bakınca onlar da haklı. Karşı duruş, kendilerine bir başka kimlik ve değişik bir kültürel yapı kazandırıyor ki bu değişik kimlik, bidayette istenmiş onların atalarından. Lakin nihayetteki torunlardan istenmese bile geri dönüş olanağının kalmadığını zannediyorlar. Aslında böyle zannediyorlardı; bu noktada birinin çıkıp “kadim kök” diye bir başka arayışa girmesi ve “Selçuklu dedemiz, Osmanlı babamız, biz de Cumhuriyet oğullarıyız” diye hedef büyütmesi, elbette “beyaz envanter”de Stokholm sendromuna sebep olacaktı (olmaması şaşılası).

Dedik ya, onlar da haklı; bunca maddî ve manevî kazanımdan el çekmek kolay değil doğal olarak; kesilen “fatura”da bir belirsizlik varken kolay değil tabiî. Derler ki, “Çok olup Osmanlı’nın olacağına, az olsun, benim olsun”. Ne âlâ!

Burada bir soluklanalım ve birkaç paragraf öncesine dönelim. İmparatorluğun aslî unsuru olarak Turkuvaz envanter nasıl ki kendini yeni ırkî format içinde kimliklendiriyor ve bunu bir zorunluluk olarak hissediyorsa, Bosnalı için bunun tersi geçerli. Zira onun için yeni bir kimlik yok, hâlâ eski aidiyeti mer’i. Eğer Bosnalı, kendisine tıpkı Türklerin yaptığı gibi yeni bir hüviyet arayışına girecek olsa, “lügat” onlara kör, sağır ve dilsiz davranıyor. Ya da onların yeni kimliği ya Sırplık ya da Hırvatlık; başka çıkış yok!

Bunlardan biri Ortodoks Hıristiyan, diğeri de Katolik; doğal olarak Bosnalı ve söz konusu iki etnisiteyle imanî doku uymuyor. Ya kan? Kan uyuyor mu? Evet! Zaten sıkıntının kaynağı da bu; yani uyan kan, uymayan doku…

Teolojik ayrıştırma

20. yüzyılın sonunda dağılan devletlerden biri de “Yugoslavya” adı verilen federalist ülkeydi. İkinci Dünya Savaşı’nın akabinde Batılı kafa, Balkanlara haritasal bir çekidüzen verirken en çok Dalmaçya sahillerinde zorlandı. Zira bu bölge de tıpkı Kafkasya gibi iç içe geçmiş etnik unsurlardan oluşuyordu. Bunların en kalabalığı Sırplardı; zaten savaş evvelinde de bölgede Sırbistan Krallığı hükümrandı. Savaş sonunda kazananlar safında yer alan Rusya’nın Sovyet biçimi elbette bir krallık istemiyordu bölgede. Zira kral ve krallık komünisti bozardı. Bölgeyi dizayn etme yetkisi kazanan Sovyet lider Stalin’in, kendisi Gürcü olmasına rağmen ırkçı bir Rus gibi davrandığı görüldü. Ve bölgede yaşayan bir kısım halkın kullandığı dilin Slavcaya yakınlığından hareketle “Yugoslavya”, yani “Güney Slav Ülkesi” adını verdiği bir fedaralizmde karar kıldı.

“Federal” diyoruz, çünkü coğrafyadaki herkesin dili Slav benzeşi değildi. Mesela Makedonların lisanı tamamen farklı bir konuşma şekliydi, Slavcayla uzaktan yakından alakası yoktu. Ve mesela Voyvodina’da konuşulan dil, Macarcanın bir şivesiydi. Bunlar gibi, Slovenya’nın dili de Avusturya Almancasını andırıyordu. Bu çeşitlilik, organizasyonu federal bir şekle büründürdü.

Unutmadan… Yugoslavya’nın düz bastı Slav sayılması ve üniter bir şekilde yapılandırılmasının en büyük arka sebebi ise Büyük İskender’in tarihî kişiliği oldu. Aslen Makedon olan ve M.Ö. 330’da, 33 yaşındayken dünyanın en büyük imparatorluklarından birini kurmuş olan Grand Alexander orada dururken, onun halkını Slav saymanın ve sürüye dâhil kılmanın âlemi yoktu. Bu sebeple günümüzdeki nüfusu 2 buçuk milyon olan Makedon arazisi “Makedonya” diye ayrılınca, diğer ekalliyetten Arnavutça konuşan Kosova, Macarca konuşan Voyvodina, Almanca konuşan Slovenya da federatif oldu. Çaresiz, geride kalan Karadağ, Sırbistan, Hırvatistan ve Bosna-Hersek de “teolojik” düzlemde ayrıştırıldı.

Son dörtlünün dili kısmen Slavcayı andırıyordu ve toptancı bir yaklaşımla buralar tek çatı altına alınabilirdi ama olmadı. Zira Karadağ kendisini Slav, lisanını Slavca sayma niyetinde değildi. Çünkü denizin karşı kıyısıyla, yani İtalyanlarla akraba hissediyordu kendini. Karadağ kralları, İtalyan şehir devletlerinin “doç”larıyla kız alıp vermişti. Hatta son Karadağ krallarından biri, 1911’de Libya’ya asker çıkartan İtalya’yı başarılı kılmak için Osmanlı Devleti’ne savaş açmış ve Türk İmparatorluğu’nun yıkılışını hazırlayan Balkan savaşlarından birincisinin müsebbibi olmuştu. Yani akrabalık da bu dereceydi ve bir asalet aidiyeti şeklindeydi.

Dörtlüden Karadağ bu sebeple ayrışınca, geriye kalan Sırbistan, Hırvatistan ve Bosna-Hersek’i ayrıştırmak zor olmadı. Zira aynı veya yakın dilleri konuşan, aynı yahut yakın genetik kökten geldiği belli olan bu üç etnisiteyi bir çatı altında toplayacak ortak bir isim yoktu. Zira kültürel dokuları farklı olan bu üç toplum, ayrı ayrı dinlere inanıyordu: Bosna-Hersekliler Müslüman, Sırplar Ortodoks, Hırvatlar Katolik…

Hırvatlar ve Sırpların Hıristiyan olduğunu söyleseniz de onlar, inançlarına “mezhep” değil, “din” diyorlardı. Yani “Ortodoks dini”, “Katolik dini”… Hatta “Protestan dini”... Yukarıda sözünü ettiğimiz Slovenya’nın ayrışması, Almancaya benzeyen Slavca konuşmasından çok, inancının Martin Luter ekolünce yürüyor olmasındandı.

Nasıl oldu da benzeş bir dili konuşan üç, hatta dört, hatta beş toplum, kendilerini dillerine değil de dinlerine göre tarif etti? İşte mevzuun püf noktası, bu sorunun cevabında gizli!

Son söyleyeceğimizi başta söyleyelim. Zira bu toplumlar, henüz milli bir çatı altında değilken, yani komşu ve hısım boylar halindeyken, bir tiranın baskısı altında “Slavlaştırılma operasyonu”ndan geçirilmişlerdi. Ardından kısmen Slavcaya evrilen dillerini yanlarına alıp operasyon bölgesinden çıktık ve güneye çekildikleri görüldü. Belki de bu, Slavcadan bir kaçıştı. Ancak biçimlerine bakınca pek de kurtulduklarını iddia etmek mümkün görünmüyor.

Fakat onların kaderi kötüydü; ulaştıkları topraklarda da başka tiranların zorbalıklarıyla yüz yüze kaldılar ve orada da inançları üzerinde operasyon yapıldı. Bizans bunlardan bir boyu Ortodokslaştırırken, Latinler bir başka boyu Katolisizme mahkûm etti. Cermenlerin Protestanlığı da bir diğer boyun tercihi oldu. Böylece Ortodokslar Sırp, Katolikler Hırvat, Slovenler Protestan oldular. Ve dâhil oldukları yeni inanç biçimleri, aynı dili konuşmakta olan bu “akraba boyları” ayrı kültürel biçimselliklere zorladı. Bu durumda kendilerini ırkî özellik ve lisanları sebebiyle değil, dinsel tercihleriyle tarif etmeye başladılar. Daha doğrusu, onlara yeni inançlar enjekte edenler, bu sahipsiz toplulukları sahiplenirken birer de ad taktılar boyunlarına: Sırp, Hırvat, Sloven, Ulah…

Ancak bir grup vardı ki, onları ya zamanın ve bölgenin tiranları sahiplenmedi ya da onlar bir sahip istemediler. Bu nedenle kaybettikleri, sadece özgün dilleriyle sınırlı kaldı ve onlar, kendilerine önerilen “efendi dini”ni reddettiler, Ortodoks da olmadılar, Katolik de. Bu yüzden ırkî bir ad da alamadılar ve memleketlerinin adıyla anılır oldular: “Bosnalı”…

Ankaralı, Muğlalı ya da Trakyalı, Karadenizli gibi anılan “Bosnalı” topluluğa aslında bu “adsızlık cezası” inatçılıklarının göstergesi olarak verilmişti. Bu adsızlık cezasının ne menem bir ceza olduğunu biz Türkler ve diğer millet mensupları bilemez, ancak bir “araf milleti” olarak Bosnalılar iyi bilirler.

“Araftaki toplum Bosnalılar”a verilen tek ceza “adsızlık” değildi elbette. Hâkim efendilerinin dinlerine geçerek baskı ve zulümlerden kurtulan Sırp ve Hırvatların arasında kalmak da bir cezaydı. Bu ceza, demir mengenenin dişleri arasında kalmaktan beterdi. Bogomil inancını benimseyen bu araf milleti, yüzlerce yıl Balkanların öksüz, isimsiz, kimliksiz mazlumları olarak beterin de beterini yaşayarak korudular kendilerini. Ancak umutları hiç kesilmedi ve hep bir kurtarıcı beklediler. İşte onların “Mesih”i Osmanlı oldu!

Bogomil inancı ve karşılaştırmalar

Anlaşılan o ki, Bosnalıları bir nevi Mesih beklemeye iten şart, kendilerine özgü inançları, yani Bogomil mezhebi ve bu mezhebe olan imanî bağın gücüydü. Bir de mezhebin paganizme karşı duruşu ve pagancılığın Hıristiyanlık imanında şekillenen istilasına olan inançları bu noktada etkendi. Yoksa onlar da Sırplar gibi Ortodoks, Hırvatlar gibi Katolik ya da Slovenler gibi kolayca Protestan olabilirlerdi. Hatta öyle olmaları için Bizans, Latin ve Cermenler tarafından çok zorlandılar. Ancak onların Bogomilizme olan samimi bağlılıkları onları Bosnalı yaptı. Yani onların Bogomilyan inançtaki muhkem duruşları, bir nevi “inanç inatçılıkları” sayesinde Bosnalı olmalarına neden oldu. Ortodoks olsalardı Sırp sayılacak, Katolik olsalardı Hırvatlara dâhil edilecek, Protestan olsalardı Cermenik Sloven defterine yazılacaklardı. Dolayısıyla günümüzde Bosna adındaki bir ülkeden ve tabiî ki Boşnak tabirinden söz edilmeyecekti.

O halde Bosna’yı ve Boşnaklığı belirleyen iki unsurdan birincisi için “Bogomilizm”, ikincisi için de “Osmanlı” denilebilir.

Önce Bogomil inancına bakalım. Bir Hıristiyan mezhebi olan Bogomolizm, Ortaçağ Avrupa’sının dar çevreli inanç ekollerinden biriydi. “Akımın kurucusu, Bogomil adında bir köy papazıydı” diyenler var. Köy papazına ad olan ve “Tanrı’nın sevdiği kişi” anlamına gelen “Bogomil” adı, bir isimden çok, bir lakap ya da unvan olmalı. Adı her neyse, unvanı Bogomil olan papazı, önderi olduğu köy toplumu da sevmiş ve onun samimiyetine inanmış olmalı ki papazın dedikleri, çevredeki “deve dişi gibi” iri inanç ekolleri arasında kendisine yer tutmuş.

Bazı tarihçiler, “Ortaçağ gibi bir ortamda Hıristiyanların tek mezhebe derç olması hususunda yapmadığını bırakmayan ‘ideolojik tiranların’, bir köy papazının kendi küçük cemaatine, hem Vatikan’a, hem Fener’e göre ‘sapkın fikirler’ aşılamasına müsaade etmez ve onu başlamadan boğardı” diye düşünüyorlar. Bu tarihçilere göre Bogomilizmin köklerinin daha derin olma ihtimali olmalı. Bu ihtimallerden biri, bu inancın Fransisken keşişlerine kadar uzanıyor olması.

Söz konusu Fransiskenizm inancının ortaya çıkış tarihi 13. yüzyıl. 1200’lü yılların başında Assisili Aziz Francesko’nun kurduğu bu Hıristiyan tarikatı ezoterik bir anlayışa sahipti ve bağlılarının dağ yamaçlarında kurdukları manastırlarda keşiş münzeviliği dinî bir tercihti. İtalya’nın Umbriya bölgesindeki Assisi şehrinde, 1181’de dünyaya gelen Francesko, bölgedeki Katolik rahiplerden ders alarak başlamıştı teolojik serüvenine. Pek başarılı bir şakirt olamayan genç Francesko, ticarette de bir varlık gösteremeyince işi serkeşliğe vurmuş, ancak hayatının son döneminde fakirlere gösterdiği cömert tavır, onun etrafında küçük bir grup oluşmasına neden olmuşu.

1226 yılında, doğduğu şehirde hayatını kaybeden Francesko, öldüğünde bir grup fakir keşişin dinî önderi konumundaydı. Fakirlerden oluşan bu grup ve imanları, ölen liderlerinin aziz ilan edilmesinden sonra bir keşişler tarikatı olarak hayatiyetini sürdürdü. “Fransiskanlar” olarak bilinen tarikat, günümüzde de üç kol şeklinde varlığını sürdürüyor. Kanaatimiz o ki, Fransisken inancından bir başka grubun İtalya dışına çıktıkları ve Bogomilyanlar olarak dinî hayatlarını devam ettirdikleri ve de Bosna’da ikamet ettikleri fikri çok tutarlı değil.

Bogomillerin bir Fransisken uzantısı olmadığının bir başka kanıtı da Umbriya keşişlerinin tarikat armalarında yansıttıkları salip ve salipler grafikasyonudur. Oysa tek tanrıcı olan ve bu sebeple Teslis/Üç Tanrıcılık inancına ters düşen Bogomiller, Hazreti İsa’nın insan olduğuna inanıyor ve “Haç”ı reddediyorlardı.

Bir başka iddia ise, Bogomilizmin Aryanizm olarak da bilinen Ariusçuluğun son teolojik oymağı olduğu yönünde. 4. yüzyılda, İskenderiye’de yaşayan Arius’un en önemli hususiyeti, İsa’nın tanrısal karakterini reddetmesiydi -Bogomiller gibi-. Ancak Arius’un Bogomilyanlardan ayrıldığı nokta şu: Onlar, Mesih İsa’ya tam insan da diyemiyorlardı. Mesela Ortodoks ve Katoliklere göre İsa, Tanrı Baba’nın Oğlu ve Tanrı Baba kadar hakikî bir tanrıydı. Arius’a göre ise Hazreti İsa, ikinci derecede mukaddes ve asıl Tanrı’ya bağlılığı olan bir kutsaldı -bir bakıma paganizmdeki yarı tanrılar gibi-. Ortodoks ve Katoliklere göre İsa, hem ruhu, hem bedeniyle tanrı ve bu sebeple ezelî ve ebedî idi. Oysa Arius’un tanrı tarifine göre İsa’nın ruhu “tanrısal”, ancak bedeni “Âdemik”ti ve bu itibarla da başlangıcı olmayan, sonsuz ve her şeye gücü yeten gerçek Tanrı değildi.

Arius’un bu anlayışı, 3. yüzyılda ortaya çıkan Origines yazmalarında da vardı ve ona göre Oğul, Baba’nın buyruğu altındaydı. Bütün bunlara karşı Bogomilizmin “Tanrı” tasavvuru ne oydu, ne de bu. Onlar İsa’nın, ruhu ve bedeniyle bir insan olduğu fikrini benimsemişlerdi. Bu itibarla Bogomilizme Ariusçuluğun temel teşkil ettiği iddiasının da çok tutarlı olduğu kanaatini taşımamaktayız. Bu noktada konuyla ilişkilendirilebilecek bir başka inanç hareketinden söz etmek de gerekiyor. Bu inanç da tıpkı Bogomilizm gibi Ortaçağ’da ortaya çıkmış ve Vatikan tarafından sapkınlık olarak yaftalanıp aforoz lanetine uğramış olan Katharizm ya da Katharcılık.

12 ve 13. yüzyıllarda, Batı Avrupa ülkelerinde etkili olan Katharcılığın merkezi, Fransa’nın Aller bölgesiydi ve ezoterik tasavvuruyla biliniyor, bu yönüyle Bogomilciliği andırıyordu. “Arınmış” anlamına gelen “kathar” sözcüğünü kendilerine isim olarak seçen tarikat, reenkarnasyona inanıyordu.  Sufi teolojisi nedeniyle keşiş hayatını tercih eden Kathar bağlıları, kilise ve Fransız kralları tarafından birkaç kez imha edilmek istenmişti ki bunu 13. yüzyılda Haçlılar başardı.

Bu noktada bir Türk yazarın iddiası ilginçtir. Yazar, Simavna Kadısı Şeyh Bedrettin’in ortak mülkiyet fikrini Kathar öğretisinden aldığını ileri sürüyor. Araştırmak gerek… Fakat şunu söylemeden de geçmemek lazım: Ezoterik karakterli keşiş inançlarının hepsinde mülkiyet, tüzel kimlikte ve manastıra ait şekildedir. Dolayısıyla mal marda ortaktır. Zaten böyle tarikatlarda keşişlerin tek varlıkları bir lokma, bir hırkadan ibaret olup, onu da ihtiyaç sahipleriyle bölüşmeleri imanî bir yükümlülük olarak kabul edilmektedir.   

Katharların inançlarına gelince… Onlara göre Hazreti İsa, Tanrı’nın Oğlu değil; o da diğer insanlar gibi bir ruhtu. Ruhun kurtuluşa ermesi için birçok kere bedenlenmesi gerekiyordu. Evrende “düalite” ilkesi geçerliydi ve Satan’ın, yani Şeytan’ın egemen olduğu dünyanın ötesinde bir cehennemden söz etmenin anlamı yoktu. Zira cehennem, Şeytan’ın dünyasıydı. Temel öğretisinin verdiği ipuçlarına göre Katharcılık, İsa tasavvuru nedeniyle bir nebze Bogomilizme benziyordu demek mümkün.

Katharcılık Avrupa’nın batısında, Bogomilizm ise doğusunda vücut bulmuştu, ancak bunun bir anlamı yoktu. Zira reenkarnasyona inanan Katharcılığın daha doğuyla, Hindistan’la inorganik bir bağı olduğu görülüyor. Bu bağlamda Bogomilizmin de köklerini doğuda aramak gerektiği kanaatindeyiz. Ancak Katharcılık gibi Uzakdoğu’da değil, Orta Kuzey’de…

Orta Kuzey dediğimiz yer ise, Karadeniz’in kuzeyi, yani günümüz Rusya Federasyonu’nun Avrupa kıtasındaki bölümüdür. Bu itibarla Katharcılık ve Bogomilizmin orijin noktasında farklılıkları olsa gerek. Bu benzemezlik, temel inanç sistematiğini de farklılaştırmış görünüyor. Yani Bogomilyanizmin ruh göçünü kabul ettiğine dair hiçbir kayıt bulunmamakta.

Orta Kuzey’e dönelim… Henüz oralarda Slavlar yokken İskitler, yani Skythler olarak da bilinen Sakalar oturuyorlardı. M. Ö. 8 ile M. S. 3. yüzyıllar arasındaki 500 yıllık zaman diliminde, Kırım ve Pontik steplerini yurt tutan İskitler için İranî olduklarını söyleyenler olduğu kadar “Türkî” diyen tarihçiler de bulunmakta. Osetlerin ataları olduğu da iddiaların arasında yer almaktadır. Ancak çoğunluk onları “Saka” olarak adlandırıyor. Pers kaynaklarında da adları “Saka” olarak yazılıdır. Saka’nın bir Türk boyu olduğu, tarihin kaydettiği bir bilgidir. Bu arada Yunanlılar da İskitleri “Sakai” şeklinde isimlendirmişlerdi. Hepimizin bildiği Alper Tunga, İskitlerin en büyük hükümdarıydı ve “Acun Kağanı” olarak geçmekteydi destanlarda.

Temel inanç olarak din sayılırsa, Şamanizm’den beslenen, yani yalınkat ve basitliği sebebiyle hayatı “Ulu Ruh-Kutalmış Kağan-Bensavaşçı” üçlemesi üzerine kuran İskitler/Sakalar, tüm Türk boyları gibi yan yollara sapıp inancını dallandırıp budaklandırmıyorlardı. Bu sebeple diğer kavimlere göre “dinsiz” bile sayılırlardı. Zira ne inancın kozmolojik efsaneleri, ne menkıbeleri, ne azizleri, ne de ruhbanları vardı. Göçerlikleri nedeniyle mabedin ne olduğunu bilmiyorlardı ve ibadet yerlerinin adını bile koymamışlardı. Bu sebeplerle kolay din değiştiriyorlardı. Girdikleri her yeni dinlerinde de yalınkat oluyorlar ve bu sebeple her daim Ortodoksiyayı es geçip Heteredoksiyada karar kılıyorlardı. Zira Heteredoks inanç kolay geliyordu onlara. Dinlerin gayrikitabî olan bu anlayışları, göçerin hayatını değiştirmiyor ve yeni yeni yükümlülükler yüklemiyordu. Yani tercih nedeni de bu sorumsuzluktu. Bu itibarla Türklere teşmil edilerek şöyle denilebilir: Zerdüştçü değil, Manici oldular; Musevî değil, Karaî oldular; Hıristiyan değil, Bogomilyan oldular. Müslümanlıkta da ilk 500 yıl tercihleri Sufi İslam’dı. Ortodokslaşmaları ise Yavuz’dan itibaren ve bidayette siyasî sebeplerle, yani İran’dan ayrışmak düşüncesiyle oldu.

Doğu’dan Batı’ya Bogomil ve çektiği hasret

Dönelim konuya… Düalist/iki tanrıcı dinin kaynağı olan Persiyan coğrafyası nihayet Zerdüşt’le gelen tek tanrıcı dinle tanıştığında Makedonyalı İskender’in İran’a girmesine 258 yıl vardı. Buna göre, asıl adı Spitima olan Birinci Zerdüşt Rey şehrinde doğduğunda, İsa daha dünyaya teşrif etmemişti. M.Ö. 628 yılında doğan Zerdüşt, kırk yaşında yeni inancını yaymaya başladı. “Sarı develerin sahibi” anlamına gelen Zerdüşt unvanlı Reyli Peygamber, “tekçi” inancını “ikici inançlı” coğrafyada inanılmaz bir başarıyla egemen kıldığında dünyanın dikkatini çekti.

Dünya dediğimiz, “üçlü” ve “daha çoklu tanrı”ya inanmayı yeğleyen paganist unsurlardı. Düalist, Teslisçi ve politeist inançların her daim “Vahdet” dinine karşı koalisyon halinde çalıştıkları bilinen bir şeydi. Bu sebeple “düalist coğrafya”da ortaya çıkan Vahdet taraftarı Birinci Zerdüşt inancına karşı topyekûn bir savaş ilan edildi. Benzeri savaşların en belirleyici kozu, içten yıkma harekâtıydı. Bu harekâtın tek ve vurucu silahı ise Heteredoksiya idi. Ardından öldürücü darbe gelir ve bu darbeyi askerler vururdu. Paradigma değişmedi.


3. yüzyılda Zerdüştlüğe inanan Pers İmparatorluğu bünyesi yeni bir inanç doğurdu: Mani dini ya da Maniheizm… Mani dininin temel görüşü, tanrısal aydınlık ve karşıt karanlık üzerine bina edilmiş ikici bir tasavvuru ihtiva ediyordu. Yani Zerdüştlük, aradan geçen 300 yıl içerisinde başladığı yere geri dönmüş ve düalist din anlayışına tekraren başlangıç yapmıştı. İşte o sırada çıkageldi Makedonyalı İskender! Ancak önce Mısır’a uğramış, orada Menfis Tapınağı’nın Osiris rahiplerince “Tanrı” ilan edilmiş ve çantasına bir hediye almıştı: Bilgelik Tanrısı Hermes…

Makedonyalı Kral, Persiyan diyarın başkenti Persepolis’e girdiğinde 33 yaşındaydı. Ve çantasındaki hediyeyi Zerdüşt inananlarına takdim etti. Hermes, İran’da “Hürmüz” oldu ve karşısında bir (anti)tanrı buldu: “Ehrimen”… Bu netice, düalist Maniciliğin başarısıydı.

Mani dini, en parlak dönemini 8. yüzyılda yaşadı. Bu yüzyılda Orta Asya halkı, Mani’yi milli peygamberleri ilan ettiler. Tabiî Mani’nin zaferi, sadece Uygurları fethetmekle sınırlı kalmadı ve gözünü özellikle Mısır dışındaki Kuzey Afrika’ya ve Anadolu’ya hâkim Bizans’a dikti. Bu hayalinde başarılı da oldu. Önce Kuzey Afrika’ya göçtü, orada Ariusçu Vandallarla karşılaşınca sızmacı tavrını aldı. Lakin Vandal Kralı’nın sert tepkisi nedeniyle orada barınamadı ve Roma’ya geçti. Böylece Mani, Avrupa’ya ilk adımını atmış oldu. Sonra yürüdü, Bizans’ın kapılarına dayandı.

7. yüzyılda Konstantin adlı bir Hayk, Pavlus adlı bir ruhbanın müritlerinden birinden öğrendikleriyle iman edip etrafında bir cemaat halkası oluşturmuştu. Uzmanlar, Pavlus’un kimliğine dair karanlık bir perde çekiyorlar tarihin o sayfasına. Anlaşılan o ki, düalist bir Mani bilgesiyle karşı karşıyayız.

Konstantin, kurduğu cemaate “Pavlusçular” adını verdiğine göre, ondan çok etkilenmiş olmalı. “Ondan” derken, nakille kendisine ulaşan fikirlerinden söz ediyoruz. Düalist bir Hıristiyan mezhebi olan Pavlusçuluk ya da bir başka deyişle Pavlikiancılığın temel öğretisi, biri iyi, diğeri kötü olan iki tanrı varlığından söz ederek başlamasıydı. Bu inancın içine Mani Gnostizmiyle birlikte mevzuu Hıristiyanîleştirmek için ilk dönem İsevîliğin mezheplerinden Markionculuktan da bir şeyler katılmıştı. Anlaşılan o ki, “Birci İsevîlik”in yolu, henüz “Üçcü Hıristiyancılık” olmadan, “İkici Markionculuk”tan geçmişti.

Ve Teslis döneminde Pavlus, düalist Markion Hıristiyanlığıyla Maniciliği meczederek Nasranî Heteredoksiyasını mayalıyordu.

Konunun araştırmacıları diyorlar ki, “Doğu Anadolu’da doğan Pavlusçuluk/Pavlikancılık, doğumunun akabinde Bizans içinde çalkantılara sebep oldu. Kayser 3. Konstantin ve 2. İustinianos, mezhebi dağıtmak için seferler düzenlediler. İlk hamlede sindirilen Pavlusçuluğun 9. yüzyılda tekrar dirildiği ve Haçlı seferlerine kadar varlığını Ön Asya’da sürdürdüğü görülmekte. Anadolu’da iki kere vurulan Pavlusçuluk, 7. veya 9. yüzyıl kırımlarında iki kere çevreye saçıldı. Çevrenin en zayıf halkası Kafkasya’ydı ve kurucusu Ermeni olan bir hareketin Kafkasya üzerinden Orta Kuzey’e kaçışı en emin hamleydi ve o hamle gerçekleştirildi”.

Bir kısım araştırmacılar, Pavlikanların Trakya üzerinden Bulgarya’ya geçtiğini/kaçtığını var sayıyorlar. Ancak kanaatimizce bu olasılık imkânsız gibi; zira Ortodoksiya cephesinde “dalalet inancı” olarak suçlanan Pavlikanizmin üzerine yürüyen Konstantinopol’un, aynı zamanda kaçış kapısı olması namümkün. “Hamle Kafkasya üzerinden geçekleşti” demiştik, demir kapıyı geçen ve Karadeniz’in kuzeyindeki steplere ulaşan Pavlusçular iki şey yaptılar: Önce eski isimlerini sakladılar, sonra da “Bogomil” adıyla bölge insanı arasında tebliğe başladılar.

Hatırlayalım, bölge insanı kimdi? Tabiî ki İskitler/Sakalar değildi. Ancak insan unsuruna yeni ilavelerle devlet kurmuş olan öteki Türkler, Hazarlar ve Bulgarlar ve benzerleriydiler.


Bulgar Devleti’nin zaman içinde ikiye ayrıldığını biliyoruz. Bunlardan birine tarih Volga (İtil) Bulgarları, diğerine de Tuna Bulgarları diyor. Konumuz, “Tuna Bulgarları”…

Anayurttan göç eden ikinci grup Bulgar parçası Romanya üzerinden bugünkü Bulgaristan’a indiğinde, Heteredoks Hıristiyanlığı temsil ediyordu. Ve krallarının resmen Hıristiyan oluşuyla birlikte Bizans tarafından araziye yerleşme izni aldılar. Böylece Ortodoks Bizans’ın Heteredoks ortağı, daha doğru bir ifadeyle “sadık vassalı” oldular. Ancak soranlara inançlarının Bogomil olduğunu söylüyorlardı. Barışçıydılar; et yemiyor, adam öldürmüyor, fakirliği erdem sayıyor, yoksulluklarını mutluluklarının itici gücü olarak kabul ediyorlardı; tıpkı Orta Asya’daki Uygur Manihistler gibi...

Bogomilyan dünya görüşünün mistik tutumu, açlıktan kırılan Avrupa insanını büyülemekte zaman kaybetmedi. Kısa zamanda kıtanın dört bir yanında Gnostik-ezoterik mezhepler ortaya çıkmaya başladı. İtalya’da Patarini, Fransa’da Bougres, Tisserants, Albingens, İngiltere’de Povlikian-Poplikanus, Felemenk’te Piphles, Lombardia’da Gazari, Almanya’da Kefzer veya Macaristan’da Kacer olarak adlandırılan bu kabil mezheplerin ortak kaynağı Bogomil düşüncesiydi. Tabiî yazının başında sözünü ettiğimiz Fransız Katharcılığını unutmamak gerekiyor ki Katharcılık, Vandallardan kaçarak Roma’ya sığınan Maniciliğin yeni adıydı.

Son paragrafta yazdığım Avrupa panoramasında araştırmacıların ortaklaştıkları görüntüye hak vermekle beraber, katılmadığımız bir husus var: Bunca mezhebin ortak kaynağının Bogomilyanizm oluşu…

Kanaatimizce ortak kaynak Katharcılık olmakla beraber, Bogomilizm de onlardan biriydi. Ancak bir farkla Katharcılık çok katmanlı, kozmolojisi derin, öte dünyası renkli bir sistematiğe sahipken, sadece Bogomilizm, tek katmanlı öteden çok bu dünyası zengin bir “çiftçi-derviş” hareketiydi. Bogomilizmin bu özelliği bozkır ya da step halkının sade genetiğiyle alakalı olup, yukarıda sözünü ettiğimiz “Tanrı-Kutalmış Kağan-Ben” üzerine bina edilmiş olan basit hayat felsefesiyle doğrudan ilintiliydi. Tanrıya iman eden, inanan ve sadece kendisine güvenen bozkır insanı, yeni inancının düalist, içrek ve irfancı ağdasını zaman içinde özümseyemedi, hatta unuttu ve kendine has bir “tek tanrıcı gnos” oluşturdu kanaatimizce. Böylece Katharcılık ve diğerlerinden ayrıldı. Zaman içinde baskılara dayanamayan Katharcılık ve Katharcı düalist mezhepler, iki tanrıyı üçlemekte bir mahsur görmemiş olmalılar ki Katolisizm tarafından absorbe edildiler ve yok oldular.

Eğer Bogomilizm kök olarak Mani’ye irtibatlanıyorsa, Orta Kuzey Bulgarları ve İskit kalıntıları üzerinden yürüyen bu inanç, genetiğinde detaycılık olmayan bozkır insanının ruhunda aslına, yani bidayette tek tanrıcı Zerdüştlüğe geri dönüş yaşıyordu Balkan toprağında. Ve Zerdüşt, burada ikinci kez sokulmadı yılan deliğinde -ya da Menfis Osirisyanlarınca tanrı ilan edilen İskender’in ruhuna Makedonya’da-. Bizans’ın, Kutsal Roma’nın, İtalyan şehir devletlerinin, Macarların daha sonra aynı lisanı konuştuğu Sırpların, Hırvatların, Ortodoks Bulgarların baskılarına dayandı ve “Mesih”ini beklemeye devam etti “dünyanın isimsiz tek kavmi” olarak.

Fatih’in sahiplendiği ve Fatih’i sahiplenen millet

Ve takvimler 1463’ü gösterirken geldi “millî Mesih”. Adı, “Fatih Sultan Mehmed” idi. On yıl önce Ortodoksların “Kudüs”ünü, yani Konstantin şehrini fethedip İslambol yapan Fatih, gök çelikten bir temren misali, Balkanların bir ucundan girmiş, öteki ucundan çıkmıştı. Bu esnada herkes gibi Bogomiller de korku ve telaş içindeydiler elbette. Zira her yeni gelen, önce onları vururdu. Sahipsiz, isimsiz, öksüz bir halk, elbette en kolay hedefti. Ancak sonuç hiç de öyle olamadı ve Fatih, her millete olduğu gibi onlara da bir eman verdi.

Fermanda Bogomillerin din ve diyanetine karışılmayacağı, inançlarını selamet içinde yaşamaları için ne lazımsa yapılacağı kayıt altına alınmıştı. Artık onlar da Sultan’ın tebasıydılar -ki sultanların tebaları, onlar için evlatları gibiydi-. Bu tavırla Balkanlarda oraya buraya savrulmuş olarak yaşayan Bogomil grupları, yüzyıllardan beri ilk defa kendilerini güven içinde hissediyorlardı. Artık bir sahipleri vardı. Bu his onları, yeni efendiyle aralarındaki buz duvarını eritmeye sevk etti. İşte bu yıllarda bir uygulamaya da dâhil olmuşlardı: “Devşirme”...

Osmanlı’yla birlikte yaşadıkları 300 yıl, onları nihayet bir millet şekline getirmişti. Dünya ile Balkan milletleri de geçmişin öksüz Bogomillerini Boşnak ya da Müslüman milleti sayar olmuştu. 

“Boşnak” ve tabiî “Osmanlı”

Yaklaşık 100 yıldan beri asker ihtiyacının önemli bir kısmını Hıristiyanlardan sağlayan Osmanlı Devleti, “Pençik” sistemini devşirme yöntemine evirerek, bu uygulamayı daha derli toplu kurallar içerisinde devam ettiriyordu. Sistem, ihtiyaç hâsıl olduğunda bölgeye gönderilen devşirme memurları marifetiyle yürütülüyor ve çok özel teknik ve kurallar dairesinde Hıristiyan ailelerden 8-20 yaş arası çocuklar arasından seçilen asker adayları İstanbul’a sürülüyorlardı.

Sünnet edilip Müslüman yapılan çocuklar, Anadolu’daki belli ailelerin hizmetine veriliyor ve Türk-İslam kültürü içerisinde birkaç yıllık eğitimden geçiriliyorlardı. Daha sonra Acemi Oğlanlar Ocağı’na alınan devşirmeler, kışlada geçen askerlik eğitiminin sonunda yeniçeri kaydediliyorlardı. Ancak ocağa verilme esnasında titiz bir elemeden geçirilen çocuk devşirmelerin en zekileri ayrılıyor, devlete amir ve memur yetiştiren saray okulu Enderun’a kaydediliyordu. İşte yazının başında söz edilen, başta Hersekli ve Sokollu olmak üzere tüm sadrazamlar da bu okuldan yetiştirilen devşirilmiş Hıristiyan çocuklarıydılar. Bunlar gibi binlerce devşirilmiş çocuk, devlet hizmetinde görev almakla kalmıyor, geçmişleriyle farklı unvanlarda ilişki kuruyorlardı.

Ailelerini ve doğdukları yerleri unutmayan devşirme devlet adamları, özellikle Bosnalılar ve diğer Balkan Bogomilleri arasında heyecanla karşılanıyorlardı. İşte o zaman yeni bir şey öğrendiler milliyetsiz kavmin evlatları!

Bir zaman önce köylerinden alınan Bogomil öksüzleri, geri döndüklerinde parıltılı bir kimlikle dönüyorlardı: “Osmanlı kimliği”… Bu öyle bir kimlikti ki, gücü sınırsız, görkemi mükemmel, kendine güveni zirvedeydi. Ve her şeyden önemlisi, içselleştirilmesi o kadar kolaydı ki…

Daha dün anasından ağlayarak ayrılan çocuklar, artık “Osmanlı” olmakla övünüyorlardı ve mutlulukları da gözlerinden okunuyordu. Doğal olarak paraya da para demiyorlardı. Bu itibarla ailelerini görüp gözlüyor ve yeni efendiler, Hıristiyan ailelerin kayırılmasına da hiç karışmıyorlardı. İşte bu arada bir şey daha öğrendiler Bogomiller! Yeni efendiler de tıpkı kendileri gibi “Tek Tanrı”ya inanıyor, ona “Baba” değil de “Rab” diyorlardı. Sadece bununla kalmıyor, İsa’ya inanıyor ve onu “Oğul” değil, Musa gibi bir insan-elçi olarak görüyorlardı. Tıpkı kendileri gibi…


Bogomil büyükleri, öğrendikleri bu hakikat karşısında yeniden bir karar verme noktasına geldiklerini hissettiler. Nihaî kararlarını vermeleri zor olmadı ve kitleler halinde Müslüman olmaya başladılar. Bu noktada devletten istedikleri bir şey oldu: Devşirilmeye devam edilmek…

Aslında Müslümanlardan devşirme geleneği yoktu devletin, fakat bu kural Bosnalılar için bozuldu ve Osmanlı’nın verdiği yeni isimle “Boşnak” çocuklarının ordu hizmetine alınmaları, devşirme hukuku içerisinde devam etti. Devşirmenin devam etmesi, Boşnakları “Osmanlılaştırma” eyleminin adıydı aynı zamanda. Yani devşirilen her çocuk, çok özel bir statüye yükseliyor, kimlik kazanıyor ve milliyetsizlikten çıkarak “Boşnak” alt adıyla Osmanlı oluyordu. En önemlisi de onun yeni kimliği kendisiyle kalmıyor, ailesini de kuşatıyordu. Öyle bir zaman geldi ki, evlatları devşirilmemiş Boşnak aile kalmadı. Yani eskinin isimsiz Bogomilleri, inançlarında bir klas üste çıkarak Müslüman olmuşlardı. Bununla birlikte, belki de tarihlerinde unuttukları ilk isimleri hariç, ilk defa memleketlerinin adıyla değil, kendi adlarıyla anılıyorlardı: “Boşnak”…

Bunun da üzerinde bir başka aidiyetten bahşedilmişti kendilerine. Artık onlar “Osmanlılar”dı. Bogomil dolaması yoktu sırtlarında, Osmanlı kaftanı vurunmuşlardı. Kafalarında Bogomil külahı yoktu, yeniçeri börkü takınmışlardı. Bu topraklara indikleri uzun yıllar boyunca Bizans’ın ve Latinlerin vasalları olan Sırplar ve Hırvatlardan daha da üst bir sekide duruyorlardı. Ve üstelik onlardan çektiklerinin semeresini çıkartacak bir güç ve selahiyete sahip oldukları halde intikamın şeytanî çekiciliğine düşmeden, tıpkı bir Osmanlı gibi affetme büyüklüğünün uhrevî tadını damaklarında duya duya…

Boşnaklar Dönemi

Bosnalı Bogomillerin yarımadaya yayılmış olan muadillerinin başında Pomaklar geliyordu. Konuştukları dil arasında sadece şive farkı bulunan bu iki toplumun Bulgar toprağında yaşayan kısmının çektiği etnik sıkıntı Bosnalılardan geri kalır gibi değildi. Onlar da yarımadanın itilip kakılan öksüzlerindendiler; tıpkı Makedonya topraklarında yaşayan keşiş Bogomiller gibi… Onlara da kendi yörelerinde “Torbalı” deniyordu.

Osmanlı’nın coğrafyaya girmesi bir milat olmuştu. Sultanlar, tıpkı Bosnalıları önce Müslüman yapıp sonra bir kavmî isimle etiketlemesi gibi Bulgaristanlı ve Makedonyalı Bogomilleri de öksüz ve yetim koymadılar. Bulgar Bogomil toplumu, Müslüman olduktan sonra “Pomak” adını aldı. Makedon Bogomilleri de Din-i Mübin’e girdikten sonra “Torbeş” şeklinde isimlendirildiler -yani Torbalı Dervişler-.

Boşnak, Pomak ve Torbeşler içinde Osmanlı, en çok birinciyi sevmişti; bir bakıma devletin tüm kapılarını açmıştı onlara. Bu itibarla İmparatorluğun en ünlü sadrazamları onların arasından çıktı. Sadrazamın altında yer alan makamların tamamına onlarca, hatta yüzlercesi oturtuldu. Aralarından devletlerine ihanet etmiş bir tane bile hain çıkarmamış olan bu insanlar, kendilerine sağlam bir din ve milli bir aidiyet kazandırmış olan Devlet-i Âliye’nin bir dönemine adlarını verdiler. 1561’den itibaren sadaret makamına oturan Sokollu’yla başlayıp 1826’deki Vakay-ı Hayriye’ye, yani yeniçeriliğin lağvına kadar geçen zaman dilimine bazı tarihçiler “Boşnaklar Dönemi” dediler.

Boşnaklar, onca ağırlığına rağmen Osmanlılığı sırtlarında taşımaya devam ettiler. İyi de ettiler! Zira bu hamallık sebebiyledir ki, Yugoslavya kurulurken, kurucuların aklına Boşnak halkını Sırbistan, Hırvatistan, Slovenya ya da Karadağ’a dâhil etme gelmedi. 

Osmanlılığı sırtında taşıyan millet: Boşnaklar

Devletler de canlılar gibi fanidirler. Doğar, gelişir ve yıkılırlar. Bu kaçınılmaz bir süreç, hatta kaderdir. Osmanlı da bu kaderden kaçamadı ve 600 yıllık bir ömrün ardından emr-i Hakk vaki oldu, İmparatorluk çöktü. Osmanlı eski yurtlarından çekildi ve Anadolu’ya hapsoldu. Devletin boşalttığı topraklarda yaşayan toplumların neredeyse tamamı Osmanlı’nın çekiliş günlerini bayram ilan etti. Ancak sadece Boşnaklar ve tabiî Pomak ve Torbeş toplumları bu hayhuya katılmadılar. Gariptir, Osmanlı’nın gidişinde düğün bayram eden Balkan toplumlarından biri de Arnavutlardı. Oysa onlar da tıpkı Boşnak, Pomak ve Torbeşler gibi Müslümandılar. Belki aradaki tek fark, Arnavutların Bektaşî, Boşnak ve diğerlerininse Sünni olmalarıydı.

Resneli Niyazi’leriyle Devlet-i Âliye’ye asi olan Arnavutları bu ihanete sevk eden sebep Bektaşî oluşları değildi aslında. Onlar da Araplar gibi ulusal devletlerinin peşine düşmüş ve koşup kendi maceralarına gitmişlerdi. Bu yüzden sevinçliydiler. Fakat Boşnaklar hüzne gark olmuş halde ağlaşıyorlardı. Hatta toplumun önemli bir kısmı anavatanını terk edip Anadolu’ya göç etmişti. Boşnakların hüznüne neden, ilk defa ele geçirdikleri “meşru-i aidiyet”lerinin ellerinden kaçmasıydı. Onlar tekraren milliyetsiz öksüzler arafına düşmekten korkuyorlardı.

Neyse ki beklenen, beklendiği vahamette olmadı. Türkiye Cumhuriyeti, konduğu Osmanlı mirasını reddetti. Böylece Osmanlılık orta yerde kaldı. Bir ateşten gömlek halini almış olan eskinin şanlı aidiyetini herkes kapısından kovarken, onu evine buyur edecek olan tek toplum Boşnaklardı. Boşnaklar, onca ağırlığına rağmen Osmanlılığı sırtlarında taşımaya devam ettiler. İyi de ettiler! Zira bu hamallık sebebiyledir ki, Yugoslavya kurulurken, kurucuların aklına Boşnak halkını Sırbistan, Hırvatistan, Slovenya ya da Karadağ’a dâhil etme gelmedi. Boşnaklar, “Müslüman milleti” adıyla ayrı tutuldular ve kendi muhtariyetlerinin maliki oldular. Osmanlı’yla birlikte yaşadıkları 300 yıl, onları nihayet bir millet şekline getirmişti. Dünya ile Balkan milletleri de geçmişin öksüz Bogomillerini Boşnak ya da Müslüman milleti sayar olmuştu.

Çare “Osmanlı kalmak”

Evinde Osmanlı yemekleri yiyen, sivil hayatı içerisinde Osmanlılar gibi giyinen, Sarajevo Başçarşı’sında Osmanlı esnafının ahlak anlayışını kendisine bayrak edinmiş olarak ticaret hayatında atalarından öğrendiği şekliyle dürüst davranan, günlük hayatında icap eden birçok selamlaşmayı “Bayram mübarek ola” misali Türkçe söylemeye devam eden, bilhassa yaşlı kadın ve erkeklerinin giyim kuşamında Anadolu insanıyla eşleşen, aile içi ilişkilerinde Osmanlı’nın temel halkı gibi güçlü bağlarını koparmamış ve saygı-sevgi temeline dayanan akraba ilişkilerini devam ettiren, toplu taşım araçlarında kadın, yaşlı ve hastalara yer verme âl-i cenaplığını gösteren, aralarından hâlâ palabıyık bırakan delikanlılar çıkarmayı sürdüren bu toplum, ne Sırplara, ne Hırvatlara, ne Karadağlılara, ne de diğer Balkan kavimlerine benzer. Ve elbette Bogomil de değildir artık, “Boşnak Müslüman” milletidir, lakin tarihteki prototipi Osmanlı’dır.

O halde “Halen hayatiyetini devam ettiren Osmanlı milleti” de denilebilir bu halka. Ya da ruhlarına ve görünür hayatlarına sinmiş olan Osmanlılığı soyunduğunda yeniden “kimliksiz öksüzler” şekline dönme felaketini potansiyel olarak içlerinde barındıran bu küçük kavmin ezelî derdine Osmanlı olmaktan başka hiçbir ilaç kâr etmez. Osmanlı olmak, onların kaderi ve tek var olma sebebi. Kısacası, istikbale açılan bir başka geçit yok onlar için. Buna rağmen…

Sonuç

Yarım asra yakın bir süre, bir karabasan geçti bu toplumun üzerinden ki, o karabasanın adı komünizmdi. Bir bakıma insan fıtratına mugayir bir sistem olarak komünizm, uygulandığı hiçbir ulusta Boşnaklardakine benzer, onların ruhunda oluşturduğu negatif etkiyi yaratmadı. Aynı zamanda bir “milliyetsizleştirme projesi” olan komünizm, bir süre sonra uygulandığı toplumlarda dönüştü ve faşist bir ırkçılık olarak yeniden tarif etti kendini. Sırplar, Hırvatlar, komşu Bulgarlar ve diğerleri, kendilerini, ırklarına mensubiyet arzusunun hastalıklı sarnıcında buldular ve etraf ekalliyeti asit kaynarlarıyla eritme hastalığına düçar oldular.

Sadece Boşnaklarda durum böyle olmadı. Sistem, maalesef onların üzerindeki Osmanlılığı ve ruhlarındaki Müslümanlığı soydu. Bu işlemin neticesinde onlardan geride sanki bir baş soğan kaldı. Zira soyundukları aidiyet dışında girecekleri hiçbir kimlik yoktu. Artık Bogomil bile olamazlardı. Ortalıkta üryan yetim kurbanlar olarak kalakalan bu toplum, “iç edilmenin zalim saldırısını” üzerinden çekilen “Osmanlı eli” sebebiyle yaşadı. Üryan vücutları, 150 yıl önce ölen Osmanlı’nın ruhu buharlaşınca “mahşerin kuzuları”na döndü. Kuzular ise, kurtların “aperatifiydi”, o kadar...

Neyse ki onlar, unuttukları/unutturuldukları Osmanlı ruhu tarafından terk edilmemişti. Boşnak ağaç sararmış solmuş, lakin unutulan kök Osmanlılığını sürdüregelmişti. Zaten ot da kökün üstünde biterdi ya... Üzerlerinden geçen savaş buldozeri, onlara Boşnak olduklarını ve bu ismin kendilerine ödünç verilen bir aidiyet olduğunu, Boşnaklığın içini dolduracak tek değerin Müslüman Osmanlılık olduğunu anımsatarak Osmanlı ruhunu tekrar üfledi bedenlerine. Bu üflemedir ki, “araf toplumu”nu yeniden dirilten dinamik oldu ve üryan delikanlılarını şehit ala ala zafere itti.

Tabiri kabil olmayan acılar sonunda savaş bitti. Barut dumanlarına bidayette “komünist kimliksizliği” ile dalan Bosnalılar, öte yandan Müslüman Boşnaklar olarak yeniden doğruldular. Osmanlılık ise ta başından beri, onların bir devlete sahip olmalarının itici gücüydü; muhtariyeti de onun etkisiyle almışlardı.

Savaşın nihayetinde devletlerini istediler ve aldılar. Yeni devletin adına, şartların güç yetmez ağırlığı nedeniyle ve zoraki “Bosna-Hersek Cumhuriyeti” dediler. Lakin onlar, yüreklerindeki saklı ad konulmamış olsa da bir “Osmanlı Cumhuriyeti”nin idealist vatandaşları olarak yaşıyorlar şehitleriyle koyun koyuna bugün. Ve cumhuriyetlerinde “Son Osmanlılar” olarak yaşamaya da niyetliler…