Bilim, bilimin doğası, vahiy ve akıl

Vahiy bilgisi, değerini hiç kaybetmeden günümüze kadar gelen en sağlam ve en güvenilir bilgidir. Yeryüzünde henüz “bilimsel bilgi” ve hatta “bilgi” denilen bir kavram bile yokken, insanın tek bilgi kaynağı vahiydi. İlk insan, bütün insanlığın atası olduğu gibi, aynı zamanda vahiy bilgisi ile aydınlatılan bir peygamberdi; çünkü o, vahyi anlayıp idrak edebilecek bir donanımla yaratılmıştı. Vahiy, insan aklı ile kavranması ve idrak edilmesi mümkün olan; ama insan aklının ürünü olmayan bir bilgidir.

“De ki, ‘Rabbimin sözlerini yazmak için denizler mürekkep olsa -ayrıca deniz üstüne deniz katsak-, yine de Rabbimin sözleri bitmeden denizler tükenirdi.” (18: 109)

***

EVREN ve onun ayrılmaz küçük bir parçası olan doğa, insanoğlu için derin bilinmezliklerle doludur. Büyük bir merakla bu bilinmezlikleri ortaya çıkarmaya çalışan insanlara “bilim adamı” diyoruz. Bilimsel araştırma, insan hayatında değerli bir eylem ve süreçtir. Bilim adamının doymak bilmeyen öğrenme tutkusu ve heyecanı, bilim yolunda karşılaşılan her türlü sıkıntıya dayanma gücü verir. İnsan, bilim yaparken hayatın anlamını ve “insan” olarak yaratılmanın sorumluluk bilincini daha derinden idrak eder.

Bilimin insana kazandırdığı en büyük manevî zevk, mikro ve makro kozmosun sonsuzluğuna doğru yolculukta duyulan metafizik ürpertidir. İşte bilime derinlik kazandıran tefekkür de buradan başlar!

Bilim, evrendeki yasaları sistematik ve bir dizi akılcı yaklaşımla (bilimsel metot) bulma, çözümleme ve nasıl işlediğini açıklama sürecidir. Bilim bir süreçtir, devam edip gider. Bilimde hiçbir zaman son söz söylenmez; çünkü bilim, bilimsel araştırmalar sonunda elde edilen teoriler üzerinde durur. Teoriler ise devamlı değişir.

Yeni bilimsel bilgi, sistematik gözlem ve deney verilerinin özgün yorumlarına dayanan, belli bir dilde üretilen yeni kavram ve terimlerdir. Bilimsel bilgi, mutlak gerçeklikten uzak ve izafî bir bilgi olsa da nesnel dünyaya ait güvenilir bir bilgidir. Bilimsel bilgiyi güvenilir yapan, bilginin bizzat kendisi değil, bilgiyi elde ederken kullanılan yöntemdir. Bilimsel yöntemle kazanılan bilgilerden, sonunda bir bilim kültürü ve edebiyatı (literatür) oluşur. Bilimi oluşturan unsurlar genel olarak şöyle formülleştirilebilir:

Bilim=Tefekkür + Merak + Gözlemsel ve Deneysel Veriler + Özgün Yorum (İnsanî Yaratıcılık)

Bu, aynı zamanda insanın bütün donanımlarının bilim yapma sürecinde nasıl harekete geçirildiğinin de basit bir formülüdür.

Formüldeki unsurlar olmadan, insan bilim yapma sürecine girmiş olmaz. Bilim, bir süreç olarak formüldeki elemanların toplamıdır. “Tefekkür”, “merak” ve “insanî yaratıcılık”, bilimsel çalışmanın ruhu, motoru ve ivmesidir. Merak harekete geçirir, tefekkür ve insanî yaratıcılık ise bilime ve bilimsel bilgiye bir anlam ve derinlik verir. “Gözlemsel ve deneysel veriler”, bilimsel bilginin nicel ve nesnel dayanaklarıdır; ancak tek başlarına bilimsel bilgiye tekabül etmezler.

Bilimde son süreç, insan zihninin verilere dayalı özgün yorumları veya insanî yaratıcılığı ile tamamlanır. Elde edilen bilgi veya varılan sonuç, doğadaki bir olayın geçici açıklaması veya bir problemin çözümüdür. Gerçekten bilimsel araştırma sürecinde ortaya çıkan büyük bilimsel teoriler, özünde “yanlışlanabilirlik” potansiyeli taşıyan geçici açıklamalardır. Yani teorilerdir.

Belki teknolojinin doğasında bazı fiziksel sınırlamalar, toplumsal talepler, pratik hayatın getirdiği baskılar ve acelecilikler etkin birer rol oynayabilir, ama bunu temel bilimler için düşünmemiz mümkün değildir. Buna rağmen, günümüzde birçok insanın kafasında hâlâ “bilim = teknoloji” (bilim eşittir teknoloji) şeması mevcuttur; oysa gerçek şema, “bilim ≠ teknoloji” (bilim eşit değildir teknoloji) olmalıdır. Bilim ve teknoloji, ikiz kardeşler gibi hep bir arada zikredilir ve gerçekten de birbirlerini etkilerler; ama hiçbir zaman biri, diğerinin yerine ikâme edilemez. Bir mühendisle bir temel bilimcinin problemlere ve olaylara bakışı her zaman farklı olmuştur. Belki mühendis, geleceğin teknolojisi ile ilgili bazı hayâller kurabilir, ama pratik hayatın ihtiyaçları ve toplumun acil talepleri, onu “güncel” olana doğru sürükler. Temel bilimlerdeki hasbî özgürlüğü, tefekkürü, insanî yaratıcılığı, felsefeyi ve bilimin uçsuz bucaksızlığını teknolojide bulamayız.

Temel bilimi bugünkü gibi sadece yöntemden ibaret görmek ve bilim adamını da bu standart bilimsel yöntemi kullanarak problem çözen bir teknisyene benzetmek doğru bir yaklaşım değildir. Tefekkürsüz ve felsefesiz temel bilim olmaz. Bilim adamının bir mütefekkirlik ve “insanî yaratıcılık” cephesi vardır. Ne yazık ki, bugün üniversitelerimizdeki birçok akademisyenin yaptığı iş, teknisyenlikten öteye gitmemektedir!

Sahip olduğu teknik bilgi ve birikimle, standartları önceden belirlenmiş bir yöntemi kullanarak veri toplamak ve genellikle işin rutin uygulama ve teknik tarafıyla ilgilenmek, bir kişiyi bilim adamı yapmaz. Resmî akademisyenlerin bugün “yayın” diye bilim dünyasına sundukları birtakım ruhsuz metinlere, sırf bilimsel yöntemlerle yapıldığı için “bilimsel bilgi” demek de yanlış olur. Alet ve cihazlardan elde edilen verilerin alt alta sıralanması ve birkaç cümlelik yorumla oluşturulan bir yayına “bilimsel” demeye dilimiz varmıyor. Birçok bilim adamı, bu tür yayınların bilime yeni yorumlar ve katkılar getirmediğini, hele paradigmayı zorlayacak hiçbir içeriğe sahip olmadığını bilmektedir. Ortada sıradan bir teknisyenin yaptığından daha farklı bir şey yoktur.

Tabiî bunları yazarken, benim de içinde bulunduğum akademik dünyaya fazla haksızlık yapmak istemem; zira günümüzde mevcut bilimin paradigmasını sarsacak bilimsel teoriler üretmek o kadar kolay bir iş değildir. Bilim adamı, hem teknisyen gibi bilgi elde edecek, hem de o bilgiye ruh veren özgün yorumlarını katacak ve insanî yaratıcılığını gösterecektir. İçinde tefekkür ve felsefe çeşnisi taşımayan bilgi, “bilimsel yöntem” ile üretilmiş olsa bile ruhsuzdur; çünkü okuduğunuz zaman beyninizde şimşekler çaktırmaz, sizi yeni fikir sentezlerine ve düşünce iklimlerine götürmez.

Oysa Einstein’in “İzafiyet Teorisi” için böyle bir şey diyebilir miyiz? Bu teori bize çok basit gibi gelse de, içinde yaşadığımız evreni, yakın çevremizi ve hatta sosyal olayları bile daha iyi anlamamıza yardımcı olabilecek bir anlayışı sunmuştur. Hiçbir şeyin çevresinden soyutlanarak anlaşılamayacağı, maddenin mekânda mutlak hareketinin anlamsız olacağı, bu teori ile ortaya atılmıştır. Bu teori, aynı zamanda insanların bu dünyaya ait ürettikleri bilimsel bilginin yüzde 100 doğru ve yüzde 100 yanlış olduğu düşüncesini de temelden sarsmıştır.

Bilimde “sonsuzluk” kavramı

Bilim tarihinin son 300 yılı, bize, insan aklının ve düşüncesinin sınırlarını nasıl zorladığını göstermiştir. İnsanlığın bilim ve teknolojide bugün geldiği düzey, 1960’lı yıllarda hayâl bile edilemiyordu. Bazı gelecek bilimciler (fütürologlar), bugünleri belli belirsiz tasvir etmiş, ama gerçeğin hayâli geçtiği bir tanımlama yapamamışlardı. Şu an, hayatın içinde dokunduğumuz gerçekler, fütürologların tasvirlerinin ve öngörülerinin çok ötesine geçmiş durumda. Alınan bunca mesafeye rağmen, bilim ve teknolojide son söz söylenmiş değildir. Belki teknoloji için zorunlu bazı fiziksel sınırlılıklar olabilir, ama bilim için böyle bir sınırlama yoktur.

Evrendeki uçsuz bucaksız bakir çalışma alanları ve çözülmemiş problemler, bize bilimin sonsuzluğa uzanan bir cephesi olduğunu gösteriyor. İnsan türü yeryüzünden silininceye kadar da bu durum fazla değişmeyecektir. Başka bir ifadeyle, insanın akıl gücü ve “insanî yaratıcılığı”, bilimin sonunu getiremeye yetmeyecektir.

Bazı bilim adamları, temel bilimlerin doğasında var olan bu “sonsuzluk” özelliğini görememiş ve hiç de akılcı olmayan öngörülerde bulunmuşlardır. Ünlü Fizikçi Richard Feynman, “Kanımca gelecekte şu iki şeyden biri olabilir: Birincisinde bütün yasalar bulunur, yani yeterince yasa bulunur, sonuçları hesaplayabilirsiniz ve sonuçların hepsi de deneylerle uyumlu olur. Bu da ‘yolun sonu’ demektir. Yahut da deneyler gittikçe zorlaşır, pahalanır ve siz, yasaların ancak yüzde 99,9’unu bulursunuz... Ancak sanırım şu veya bu şekilde sona varılması kaçınılmazdır... Yaşadığımız çağ (20’nci yüzyılı kastediyor-T.G.), doğanın yasalarını bulduğumuz bir çağdır ve bugünler asla bir daha gelmeyecektir. Son derece heyecan verici, harikulâde bir şey, ama bu heyecan yok olmak zorunda[i] diyor.

Gerçekten de, 20’nci yüzyılın ilk yarısına gelinceye kadar, çığır açıcı ve akılcı büyük deneylerin devri kapanmış gibi görünmektedir. Günümüzde yüksek teknoloji ürünü cihazlarla donanımlı laboratuvarlarda çalışmak bilim adamları ve araştırmacıların işlerini bir hayli kolaylaştırmış olsa da, bilimde derine gidildikçe karşımıza yeni çetin problemler ve bilinmezlikler çıkmaktadır. Francis Fukuyama tarihin sonunu getirirken, Feynman da Batı’nın saf akılcılığını yücelterek bilimin sonunu getirmiştir. Oysa ne tarih son bulmuştur, ne de bilim.

Tabiî ki “bilimin sonu” demek, evrenin bütün sırlarının çözümlendiği ve tüketildiği anlamına gelir. Acaba durum gerçekten böyle midir? Yani insanoğlu evrendeki bütün yasaları buldu, bilinmezlikleri ve problemleri çözebildi mi?

Feynman’a göre insan aklı, geride “Yok” denebilecek kadar az bir şey bırakarak evrenin sırlarını çözmüş görünmektedir. Durum gerçekten böyleyse, insanın yapabileceği tek şey kalıyor: Elini kolunu bağlayıp kıyameti beklemek... Biz insanlar, aslında Allah’ın sonsuz ilminden evrene yansıyanları (ayetleri) inceleyerek bilim yapıyoruz. Bilim ve teknolojide ne kadar büyük gelişmeler olursa olsun, insan aklı, evrenin bilinmezliklerini tüketmeye yetmeyecektir. Evrendeki bilinmezlikler çözüldükçe yeni bilinmezliklere kapı açılmakta ve bilimin tüketilemez bir süreç olduğu görülmektedir.

Bilimin doğasındaki “sonsuzluk” özelliği, aslında Allah’ın ilminin sonsuzluğundan kaynaklanan bir durumdur. İnsanoğlu “bilim yapma sürecine” girdiği andan itibaren ilk fark ettiği şey aklın sınırlılığı, bilimin sonsuzluğudur. Son tahlilde, Allah’ın yarattığı evrende, üstelik “yaratma” fiili de devam ederken, bilime son nokta hiçbir zaman konulamayacaktır.

Popper’in okuluna göre yanlışlanma potansiyeli taşımayan bir bilgi, “bilimsel bilgi” değildir. Bütün bunlar bize, bilimde son sözün hiçbir zaman söylenemeyeceğini ortaya koymaktadır. Sadece mutlak gerçekler yanlışlanamazlar.

Bilimde “nesnellik” meselesi

“Bilim” kelimesi, birçok insanın zihninde sosyal bilimlerden ziyade astronomi, biyoloji, fizik, jeoloji ve kimya gibi temel bilimleri çağrıştırmaktadır. Temel bilimler veya fen bilimleri, insanın beş duyusu ile doğrudan algıladığı ya da alet ve cihazlarla algılama düzeyine getirdiği nesnel fiziksel evrenle ilgilenir. Evrendeki canlı ve cansız varlıkların bağlı oldukları temel yasaları ve bu yasalar çerçevesinde meydana gelen olayların nasıl gerçekleştiğini açıklamaya çalışır.

Temel bilimler, gerek ele aldığı olayların ve problemlerin nesnelliği bakımından, gerekse kullandığı “yöntem” bakımından sosyal bilimlerden daha farklı bir yolda ilerler. Sosyal bilimler toplumlara ve kültürlere göre değişen öznel olayları açıklamaya ve problemleri çözmeye çalışırken, temel bilimler ise toplumlara ve kültürlere göre fazla değişmeyen daha nesnel olaylar ve problemlerle uğraşırlar.

Nesnellik, gerek temel bilimler alanında, gerekse sosyal ve beşerî bilimler alanında çalışan bilim adamlarının önemli bir problemidir. Tabiî ki kavram olarak “nesnellik” bir problem değildir; nesnel olamamak veya öznellik (sübjektiflik) bir problemdir. Nesnellik, bir bilim adamının bilimsel bir gerçeği inanç, din, kültür, ideoloji ve siyâsî düşüncelerinden bağımsız olarak ortaya koyma çabasıdır. Felsefî anlamda bilim adamının nesnel olamaması, neredeyse ontolojik bir problemdir. Bazen öznellik ve nesnellik, olayların ve problemlerin bizzat kendisinde içkin olan yapısal bir durumdur. Bazen de bilim adamının yaklaşım ve tutumundan kaynaklanabilir. Bütün bunlara rağmen, bilim adamı bir “gerçek arayıcısı” olduğunu hiçbir zaman unutmamalıdır. Elindeki gözlemsel ve deneysel verileri kendi bağlamı içinde nesnel olarak yorumlamak, onun için ahlâkî bir sorumluluktur. Bu yüksek ahlâkî sorumluluğa dikkat eden ve titiz davranan bilim adamları, hem uluslararası bilim toplumunda, hem de kendi toplumlarında hak ettikleri saygıyı görürler.

Acaba bilim adamlarının hiçbir şeyden etkilenmeden, mutlak anlamda (saf) bir nesnellik ortaya koyabilmeleri mümkün müdür? Ya da öznelliği (sübjektifliği) sıfıra indirebilirler mi? Teorik ve ideal bir yaklaşımla, bilim adamlarının ne saf nesnelliği sağlayabilmeleri, ne de öznelliği sıfıra indirebilmeleri mümkündür. Yukarıda da ifade edildiği gibi bu, insan için ontolojik bir sorundur. İnsanın karar ve düşüncelerini etkileyen bazı parametreleri yok etmesi imkânsızdır. Zira bilim adamı, nesnel olmak için elinden gelen her şeyi yapsa bile, içine doğduğu ve kendisini inşâ eden dinin, tarihin, kültürün ve coğrafyanın derin etkisini yok edemez. Din, kültür ve medeniyet insan üzerinde o derece etkilidir ki insan, evrene, doğaya ve hayata onların penceresinden baktığının bile farkında olamaz. Bilim, son tahlilde metodolojik bir bilgi üretme sürecidir, ama her bilginin de belli bir dil ve kültürde üretilen kavramlar ve terimler olduğunu unutmamalıyız. Bilim adamı da bir insan olarak, ürettiği bilgileri kendi dilinin, kültürünün ve medeniyetinin terim ve kavramlarıyla ifade edeceğine göre, burada tam bir nesnellikten bahsetmek mümkün değildir.

Belki izafî olarak temel bilimlerin sosyal bilimlere göre biraz daha nesnel olduğu söylenebilir, ama temel bilimlerde bile hiçbir zaman öznelliği (sübjektifliği) sıfırlamak mümkün olamaz. Meselâ Batılı birçok bilim adamı, yazdıkları “bilim tarihi” kitaplarında bir Ortaçağ karanlığından bahsederler. Dikkatli bir okuyucu, bu Batılı yazarların, Batı medeniyeti ve tarihine ait bu öznel durumu ince bir üslûpla bütün dünya toplumlarına teşmil ettiklerini hayretle müşahede eder. Sanırım sosyal bilimlerde nesnelliğe bu kadar uzak kalınabileceğini bundan daha iyi gösteren başka bir örnek yoktur.

Burada sorulması gereken temel soru şudur: Acaba bu eserleri yazan araştırmacılar, Batı toplumu ve Batı medeniyetinin dışında başka toplumlar ve medeniyetlerin olduğunu gerçekten bilmiyorlar mı, yoksa bilmezlikten mi geliyorlar? Bilmiyorlarsa bilim adamlarında bulunması gereken titizliğe sahip değiller; ama bilip de bilmezlikten geliyorlarsa, ortada ahlâkî bir sorun var demektir. Her şeyden önce bilim adamı bir gerçek arayıcısıdır; ne bilerek gerçeği gizler, ne de gerçeğin anlaşılmasını zorlaştırır. Dünyanın her yerinde, bilim adamına duyulan saygı ve güvenin temelinde de bu vardır. Ahlâkî sorumluluğu bilinçli olarak terk eden bir kişi, bırakınız bilim adamlığını, insan olma vasfını bile kaybeder. Hangi toplumda olursa olsun, bilim adamının nesnelliğe yakın, öznelliğe uzak durması istenir. Sadece nesnelliğe yakın olması da yetmez, ayrıca titiz, ahlâklı ve cesur olması gerekir.

Bilimsel yöntem ve bilimsel bilgi

İnsanoğlu, evreni ve yakın çevresindeki doğayı incelerken, sadece sınırlı algılama gücüne sahip duyu organlarını değil, aynı zamanda aklını da en yüksek düzeyde kullanmaktadır. Bundan dolayı, elde edilen bilgiler, insanın her zaman duyu organlarının algılama sınırlarının ötesine geçebileceğini göstermiştir. Bilim yapma sürecinde aklını doğru kullanamayanlar ise, genellikle duyu organlarının algılama sınırları içinde kalırlar. İnsanın bilgisinin görebildiği ve gözlemleyebildiğinden ibaret olduğunu sanırlar. Gerçekten de, gerek beş duyumuz, gerekse gözlem, alet ve cihazlarımız, yapısal olarak bazı fiziksel yetersizlikler taşırlar. Bundan dolayı mikro ve makro kozmosa ancak belirli bir derinliğe kadar nüfuz edebiliriz.

Meselâ insan gözü, görme mesafesinde (25 santimetre) 100 mikrondan daha küçük objeleri ayırt edemez. DNA molekülü, ışık mikroskobu ile görüntülenemez. Elektron mikroskoplarla insan tasavvurunun bir ürünü olan atomlardaki elektronların hareketleri gözlemlenemez. Oysa dünyanın en büyük olayları gözün, alet ve cihazların “çözme sınırı” (buna herkesin anlayacağı şekilde “görme sınırı” da diyebiliriz) ötesindeki mikro kozmosta gerçekleşmektedir. Aynı durumu makro kozmos için de söyleyebiliriz. Çıplak gözle gökyüzüne baktığımızda, çift yıldızlar bize “bir” yıldızmış gibi görünür; ama teleskoplarla bakıldığında gerçek durumun böyle olmadığı anlaşılır. Bir de milyarlarca ışık yılı uzaklıktaki yıldız ve galaksileri düşününüz... Belki onların gerçek görüntülerini hiçbir zaman elde edemeyeceğimiz gibi, uzayın o bölgelerinde neler olup bittiğini de tam anlamıyla öğrenemeyeceğiz. Görebildiğimiz şey, milyarlarca yıldan beri yolda olan ışıktan başka bir şey değil.

İnsan, duyu organları ile algılayamadığı nesneleri duyu organlarının görme alanına getirerek gözlem yapabilmekte, ondan daha ötesiyse görüş alanı dışında kalmaktadır. Canlı ve cansız nesneleri incelemede kullanılan alet ve cihazların hiçbiri “mükemmel” değildir. Görme konusunda insandaki bu yetersizlik, yukarıda ifade edildiği gibi, Allah’ın bağışı olan zihinsel donanımın yerinde kullanımı ile aşılmaktadır. Bütün bu yetersizliklere rağmen, bilim adamları evrenin yapısını, fizik ve biyoloji yasalarının işleyişini herkesin anlayabileceği bir yöntemle çözmeye çalışmaktadırlar. Buna “bilim metodu” denilmektedir.


Bilim metodu, evrendeki olayların nasıl olduğunu açıklamak veya bilimsel bir problemi çözmek için yürütülen bir dizi akılcı yaklaşım ve adımları içerir.

Bugün üzerinde nispeten fikir birliği sağlanmış, pozitivist-materyalist paradigmanın ürettiği yerleşik bir “bilimsel yöntem” mevcuttur. Bilim yapan insanlar, bunun görünüşte gayet anlaşılır ve basit bir yöntem olduğunu bilirler. “Bilimsel yöntem”, sıralamasında bazı küçük değişmeler olsa da, başlıca dört süreçten oluşur:

Gözlem süreci à Deney ve denemeler süreci à Hipotez kurma süreci (özgün yorum süreci) à Bilimsel bilgi süreci

Bilim adamının görevi, bir olay veya problem hakkında sadece gözlem ve deney verilerini toplamak değildir; ondan da öte, bu verileri bir sistem bütünlüğü içinde ele alarak gerçeğe en yakın, tutarlı ve özgün bir açıklamasını yapmaktır. Bilimsel metodolojide ilk adım ne olmalıdır? İlk basamakta hipotez kurma süreci mi, yoksa gözlem yapma süreci mi yer almalıdır? Çevresindeki canlı ve cansız varlıklarla girdiği etkileşimin farkına varamamış, kendi varlığı, doğa ve evren üzerinde hiç tefekkür etmemiş bir insanın kapsamlı bir hipotez kurabilmesi mümkün değildir. İnsanın gözlemler yapması, gözlemlediği doğa olaylarını “Bu nasıl oluyor?” diye merak edip açıklama çabası içinde olması ve sıradan insanların fark edemediği problemleri görüp bunların çözümünü kendisine dert edinmesi gerekir. Burada “gözlem” dediğimiz şey, evrene, doğaya, doğa olaylarına derin bir bakışı ve tefekkürü içine alan bir eylemdir. Sıradan insanların yıllarca ve bazen de yüzyıllarca üzerinden bakıp geçtikleri doğa olayları, ancak düşünen ve tefekkür eden bilim adamlarının zihinlerinde önce bir probleme, sonra bir hipoteze ve en sonunda da bir teoriye dönüşebilmektedir.

Tefekkür, Allah’ın verdiği zihinsel donanımın en yüksek düzeyde kullanımıdır. Eğer bazı bilim adamları pozitivist-materyalist paradigmanın içine hapsolsalardı; yani farkında olmadan doğa olayları ve problemler üzerinde paradigmayı zorlayan bir tefekküre sahip olmasalardı, bilimde bugünkü büyük teorileri ortaya atmaları ve temellendirmeleri mümkün olamazdı. Hipotez teorik bir fikir ve düşünce gibi görünse de, gerçekte içerik bakımından bir tefekkür mahsulüdür. Bir başka ifadeyle, veriler arasındaki ince ilişkileri gören bir aklın ürünüdür. Her tefekkür edenin üzerinde başka bir tefekkür eden bulunacak, bilimdeki gelişme de böyle devam edip gidecektir.

Bilimsel yöntemin “gözlem-deneme” süreci birlikte düşünülebilir. Gözlem iki şekilde yapılabilir. Birincisi, dışarıdan hiçbir sınırlama ve müdahale olmaksızın, doğadaki bir olayın “doğal ortamında” gözlemlenmesidir. İkincisi ise, doğadaki bir olayın laboratuvar ortamında modellemesi yapılarak gözlemlenmesidir. Laboratuvar gözlemlerinde olaya etki eden parametreler kontrol edilebilir; parametreler değiştirilerek olayın gidişatı gözlemlenebilir. “Gözlem”, bir doğa olayını sıradan bir insanın seyretmesi gibi bir eylem değildir; yukarıda da ifade edildiği gibi, doğaya derin ve nüfuz edici bir bakıştır.

Hipotez, gözlem ve deneyden önce teorik bir fikir ve düşünce olarak ileri sürülebileceği gibi, gözlemsel ve deneysel verilere dayandırılarak da ortaya atılabilir. Her iki hâlde de bir hipotezden beklenen şey, içeriğinin doğadaki bir gerçekliğe tekabül etmesidir. Hipotez, bir iddia ve bir açıklamadır; eğer bu açıklama doğada bir gerçekliğe tekabül etmiyorsa, gözlemsel ve deneysel verilerle desteklenmiyorsa, bilimsel hiçbir geçerliliği yoktur. Böyle bir hipotez, gevşek bir zemin üzerine inşâ edilen bina gibi çöker ve bu durumda somut bir “bilimsel bilgi” inşâsında kullanılamaz.

Bilimsel bilginin sağlam ve güvenilir bir bilgi olmasının temelinde metodoloji yatmaktadır. Bilimsel bilgi, akılcı ve gerçeklere dayanan bir yöntemle elde edilmiş olsa bile, bu “bilgi”nin doğada ve gerçek hayatta karşılığının olup olmadığı devamlı sınanır. Yani bilim adına ortaya atılmış bütün teoriler, bilim topluluğunun devamlı gözetimi altındadır.

Günümüzün bilim adamları, gözlemlerden ve kontrollü deneylerden elde ettikleri verileri özgün bir yorum ve açıklama ile “bilimsel bilgi” formatına (özgün makalelere) dönüştürdükten sonra, meslekleri ile ilgili saygınlığı olan bilimsel dergilerde yayımlarlar. Bilimsel makalelerin belirli bir şekli ve standardı vardır. Bilimsel bir çalışma, “makale” hâline getirildikten sonra konunun uzmanlarına tartışılmak üzere sunulmaktadır. Bu makalelerde yalnızca sonuçların ortaya konulması yetmez, bu sonuçlara hangi yöntem ve deneylerle ulaşıldığının da açıklanması gerekir. Bir problemin çözümü olarak yayımlanmış bilimsel sonuçlar, aynı gözlem ve deney şartlarında dünyanın her yerinde aynı sonuçları vermeli ve diğer bilim adamları tarafından tekrarlanabilmelidir. İşte bu durum, bilimsel bilginin güvenilirliğini, kontrol edilebilirliğini ve yanlışlanabilirliğini gösteren önemli bir konudur. Gözlemler, deneyler ve özgün yorumlarla ortaya konulan bilimsel bilgiler, ne kadar nesnel ve güvenilir olursa olsun, geçici ve değişebilir türden bilgiler olduğu unutulmamalıdır. İnsanın inceleme ve araştırma ürünü olan bütün bilgiler, bu dünyada mutlak gerçekliğe değil, göreceli (izafî) gerçekliğe tekabül ederler.

İnsanoğlu, zihnini eyleme geçirmeden, emek vermeden ve tefekkür etmeden doğadaki hiçbir sırrı çözemez. Varlık âlemi, sanki dıştan içe doğru zorluk derecesi gittikçe artan sır katmanlarıyla kuşatılmıştır. Genellikle sığ insanlar, varlık âlemini anlamada en dış katmanda kalırlar.

Bilimsel yöntem, olayları açıklama ve problem çözmede insanın kullandığı güvenilir ve basit yöntemlerden sadece biridir. Bilimsel yöntemin dışında, başka akılcı yaklaşımlarla da problemler çözülebilir. Tabiî ki bilim sadece bir yöntem bilgisinden ibaret değildir; yöntemin ve somut bilginin ötesinde teorik bilgi, tefekkür ve felsefeyi de içine alır. Bundan dolayı, “bilim adamı” sadece bilimsel yöntemi kullanan sıradan bir teknisyen değildir. Belki bilim adamının en önemli vasfı, sınırları zorlayan teorik fikirleri, felsefî yaklaşımları ve evrensel geçerliliği olan bilimsel teorileridir. Bilim adamlarından, hiçbir zaman bilimsel teorilerin yılmaz savunucuları olmaları beklenmez. Onlardan beklenen şey, teorilerin itidâlli eleştirmenleri olmalarıdır. Bu anlayışın bilim topluluğunda yerleşmesi, bilimin ideoloji hâline gelmesini engeller ve önünün açılmasını sağlar.

Tarih boyunca insan hayatını etkileyen üç temel bilgi olmuştur. Birincisi vahiy bilgisi; ikincisi tecrübî bilgi; üçüncüsü ise “bilimsel bilgi”dir.

Vahiy bilgisi, değerini hiç kaybetmeden günümüze kadar gelen en sağlam ve en güvenilir bilgidir. Yeryüzünde henüz “bilimsel bilgi” ve hatta “bilgi” denilen bir kavram bile yokken, insanın tek bilgi kaynağı vahiydi. İlk insan, bütün insanlığın atası olduğu gibi, aynı zamanda vahiy bilgisi ile aydınlatılan bir peygamberdi; çünkü o, vahyi anlayıp idrak edebilecek bir donanımla yaratılmıştı. Vahiy, insan aklı ile kavranması ve idrak edilmesi mümkün olan; ama insan aklının ürünü olmayan bir bilgidir. “Vahiy” kavramını, günümüzde insanların icat ettiği sahte dinlerin ve fıtrata aykırı inanç sistemlerinin dogmaları ile karıştırmamak gerekir. Vahiy, insanı derinliklerine kadar tanıyan, varlık âlemindeki her şeyi yaratan, evrenin yegâne sahibi, her an diri ve yaratmaya devam eden, mutlak güç sahibi Allah tarafından gönderilmiştir.

Gerek vahiy, gerek evren ve gerekse evrenin küçük bir parçası olan tabiat (doğa), insan aklı ile belli bir yere kadar anlaşılabilir ve çözümlenebilir niteliktedir. Bir başka ifadeyle insan, vahyi ve evreni anlayabilecek donanımlarla yaratılmış, bu anlamanın derinliğini ise insanın çalışmasına ve iradesine bırakmıştır. Bunlar içerisinde “insanî yaratıcılık”, Allah’ın insana verdiği en önemli donanımlardan biridir.

“İnsanî yaratıcılık”, bütün donanımların en yüksek düzeyde eyleme geçmiş şeklidir. Allah, vahyi akıl sahiplerine göndermiş, “iyi” ve “kötü” kullanımlarla nasıl sonuçlar alınacağını en sarih biçimde açıklamıştır. Hiçbir yaratılmış varlıkta olmayan bütün bu donanımlar doğru amaçlar için kullanılmaz ve hatta zulmün bir aracı hâline getirilirlerse, insan, evrenin en aşağı varlığı konumuna düşebilir.

Dünyevîleşme ve pozitivizm kasırgası insanlığı öyle etkiledi ki, vahye yabancı olmayan toplumlar bile bundan nasiplerini aldılar. Saf akılla üretilen bilim, teknoloji ve medeniyetler, sonunda insanı köle hâline getiren bir sistemin ötesine geçemedi. Saf akılla gelinen bu nokta, insanlığın önünde somut bir gerçek olarak durmaktadır. Batı’nın saf akılla ve bugünün yerleşik paradigması ile geldiği noktayı küçümsemek elbette mümkün değildir; ama insanlığın -en azından İslâm dünyasının- daha ileri bir medeniyet arayışını da görmezlikten gelemeyiz. İnsanı bu dünyada da, öbür dünyada da mutlu edecek bir medeniyet arayışı, en azından İslâm dünyası için bir zorunluluk hâlini almıştır. Bugünkü şartlarda, yeni medeniyeti yeni bir paradigma ile ancak İslâm dünyasının inşâ edebileceğini düşünüyoruz.

Pozitivist-materyalist paradigmanın dayandığı temel unsur “saf” akıldı; İslâm medeniyetinin paradigmasında ise temel unsur, vahyin aydınlattığı akıldır. İnsanlık bundan sonraki hayatına vahiy gerçeğini dışlayan saf akılla mı, yoksa vahiy gerçeği ile aydınlanmış bir akılla mı devam edecektir? Belki de 21’inci yüzyıl çıkmadan bu yol ayrımlarını göreceğiz.


İnsan hayatını etkileyen diğer bir bilgi türü ise, tecrübeyle elde edilen bilgidir. İnsan-doğa, insan-insan, insan-eşya ve insan-toplum ilişkilerinde yaşanan tecrübelerle elde edilen ve görece yararsız olanların elenip yararlı olanların korunduğu bir bilgidir. Yani tecrübî bilgi, metodolojik bir bilgi değildir. Pratik hayatın içinde deneme-yanılma yoluyla kazanılan bir bilgi türüdür. Bu yüzden de uzun bir zaman ve emek kaybına sebep olduğu için pahalı bir bilgidir. Her ne kadar tecrübî bilgi belli bir metodolojiye dayanmıyorsa da, burada da akıl hiçbir zaman devre dışı değildir. Her aşamada devrededir; en çok da işe yarayan ve yaramayan bilginin ayıklanmasında işlev görür.

Bilimsel bilgiler esnek, dinamik ve her zaman gelişmeye açıktır. Bilimsel teoriler ve yasalar, evrende ve doğada gerçekleşen birçok olayın insanî boyutta bir açıklaması olup, hiçbir zaman mutlak bir gerçeğe karşılık gelmezler. Teoriler her an yanlışlanabilme ihtimâli ile karşı karşıyadırlar. Richard Feynman, “Fizik Yasaları Üzerine” adlı kitabında, “Belirli bir teorinin yanlış olduğunu kanıtlama olanağı her zaman vardır; ancak dikkat edin, doğru olduğunu hiçbir zaman kanıtlayamayız[ii] diyor. Bilim felsefecisi Karl Popper de “Bilimsel Araştırmanın Mantığı[iii] adlı eserinde, bilimsel bir teorinin yanlışlanabilirlik potansiyeli taşımasını, bilimselliğinin bir ölçütü olarak kabul eder. Popper’in okuluna göre yanlışlanma potansiyeli taşımayan bir bilgi, “bilimsel bilgi” değildir. Bütün bunlar bize, bilimde son sözün hiçbir zaman söylenemeyeceğini ortaya koymaktadır. Sadece mutlak gerçekler yanlışlanamazlar.

İçinde yaşadığımız post-modern çağ, insanın dünya ve evren algısında önemli değişmeler yaratmış olmasına rağmen, bilim ve felsefede pozitivizmin etkisi hâlâ devam etmektedir. Bugün içinde bulunduğumuz çağda, Alman felsefe tarihçisi Heinz Heimsoeth, kendisinin de dâhil olduğu “Yeni Kantçı” okulun bilgi teorisi hakkında şöyle bir düşünceye sahip: “Bilgi teorisi, evren ve nesneler hakkındaki yargılara yani metafizik ve ontolojiye bağlı değildir; hatta bu disiplin hiçbir koşula dayanmayan bir bilgidir. Buradaki düşünce şuydu: Felsefe ve bütün bilimler, bilginin belli tarzlarıyla uğraşırlar; bu belli tarzdaki bilginin objeleri birbirinden farklıdır. Bu objeleri herhangi bir zamandaki felsefî ve bilimsel bilgi inceler. Fakat bütün bilimlerde elde edilmeye çalışılan bilginin kendisini, bilgi objelerinin birbirinden farklı olmasına rağmen bilgide daima aynı kalan insan aklını, akıl ve denemeyi, kavrama ve algılamayı bilgi teorisi inceler. Bilgi teorisi şu veya bu objelerle uğraşmaz, bilgi yeteneklerini kavramaya ve bilginin olanaklarını yoklamaya çalışır.[iv]

İnsanın bilgi kaynakları, ilk çağdan beri üzerinde önemle durulan sorunlardan biri olmuştur. İnsan, temel bir bilgi donanımı ile mi doğuyor, yoksa doğuştan sahip olduğu donanımla bilgiyi bizzat içinde yaşadığı evrenden bir emek harcayarak mı üretiyor? İlkçağ’ın ünlü filozofu Platon, öğrenmenin bir tür anımsama olduğu öğretisini savunuyordu; yani bir şey öğrenmenin, doğuştan önce sahip olduğumuz bilgiyi, kendi zihin kaynaklarımızdan çıkarıp anımsadığımız düşüncesindeydi.[v] Günümüz düşünürlerinden biri olan Bryan Magee bu konuda şunları söylemektedir: “Birçok insan, bizim dünyaya şeyleri (eşyayı-T.G.) bilerek geldiğimiz fikrini ilk kez olarak işittiği zaman, bunun çok saçma olduğunu düşünecektir. Bununla birlikte, onunla bir şekilde yakından ilişkili düşünceler, Batı kültürümüzde hep var olagelmiştir. Modern idealist filozoflar, doğuştan bilgi ya da doğuştan düşüncelerin olması gerektiğini savunmuşlardır. Büyük dinlerin çoğu, bana göre, bu türden bir şeye inanır. Günümüzde ise, zihinlerimize göre programlanmış olan dört başı mamur bir gramerle dünyaya geldiğimizi savunan Chomsky gibi seçkin bir düşünürümüz bile var. Dolayısıyla bu türden bir inanç, ciddî bir biçimde tartışılıp savunulduğu zaman, titizlikle incelenmek durumundadır.” [vi],[vii]

İnsanoğlu, zihnini eyleme geçirmeden, emek vermeden ve tefekkür etmeden doğadaki hiçbir sırrı çözemez. Varlık âlemi, sanki dıştan içe doğru zorluk derecesi gittikçe artan sır katmanlarıyla kuşatılmıştır. Genellikle sığ insanlar, varlık âlemini anlamada en dış katmanda kalırlar. Bunlar evrene, dünyaya, çevrelerindeki olaylara ve nesnelere kabaca bakan, ince düşünmeyen ve tefekkür etmeyen insanlardır. Bir türlü zihin konforlarını bozup da iç katmanlara geçme cehdinde bulunmazlar. Gördükleri yalın manzara ile yetinirler. Görünenlerin arkasında neler olup bittiğini fazla merak etmezler. Daha kısa bir ifadeyle, bu insanların düşünce ve yaklaşımlarına yüzeysellik hâkimdir. İç katmanlara yolculuk, onlara rahatsızlık verir. Gerçekten de, iç katmanlara doğru yapılan yolculuk, daha çok çalışma, daha çok enerji, daha çok emek, daha çok dayanma gücü, daha çok sabır ve tefekkür ister.

Oysa insanların çoğu aceleci ve sabırsızdır; her şeyi hazır olarak önlerinde bulmak isterler. Emeğinden daha fazlasını elde etmeyi bir hayat felsefesi hâline getirmiş olanlar, bu tür derinliklere dalmaya hazır değillerdir. İç katmanlara yolculuk yapanlar ise belli bir düşünce kalitesine, derinliğine ve çözümleme yeteneğine sahip insanlardır. İşte gerçek bilim ve felsefe, bu iç katmanlara doğru yapılan yolculuktan çıkar. Gözlem ve deney verilerinden özgün fikirler üretmek için bu kalitede bilimsel bir birikim ve tefekküre gerek vardır. Bu durum, aynı zamanda insanın kendi iç âleminin zenginliği ile de bağlantılıdır. Bilim adamı, dış dünyaya ait bilgisini genişletirken, iç dünyasını çoraklaştırmaz. “İnsanî yaratıcılık” denilen şey, sadece dış dünyanın gözlemi ile değil, iç dünyanın zenginliği ile ilgilidir.



[i] a.g.e

[ii] Feynman R. (2000). Fizik Yasaları Üzerine ( Çeviri: Nermin Arık). TÜBİTAK Popüler Bilim Kitapları. Kılıçaslan Matbaacılık, Ankara

[iii] Popper K. (2000). Bilimsel Araştırmanın Mantığı (Çeviri:.........). Yapı Kredi Bankası Yayınları

[iv] a.g.e.

[v] Magee Bryan (2000). Büyük Filozoflar: Platon’dan Wittgenstein’a Batı Felsefesi (Tercüme: Ahmet Cevizci). Paradigma Yayınları, İstanbul

[vi] a. g.e.

[vii] Heinz Heimsoeth (2007). Felsefenin Temel Disiplinleri. Tercüme: Takiyettin Mengüşoğlu. 3. Baskı Doğu Batı Yayınları Ankara