Beytü’l-lahm ve Hazreti Meryem

Mescid-i Aksa ve Kubbetü’s-Sahra, şehrin ortasında birer mücevher... Şimdi resmin kareleri daha bir yerli yerine oturuyor. Kubbetü’s-Sahra merkeze alınırsa, onun hemen yanı başında Mescid-i Aksa ve Harem, onları çevreleyen surlar, Süleyman Mabedi’nin kalmış tek duvarı, hemen yanı başında çarşı ve surların hemen altında da dolarla satılan Yahudi Mezarlığı…

KUDÜS’ten Beytü’l-lahm’e giderken, güvenlik nedeni ile aracımız değiştiriliyor. Kudüs’ü diğer bölgelerden ayırmak için yapılmış devasa duvarlar içimizi acıtıyor ve bir öfke hali meydana getiriyor bizde. Halil şehrindeki Yahudi yerleşim yerine gitmek isteyen Yahudiler transit yolları pek rahat kullanıyorlarken, Müslüman Filistinliler kontrol noktalarından geçerek gidebiliyorlar. Duvarların yakınında fotoğraf çeken veya bekleyen turistler var.

Hazreti İsa’nın doğduğu mağara ve üzerine yapılan Meryem Kilisesi’ni görmeye giderken Beytü’l-lahm’in sokakları, evleri ve mimarisinin ciddi bir restorasyondan geçtiğini fark ediyoruz. Burada daha çok Hıristiyan Araplar yaşıyor.

Kaynaklara göre Hazreti Meryem burada yaşadı ve Hazreti İsa da burada doğdu. Yani tarih evrelerinin belirlenmesinde önemli bir mekân burası. Burada Meryem ve İsa, yan yana bir biçimde hayalinizi dolduruyor. “Hazreti İsa’nın doğduğu yer” diye belirlenmiş bir alanı genç bir kadın eğilerek öpüyor. Hıristiyanlar birçok kutsal yeri dolaşarak “Hacı” oluyorlar. “Burası da bunlardan biri olmalı” diye düşünüyorum. İsa konulu tablolarda görmeye alışkın olduğumuz “kuzu” da dekoru tamamlayan unsurlardan sadece biri. Hikâye, menkıbe ve mitoloji karmaşasında benim zihnim Meryem’de.

Meryem, daha annesinin rahminde iken mabede adanmış “ilk kız çocuğu”. Çocukluğundan itibaren Beytü’l-Makdis’in doğu yönünde, tenha bir köşede zamanını ibadetle geçirmiş. Kendini ibadete verebilmek için bulunduğu yeri bir perdeyle ayırmış.

Meryem, bir sureye isim olmuş yüce kadın, peygamber annesi, -Hazreti Muhammed’in tanımladığı üzere- “Cennet Seyyidesi” olarak Hazreti Hatice ve Hazreti Asiye’yle beraber... O, susma orucunun namzedi ve muarızlarını sükûtu ile alt eden kadın: “Ben Rahman’a oruç nezir ettim. Bugün kimseyle konuşmayacağım.” -Bu sözle iç âlemindeki gelgitlerine teselli muştusu bulmuştur.-

Kudüs’e dönüş

Tekrar araç değiştirerek ve kontrol noktalarından geçerek Kudüs’e dönüyoruz. Devasa duvarların, kontrol noktalarının ve transit yolların çok stratejik planlar olduğunu daha iyi anlıyorum. Buraları görmeden kimse bunu anlayamaz, hayal edemez.

Zeytin dağına geldiğimizde aracımızdan iniyor ve Kudüs’ün panoramik bir görüntüsünü alıyoruz. Günün bu saatinde, Mescid-i Aksa ve Kubbetü’s-Sahra şehrin ortasında birer mücevher... Şimdi resmin kareleri daha bir yerli yerine oturuyor. Kubbetü’s-Sahra merkeze alınırsa, onun hemen yanı başında Mescid-i Aksa ve Harem, onları çevreleyen surlar, Süleyman Mabedi’nin kalmış tek duvarı, hemen yanı başında çarşı ve surların hemen altında da dolarla satılan Yahudi Mezarlığı…

Zeytin dağından bakarak Doğu Kudüs, Batı Kudüs, Eski Kudüs ve Yeni Kudüs hakkında fikir sahibi olmak mümkün.

Rehber, Via de la Ras, Hazreti İsa ve Kıyamet Kilisesi’ni anlatıyor. Gelirken yanından geçtiğimiz, Filistin Cephesi’nin karargâhı olarak kullanılmış, şimdilerde ise hastane olarak hizmet veren mekânı da önemsiyorum. Falih Rıfkı’nın anı-belgesel niteliğindeki “Zeytin Dağı” adlı eseri bütün muhtevasıyla gözlerimin önüne geliyor. Cemal Paşa’nın kâtibi olarak bölgeye giden Falih Rıfkı Atay, bize o dönemin Ortadoğu’su ve Arap âlemi hakkında önemli detaylar verir. Kanal Faciası, Lübnan’da yaşananlar, Kâbe ve Müslümanları anlatışındaki taraflılık, ciddiyetsizlik, hafiflik… Hızla çökmekte olan İmparatorluğun acı serüveni...

Sabah namazında, Mescid-i Aksa’nın hareminde yanımıza gelen gözü yaşlı, üniformalı ihtiyarın sözlerini herhalde hiçbir zaman unutamayacağım: “Osmanlı buradan çekildikten sonra, biz bir daha hiç kendimize gelemedik…”

Kudüs, bizi en çok insanlık, dinler ve en çok da Osmanlı tarihi nedeniyle ilgilendiriyor.