Beypazarı’nda bir sokak

“Beypazarı, konakları ile meşhur bir şehirdir. Genellikle iki ya da üç katlı olan konaklar vardı. Burası, adı üzerinde beylerin pazarıymış. Yani senin anlayacağın, alışveriş yapılan bir merkezmiş. Çünkü o zamanlarda İstanbul-Bağdat Yolu buradan geçiyormuş…”

DARACIK rampa sokaklardan geçerken ikindi vaktinin geldiğini Sultan Alaaddin Camii’nden yükselen güzel bir ezan sesiyle fark ettim. “Görülmeye değer” diye bahsedilen iki müzeden ikincisine doğru yöneliyorum. Müzeye giderken üç adamın ancak yan yana yürüyebileceği sokaklardan geçiyorum. Sokaklar dar olduğundan mı insanlar kalabalık, insanlar kalabalık olduğundan mı sokaklar dar görünüyordu bilmem, ama ciddi bir yoğunluk vardı. Sanırım bayram tatilini fırsat bilenler tarihe bir yolculuk yapmak istemişlerdi.

Beypazarı, Ankara’ya yaklaşık 100 kilometre, yolları düz ve sorunsuz. Şehre girerken bir tabloyu andıran evlerin güzelliği karşılıyor sizi. Camilerin dış duvarlarındaki yorgun taşları ve minarelerdeki tuğlaları tarihin birer canlı şahidi gibiydi. Örneğin Sultan Alaaddin Camii’nin duvarındaki tabela (1221-1225), caminin yaşını ele veriyordu. Avlusundaki 800 yıllık çınar ise her şeyi daha net ifade ediyordu.

Beypazarı, sanki tepeler oyularak bir vadinin içine kondurulmuş küçük ve şirin bir şehir. Yürüdüğüm sokaklardaki tezgâhlarda gözüme takılanlarsa şöyle: Çeşitli erik kuruları, elma kakı, yaban mersini, pestil, cezerye, salkımıyla kurutulmuş üzüm, kuşburnu, kişniş, kekik, nane, üzerlik otu, erişteler, tarhanalar, cevizli el yapımı sucuklar, domates, kabak, patlıcan, biber ve bamya kuruları, Beypazarı kurusu, ev makarnası, dut kurusu, yeni mahsul kabuklu ceviz, çeşit çeşit bitki çayları, tezgâhlarda sıkılmış taze havuç suları…

Sadece kuru meyveler yoktu tezgâhlarda, beyaz, siyah ve kokulu üzümler, alıç, elma ve armut gibi yaş meyvelerden de vardı. Sokak etrafındaki lokanta, zücaciye, baharatçı, bedesten gibi bütün dükkânlar iç içe, sanki bitişik nizam yapılmış, birbirinden ayırmak imkânsız gibi. Allah korusun, bir yangın çıksa hepsi risk altında.

Uygulamalı kültür müzesi veya resmî adıyla “Yaşayan Müze”, Beypazarı’na ayrı bir bakış açısı kazandırmış. Müze binası 20. yüzyılın başlarında konak şeklinde inşa edilmiş Osmanlı dönemi bir Türk evi. Müzede sizi geleneksel kıyafetleriyle rehberler karşılıyor. Rehberin anlattığına göre bu ev, Beypazarı’nın ileri gelen tüccarlarından Abbasoğlu Ali tarafından yaptırılmış. O dönem bu binaya harcanan paranın miktarı milletin diline düşmüş. Hakikaten o dönem için düşünüldüğünde epey ileri seviyede ve modern bir ev olduğu anlaşılıyor. Çünkü evdeki su dağılım şebekesi, erzakları saklama depoları, mahzenler, fırın, çevrilen dolap sistemi ile yemek servisi, yatak odasında bulunan ebeveyn banyosu, yatak üzerindeki sineklik, yüklük, binanın üç katlı ve çok odalı olması o günün şartlarında her evde bulunamayacak özelliklerden. Ayrıca girişin sağında bulunan oyuncak atölyesi, binanın ön kısmında bulunan ve bugün kahve ve şerbet servisi yapılan kısmı, binanın içinde icra edilen dikiş dikme faaliyeti, geleneksel çocuk oyunları odası, ebru çalışması yapılan oda, en üst katta bulunan eski dokuma tezgâhları ve dokuma örneklerinin hepsi kayda değer. Ancak bunların hiçbirinden bahsetmeyeceğim.

Kurşun dökme

İslam’dan önce Türk kültüründe var olan ve bugün burada sembolik de olsa yaşatılan kurşun dökme faaliyetinden bahsedeceğim size. Şaman geleneğinde kurşunu herkes dökemez. Bir ocaktan el alan ve o işin usulünü bilen kimseler döker kurşunu. Bayanlara “El aldınız mı?” diye sorduğumda aldıklarını söylediler. Müzede odanın biri, kurşun döken iki bayana ayrılmıştı. İki bayan da aynı anda kurşun dökebiliyordu. İkisinin de önünde küçük birer masa vardı. Masanın üzerinde, içinde bir miktar su bulunan tencere, makas, ayna, üzerlik otu, yanı başlarında, duvarın köşesinde bir tüp gaz ocağı, ocağı yakmak için bir çakmak, kurşunlarının eritildiği bir kepçe, erimiş kurşunları sudan çıkarmak için bir maşa, üç tane de küçük cam kavanoz vardı. Kavanozlarda da şeker, tuz ve pirinç bulunuyordu.

Bu işi icra edenler, kurşunun nazardan kurtulmaya, büyü bozulmasına ve insanın üzerindeki negatif enerjilerden kurtulmasına faydası olduğunu söylüyorlar ve bunu belli bir ücret karşılığında yapıyorlardı. Kurşun dökülecek kişiyi önce iskemleye oturtuyor, sonra üzerine bir bez örtüyorlar. Bu arada kurşun ocakta eriyor. Eldiven taktığı sol eliyle, içinde su olan tencereyi kişinin başının üzerinde tutuyor ocak kişi, sağ eliyle de erimiş kurşun kepçesini alarak suyun içine bırakıyor. Su ile erimiş kurşunun temasından cass sesiyle bir duman yükseliyor. Sonra tencere içindeki kurşunu bir maşayla tutarak çıkarıyor. İzlediğimiz işlemin ardından kurşunun aldığı şekillerle ilgili yeterli yorum yapılmadı. Daha sonra yine aynı kepçede üzerlik otu yakarak seansa katılan kişinin başı üzerinde tütsü gezdirildi. Tütsüyü gezdirirken dua gibi bazı kelimeler söyledi. Son olarak da masadaki kavanozlardan tuz, şeker veya pirinçten alması önerildi ve kurşun dökme seansı böylece biti.

Kurşun döktürenler arasında eğitimci, sağlıkçı, öğrenci, esnaf, memur ve mühendis gibi hemen her kesimden kişiler vardı. Bu bir fantezi olarak denense de insanın ruh derinliklerinde gizeme karşı her zaman bir merak vardır.


Beypazarı’nı dinledim

Müze gezisi bittikten sonra geldiğimiz yoldan geri indim. Alaaddin Camii’nin avlusuna indiğimde avluda iki kadın vardı. Boş olan bir kanepeye oturdum. Kadınlardan biri sol tarafımdaki kanepede oturuyordu. Başı yarı açık, yarı kapalı, yaşlıca bir kadındı. Eşarbının altından taşan saçları yaşına göre kömür gibiydi. Sürekli etrafı gözlemliyor, kimseyle tek kelime konuşmuyordu. Fakat oturduğum kanepenin sağ tarafında oturan birkaç kişiyle sohbet eden bir kadın vardı ki enteresan biriydi. Kısacası standartların dışında bir kadındı. Orta boylarda, yeşil gözlü, herkesle iletişim kurabilecek kadar özgüvenli, filozofça sorular soran, maniler okuyan ve kendine has kahkahasıyla bütün marifetlerini gölgeleyen meczup bir kadın... Sonra caminin dışına çıktı ve çınar ağacının altında, caminin avlu duvarı üzerine oturarak insanların aşağı yukarı geliş gidişlerini “Yürüyün, geleceğinizden habersiz ecelinize doğru yürüyün!” dercesine izliyordu.

Bir yeri tanımak için orada yaşayan biriyle sohbet etmek her zaman güzel bir yöntemdir. Bu niyetle caminin önünde küçük tezgâhının başında bir iskemleye oturmuş, yerel dokuma ürünleri[i] satan orta yaşlardaki amcayla ayaküstü muhabbet edeyim dedim. Amcaya bir dokundum, bin ah işittim. Önce “Beypazarlı mısınız?” diye sordum. Amca sağ elini omuz hizasına kaldırdı, tepe tarafını işaret ederek “İlk yerleşim yeri orasıdır ve ben orada doğdum, özbeöz buralıyım” dedi. Amcaya sordum: “Yukarıdaki beyaz tepeler yağmurda, karda gevşeyerek evlerin üzerine gelmiyor mu?” “Hayır! Onlar toprak değil, beyaz kayadır. Hiçbir şey olmaz” dedi. “Peki, Beypazarı ismi nereden gelir, bilir misin?” dedim, “Şöyle anlatayım sana” dedi, “Türklerin Anadolu’ya egemen olmasıyla birlikte Beypazarı, Türkmen boylarının da yurdu olur. Selçuklular burayı Kayı boyuna yurt olarak yer göstermiş. Osmanlı Devleti’nin kurucusu olan Osman Gazi’nin dedesi Gazi Gündüzalp yönetiminde ilk önce Ankara civarına yerleşilmiş, sonra da bu tarafa gelmişler”. “Gazi Gündüzalp’in mezarı nerededir, biliyor musun?” diye sordum amcaya, “Beypazarı’nın Hırkatepe köyündedir” dedi. Amca tarih dersi verir gibiydi. “Bana biraz Beypazarı’nı anlatır mısın?” dedim, anlattı:

“Beypazarı, konakları ile meşhur bir şehirdir. Genellikle iki ya da üç katlı olan konaklar vardı. Burası, adı üzerinde beylerin pazarıymış. Yani senin anlayacağın, alışveriş yapılan bir merkezmiş. Çünkü o zamanlarda İstanbul-Bağdat Yolu buradan geçiyormuş. Haliyle burada oturan insanlar da ticaret yapan, hali vakti yerinde kimselermiş. Bu varlıklı aileler kendilerine konaklar yaptırmışlar ve bu konaklarda oturmuşlar. Evler genellikle bahçeli ve zemin katları taş; üst katları ise ahşap… Ahşap iskeletin arası kerpiçlerle doldurularak inşa edilmiştir.

Bu bahçeli evlerin bir özelliği daha vardır. Bugün ‘çatı’ dediğimiz (eskiden ‘guşgana’ denen) evlerin en üst kısmında küçük bir bölüm vardır. Bu bölüm birçok amaç için kullanılır. Örneğin sebze ve meyvelerin kurutulması ve muhafaza edilmesi, nişan ve düğün gibi küçük çaplı törenler bu bölümde yapılır. Burası yazın sıcak olur ve kışlıklar burada kurutulur. Kışın ise soğuk olduğundan erzaklar kış boyu bu bölümde bozulmadan saklanır. Beypazarı konaklarının bazıları bugün lokanta veya pansiyon şeklinde kullanılıyor. Bahçeli evlerde bahçe duvarları oldukça yüksek. Evlerin girişlerinde ‘hayat’ denen bir kısım vardır. Burada kıymetli eşyaları korumak için bir mahzen bulunur. Bu evlerde önce bahçeye, ardından eve açılan kapılar vardır. Yaşam alanı olan üst katlara merdivenlerle çıkılır. Katlar arasında ulaşımı sağlayan, merdiven başlarında depo olarak kullanılan bölümler vardır. Sofa bölümü etrafında mutfak ve tuvalet yapılmıştır. Bazı evlerdeki sofa etrafında dışa dönük sekilik vardır. Ayrıca katlar ve bölümler arasında servis yapmayı kolaylaştıran döner dolaplar konulmuştur…”

Beypazarı’ndaki tatsız olaylara dair

Amcanın hem bilgisi iyiydi, hem de konuşmayı seviyordu. Bir soru daha sordum, fakat sonradan “Bu soruyu sormasa mıydım acaba?” diye düşünmeden edemedim, çünkü adamın asabı bozuldu. Soru şuydu: “Geçenlerde burada tatsız bir olay yaşandı, sizce bunun sebebi neydi?” Amcanın göz bebeklerinin büyümesinden ve nefes alışverişinin hızlanmasından kimyasının değiştiğini anladım, fakat bir sefer sormuş oldum. Sorumu şöyle cevapladı:

“Erkek kız demeden çocuklarını dağa kaçıran bölücülerden kaçarak buralara geldiler, bizler onlara iş ve aş verdik, bir ayrım yapmadık, birer kardeş kabul ettik. Fakat zamanla bir koloni kurmaya başladılar, epey kalabalıklaştılar. Şu son senelerde yapılan yanlışlar onları iyice şımarttı. Mesela biz burada bir çeşmeden içme suyu alıyorduk; suyun başını tuttular ve bize su vermediler, birkaç gün susuz kaldık, bir polisimizi dövdüler, eşkıyalık yapmaya başladılar. Bir de ‘Siz kendi bayrağınıza, biz de kendi bayrağımıza saygı gösterelim’ demeye başlamadılar mı?!”

Bunları söylerken amca iyice hiddetleniyor, elleri titriyordu. Biraz da argo ifadeler kullanıyor ve “Sen buranın nimetinden faydalanacaksın, havasını soluyacaksın, ekmeğini yiyeceksin, sonra kalkıp ‘Sizin bizim bayrak’ diye ayrımcılık yapacaksın… İşte bu, bardağı taşıran son damla oldu! Ondan sonra birtakım tatsız hadiseler yaşandı. Ankara’dan takviye ekip geldi, Vali geldi ve neticede gitmelerine karar verildi.”

Çok üzgündü amca, “Allah’a ısmarladık” deyip elimi uzattığımda ayağa kalktı ve ağlamaklı bir sesle “Güle güle!” diyebildi.

“Allah kimseyi dünyada vatansız, ahirette imansız bırakmasın!”

Hıdırlık Tepesi, Suluhan Kervansarayı, Tarih ve Kültür Müzesi, Halk Evi, Adalet Evi ve Müzesi, Cahide Gürsoy Müze Evi, Kent Tarihi Müzesi, İnözü ve Gönen vadileri, Eğri ova ve Tekke yaylaları, Boğazkesen Kümbeti, Yediler ve Gazi Gündüzalp, Karaca Ahmet Sultan, Kara Davut ve Ivaz Dede türbeleri de gezilmesi ve görülmesi gereken yerlermiş, ben ancak Alaaddin Sokağı’nı gezebildim.

Yol ırak, vakit akşam, güneş tepelerden çoktan kaybolmuştu. İstanbul’a dönmek için geç bile kalmıştım. Akşam vakti girmek üzereydi, abdest almak için biraz ilerideki camiye yürüdüm. Abdest alırken yanı başımda biri dört beş, diğeri on iki on üç yaşlarında iki çocuk Arapça konuşuyordu. “Nerelisiniz?” dedim. Büyük çocuk, “Halepliyiz” dedi, rahat bir Türkçesi vardı. “Burada nerede kalıyorsunuz?” dedim, caminin önündeki binanın ikinci katını gösterdi. “Çalışıyor musun?” dedim, “Hayır, savaşın bitmesini bekliyoruz, Halep’e döneceğiz!” dedi. İkisi de birer garipcikti, yolunu kaybetmiş ceylan yavruları gibi ürkektiler. Bu manzara bana rahmetli anamın bir duasını hatırlattı. Anacığım, “Allah kimseyi dünyada vatansız, ahirette imansız bırakmasın!” diyerek dua ederdi.



[i] Beypazarı’nda bir aile mesleği olarak devam ettirilen dokumacılıkla kıl ve yün kumaşlar ve suni ipekler dokunuyormuş. Bunlardan çeşitli örtü ve giysiler dikiliyormuş. Beypazarı’nda “ipekli bürgü”, yöreye özgü dokuma olduğundan oldukça önem taşıyormuş. Bürgü, kadınların örtünmek için kullandığı bir tür örtü ve çok eski dönemlerden beri dokumacılığın vazgeçilmez ürünlerinden biri.