Barışın Aklı

Peygamber Efendimiz (sav) bir gün ashabına sormuştu “Akıl insan suretine bürünse kim olarak görünürdü?” diye... Sonrasında yanına torunu Hazreti Hasan’ı çağırdı ve “İyi bakın!” buyurdu, “Akıl insan suretine bürünseydi, oğlum Hasan olarak görünürdü”. Şüphesiz aklın yolu birdir. Bir olan o yolun nihayetinde Muhammedî Belde’ye ulaşılacaksa, o beldenin, akıl şehrinin kapısında Hazreti Hasan Efendimiz bulunur.

HİCRÎ takvim üzerinden sene-i devriyeleri dikkate alınca, Aralık ayının Hazreti Hasan Efendimizi yâd etmek için vesile sunduğunu görüyoruz. Evet, bu yıl, 10 Aralık Perşembe günü, Safer ayının 28’ine tekabül ediyor. Yani Hazreti Hasan Efendimizin şehadet yıldönümüne…

Bir önceki ayda, Muharrem’in 10’uncu günü Hazreti Hüseyin Efendimizin şehadetini yâd eden vefa ehli gönüllerin 28 Safer’e duyarsız ve duygusuz kalabilmesi düşünülemez elbette. Aklın ve kalbin sesi her ne kadar bunu vazetse dahi yaşam pratiğimiz aksini söylemekte.

Evet, kendimizle yüzleştikçe mahcubiyet ve teessüf içerisinde itiraf ediyoruz. Nebî Ciğerpâresi İmam Hüseyin’e (Allah sırrını aziz eylesin) duyduğumuz mütevazı hürmetin ve vefanın zerresini dahi İmam Hasan’a (Allah sırrını aziz eylesin) göstermiyoruz. Bunun en açık delillerinden biridir belki de, Aşura Günü’ne dair iyi kötü algı sahibi olan toplumumuz, 28 Safer’i belki de hiç duymamış ve yâd etmemiştir. Kerbelâ için programlar yapan TV kanalları dahi İmam Hasan’ın şehadetini zikretmez ve saire ve saire…

Ansiklopedik bilgileri kitap sayfalarında bırakmak kaydıyla Hazreti Hasan Efendimizle beliren hikmeti ve güzelliği bahis konusu edersek, görüyoruz ki O, “Sulhun İmamı”dır; Aynıyla Hazreti Hüseyin’in “Islahın İmamı” oluşu gibi…

İki Seçkin Güzellik’ten ilkini “sulh”, ikincisini “ıslah” üzerinden değerlendirmemizin öncelikli sebebi, her ikisinin de toplumsal ve kamusal hayata vurdukları mühürle ilgili. Kerbelâ kıyamının ıslah ve ihya içerikli bir hareket oluşu, bizatihi İmam Hüseyin’in kendi beyanıdır hakeza. Yine tarih şahittir ki, İmam Hasan kendi ismiyle anılan musalaha, yani barış projesinin banisidir. Üstelik onunla beliren barış, Müslüman olma iddiasındaki iki toplumun sulhunu vazeder. Öyle ki, tüm Siyer-i Nebî’yi didik didik etsek dahi Peygamber Efendimiz’in (sav) uygulama ve söylemlerinde böylesi bir barış konsepti gözlemleyemiyoruz. Zira Âlemlere Rahmet Efendimiz’in sağlık günlerinde Müslümanlar arasında iki ayrı İslam anlayışı-geleneği veya önderlik bulunmamıştı. Haliyle de “Müslümanların iç barışı” ile ilgili düzenlemeler Nebî (sav) eliyle yapılmadı.

Nitekim Peygamber Efendimiz (sav), Hicret sonrası Medine’deki tüm tarafları aynı sulh projesinde buluşturup Medine Vesikası’nı kaleme almıştı. Şehirde meskûn üç Yahudi kabile, iki Müslüman Arap kabile, az sayıda müşrik ve Hıristiyan ile Mekkeli muhacirlerin taraf olduğu bu sulh konsepti, günümüz algısıyla aynı beldede/medeniyette bir aradalığın hukukuydu şüphesiz. Batı demokrasi tarihinin önemli bir miladı olan ama sadece Kral, Kilise ve aristokratların taraf olduğu Magna Carta’dan 6 asır evvel imza edilen ve yürürlüğe giren bu vesika, toplumsal sözleşmeler tarihi açısından birçok ilkler ve devrimler içermekte.

Peygamber Efendimiz’in (sav) Bedir, Uhud ve Hendek Savaşlarından sonra Mekkeli müşrikler ile akdettiği Hudeybiye Antlaşması’nın genel ruhu ise Müslim ve gayrimüslim iki toplum ve devletin komşuluk hukukunu düzenlemişti. Nitekim ilk barış konsepti Müslüman zihin-gönül dünyası için bir vatandaşlık bilgisi veya anayasa hukukuna esin kaynağı iken, ikinci konsept ile “Türkiye-AB” ve/veya “Ortadoğu-Batı” ilişkileri düzenlenebilecek durumda.

İncidir İnci’deki…

İşte bu Nebevî barışlar halkasına eklemlenen son zincir, İmam Hasan Musalahası’dır ve Müslümanların özlediği iç barışın ilkelerini vazeder. Özellikle ilk beş altı madde, günümüz Ortadoğu’su ve Türkiye’sinin yana yakıla aradığı sulh konsepti için temel tavırları ve yaklaşımları sunar. Elbette hastalığının farkında olan ve buna dair eczanın hangi hekimde bulunduğunu bilenler için…

Hakeza “Aklın yolu birdir” deriz; sular kesikken elektrik idaresine dilekçe veremeyeceğimiz veya başımız ağrırken mide doktoruna müracaat edemeyeceğiz gibi, “iç barışı” ararken de yöneleceğimiz adres bellidir: Sulhun İmamı Hazreti Hasan Efendimiz…

Evet, Peygamber Efendimiz (sav) bir gün ashabına sormuştu “Akıl insan suretine bürünse kim olarak görünürdü?” diye. Sonrasında yanına torunu Hazreti Hasan’ı çağırdı ve “İyi bakın!” buyurdu, “Akıl insan suretine bürünseydi, Oğlum Hasan olarak görünürdü”.

Şüphesiz aklın yolu birdir. Bir olan o yolun nihayetinde Muhammedî Belde’ye ulaşılacaksa, o beldenin, akıl şehrinin kapısında Hazreti Hasan Efendimiz bulunur. Nitekim Sulhun ve Aklın İmamı, ilerleyen yıllarda Dedeciği’nin (sav) sünnetince “Aklın birinci alameti nedir, bilir misiniz?” şeklinde soruvermiş ve cevabı yine kendisi lütfetmişti: “Aklın ilk alameti, insanların arasını bulacak yolu göstermektir.” Buna, istersek günümüz tabiriyle “hedef açılıma uygun strateji ve araçları ortaya koymak” da diyebiliriz.

Yine İmam Hasan’dan dinleyince öğreniyoruz ki, gurur veya kibir illeti, aklın ibret almasının önündeki en büyük engel imiş. Çuvaldızı kendimize batırınca yine anlıyoruz ki barış, ancak ve ancak “Vahyin İndiği Ev”den öğrenilirmiş. Hele de bahse konu barış, Müslümanların iç hukukuna dairse, Sulhun Muallimi İmam Hasan’dır. Gurura ve kibre kapılıp “Fakat 13 asır evvelinde yaşanmış ve bedevilikten medeniliğe henüz geçilmekte olan bir dönemin insanlarından mı iç barış öğreneceğiz?” diyen olursa, onları laikçilikle suçlamaya hazırız şüphesiz. Peki, buna rağmen “iç barış”ın rol modelini inceleyip kendimize ve günümüze aktarabilmiş bir entelektüel çalışmamız var mı? Dahası, böylesi işlenmemiş bir hazinenin varlığından haberdar mıyız?

Malumdur, eskiler çözüm üretebilen şahsiyetlere “akil adam” derlerdi. Yakın mazimizde bizler de birçok akil adamla tanıştık. Ama ne hikmettir, Aklın ve Sulhun İmamı’nı akillerimizin dilinden dahi işitemedik.

Evet, başta Peygamber Efendimiz (sav) ve O’nun yakınları, dostları olmak üzere hemen her irfanî atamızı “nostaljik saygı nesneleri” olarak bir kenarda, hem de bizden epeyce uzak olan bir kenarda bekletmeye devam ediyor, onları güncel-aktif rol modeller, yinelenip tekrarlanacak prototipler olarak değerlendirmiyoruz. Oysa Kerim Kitap onlar için “Usve-i Hasane” demekte. Meallerimiz bu tabiri “En Güzel Örnek” olarak Türkçeleştiriyor. Hakeza “usve” tipi, örneklik taklit ve teşbih misali örneklikten farklıdır. Öyle ki, usveyi açığa çıkaran, “teessi” fiilinde, “bir işi, onu yapanın muradına uygun şekilde yinelemek” önemlidir. Yani sureten ve sîreten tekrar ederek onu yeniden üretilebilir kabul etmek…

Muhammedî şuur ve ahlakı arayan, buna giden tavırları/stratejileri Muhammedî idraklerde arayabilen akleden kalpler hissedeceklerdir ki, iç barış ve buna uzanan akıl Hasanî’dir. Hekim bellidir. Hastanın haliyse malumdur. Umulur ki, hasta hekimini tanır ve ona müracaat eder. Belki de bu yılki 28 Safer’i vesile edinir, kim bilir…

Allah’ın selamı, doğduğu gün, şehit edildiği gün ve hesap için yeniden diriltileceği gün İmam Hasan’ın ve onu sevenlerin üzerine olsun…