Baharı kaçırmamak

Öyle yıllar oldu ki, baharın gelişini ancak balkondaki çiçeklerin açmasıyla fark edebildim. Bunu abartı kabul etmeyin, öyle dönemler oldu. Bu şuur kapalılığı, -kısmen benim kendi özel durumumdan kaynaklanmış olsa da- memleketin genel havasıyla alakalı bir nakısadır. Yoksa mevsimi kaçırmak, sıradan insan hali değildir.

ÇİZGİ filmlerde sıkça şöyle bir sahne izleriz: Çizgi kahramanın keyfi yerindedir, güle oynaya sağa sola gülücükler dağıtarak, şarkı söyleyerek zıplaya zıplaya uçarak gidiyordur. Tam o anda yukarıdan bir topuz sallanarak gelir ve kafasına iner. Kahramanımız hop aşağı düşer, şimşekler çakar, gözleri yuvasından fırlar, etrafında yıldızlar uçuşur; film sanki bitmiştir o an. Ama bir saniye! Sonra kahramanınız yerinden kalkar, hiçbir şey olmamış gibi lay lom yoluna devam eder…

Bu tip filmlerde çizgi kahramanın hayatı, iki lay lom arasında bir küt gibidir. Bazen biz de bu çizgi kahraman gibi oluyoruz. Nisan, baharın başlangıcıdır; baharla birlikte ağaçlarda yeşeren dalları, kar altından çıkan çiçekleri, şenlenmeye başlayan toprağı seyre dalarız. Baharı her köşede arar dururuz. Azıcık hava bozulsa canımız sıkılır.

Köyde, kırda, dağda böyle olduğu gibi, şehirde de böyledir Nisan. Çünkü bahar, ışığı güçlü bir mevsimdir. Avuç kadar toprağın olduğu metropolde bile baharın gelişini hissederiz. Bu açıdan bakıldığında şehir, baharın geldiğini anlamamıza ve mevsimin hoş havasını içimize çekmemize tek başına engel değildir. Bazen başka şeyler baharın gelişini de, gidişini de hissetmeyecek kadar bizi körleştirebilir. 

Öyle yıllar oldu ki, baharın gelişini ancak balkondaki çiçeklerin açmasıyla fark edebildim. Bunu abartı kabul etmeyin, öyle dönemler oldu. Bu şuur kapalılığı, -kısmen benim kendi özel durumumdan kaynaklanmış olsa da- memleketin genel havasıyla alakalı bir nakısadır. Yoksa mevsimi kaçırmak, sıradan insan hali değildir.

Bazen bahar gelir, geçer, fark edemeyiz. Fark etsek de bahar, yüzümüze ve ruhumuza bir türlü tam yansımaz. Baharın fark edilmesi kuru bir romantizmle değil, hayatın kendisi ile doğrudan alakalı bir durum. Ancak bu coğrafyanın insanları olarak baharın hissedilmesini daha uzun süre gereksiz bir romantizm olarak kabul etme ihtimalimiz yok değil. Çünkü cemreler havaya, suya, toprağa düşse de bir türlü içimize tam düşemiyor. Tam “ba” derken, yukarıdan “Küt!” diye bir şey geliyor, sonrasında biz kelimeyi tamamlamak için “har” diye devam etsek de işin tadı kalmıyor.

Böyle olsa da, “Madem böyle, ne yapalım?” demek yerine ısrarla baharı fark etmeye çalışmak lazım. İkide bir keyfimizi kaçıran ne kadar çok şey varsa, onları bertaraf etmek ve işleri yoluna koymak gerek.

Bahar bu, havayı, suyu, toprağı, hem bütün memleketi, gökyüzünü, ağaçları ve suları değiştiriyor. “Bu memlekette hep kar, kış, kıyamet olsun” inadına gerek yok, inatçıların inadını kırmak lazım.

Bahar gelince, “Merhaba!” diyelim ona. Gidinceye kadar keyfini sürelim. Ansızın gitmesin, kendi ellerimizle uğurlayalım…

***

Köylerin yalnız çiftleri

Ahmet Dayı ve eşi Fadime Teyze... İkisi de 80 yaşını aşmış. Evleri, köyün kuzeyinde. Evlerinin sofasından bakınca uzun kavak ve meyve ağaçlarıyla kaplı ova boylu boyunca görünüyor. Ağaçların arasında kelem, biber, domates ve mısır bahçeleri zor da olsa seçilebiliyor. Çaydan esen serin rüzgâr, yakıcı öğle sıcağında bile evin pencerelerinden girerek insanı rahatlatıyor.

Ahmet Dayı ve Fadime Teyze’nin çocukları, kızları ve torunları uzakta, onlar köyde yalnız yaşıyorlar. Kışları İstanbul’a, oğullarının yanlarına gitseler de “Köyde kar kalktı” haberini alır almaz Şubat veya Mart demeden yola düşüp tekrar geliyorlar köylerine.

Köyün üst tarafında bir başka çift var: Mehmet Enişte ve Selfiraz Hala. Onların da çocukları İstanbul’da. Kışları bir ay, en fazla 45 gün çocuklarının yanında kalıyorlar. Osman Enişte ile Alime Hala da öyle. Çocuklarını İstanbul’a göndereli yıllar olmuş, onlar da yalnızlar. Kazım Enişte ve Nazife Hala da öyleydi; çocukları İstanbul’a gittikten sonra yıllarca baş başa yaşadılar.

Köyden şehre, sonra da büyükşehirlere göç ile boşalan köylerimizde çocuklarıyla torunlarından uzak, ömrünün son yıllarını karı koca olarak yalnız geçiren çiftlerinden birkaç örnek verdim. Şehre göçün arkasında sessiz binlerce çift var böyle. Farklı da olsalar, hikâyeleri birbirine çok benziyor. Hepsinin çocukları şehirlerde yaşıyor. Yaşları genellikle 60-70’i, hatta 80’i aşmış. Çocuklarının “İstanbul’a gelin, burada yaşayın” davetlerine bazen “Evet!” deyip gitseler de münasip bir yolunu bulup tekrar dönüyorlar köylerine. Şehir dar geliyor onlara. Tarla yolunda yürümenin, gece yarısı korulukta çay içmenin, cami avlusunda ikindi sonrası sohbet etmenin, sabahları güneşin doğuşunu izlemenin, rahatça ayaklarını uzatıp sedirde yatmanın ne zevkini, ne de rahatlığını bulabiliyorlar o kocaman şehirlerde.

Oğulları, gelinleri ve torunları saygıda kusur etmeseler de onlara zor geliyor şehirde misafirlik. Hâlbuki sobaları yakılıyor, yemekleri yapılıyor, çayları demleniyor, çamaşırları yıkanıyor, bir dedikleri iki edilmiyor.

Göğüsleri daralıyor, gözleri kararıyor şehirde. Yıllarca irezlükten baktıkları her an kilometrelerce ova, sıra sıra dağlar, koca koca ağaçlar görmüş bu insanlara şehrin dev binaları canavar gibi görünüyor olmalı. Yürürken korkuyorlar, konuşurken çekiniyorlar, istemekten ve sormaktan ar ediyorlar. Çoğunun yaşlılıktan kaynaklanan ciddi hastalıkları var. Dizleri kireçlenmiş, gözleri az görüyor, mideleri rahatsız, dişlerinin çoğu işe yaramıyor. Buna rağmen yalnız başına yaşayan iki insan olarak köylerinin ıssızlığını tercih ediyorlar. O ıssızlık onları kuşatıyor, dinlendiriyor, özgürleştiriyor. 

O kadar ıssız ki köyler, bazen günlerce çocuk sesi duyulmuyor, günlerce kapı tokmağına dokunan olmuyor. “Gitsene oğlunun yanına Amca, keyfine baksana, eziyet çekiyorsun köyde” demiştim onlardan birine. Belli ki benzer cümleleri çok duymuştu, yüzüme bile bakmadan elini ve omzunu sallayıp “Boş ver! Bizi bu yaştan sonra ancak bu ev, bu toprak anlar” demişti.

Köylerin yalnız çiftlerinde gördüğüm hüzne dair olanların dışında aşk bahsine dair şeyler de var. Yörenin âdetlerinden ve köy işlerinin yoğunluğundan birbirinin elini bile tutmamış, hatta yıllarını mini kavgalarla geçirmiş bu insanların, ömürlerinin son döneminde birbirlerini üzmeme, anlama, anlayış gösterme noktasında gençleri kıskandıracak bir letafet içine girdiklerini gözlemledim. Artık sesler yumuşamış, sözler tatlanmış, ikramlar artmış, saatlerce sohbet ediyorlar. Bu sohbetlerde bazı şeyleri ilk defa konuştuklarını fark ettikleri oluyor.

Yıllarca erkek işi değil diye salata bile yapmayan adamlar yemek yapmaya, bulaşık yıkamaya başlamışlar. Konuşurken genç âşıklar gibi birbirlerinin gözlerine bakıyorlar. Yolda yürürken birbirlerini geçmeden, yan yana yürümeye gayret ediyorlar. Geçtiğimiz yıl yolda yürüyen yaşlı iki çiftin fotoğrafını çekmiştim, ikisi de bastonluydu ve ikisinin de bastonlarını birbirinden öne geçirmemeye gayret ettiklerini fark etmiştim.

Bazı alışkanlık ve hırsları devam etse de beklentileri o kadar azalmış ki… Acısız ve ağrısız bir gece uykusu onlar için nimetlerin, yazları ellerini öpmeye gelen torunları ise gururların en büyüğü. Gecenin sessizliğinde şehirdeki oğuldan gelen telefon ise o gecenin huzur kaynağı. Bir de kimseye muhtaç olmadan, bahçede kendi emekleriyle sebze yetiştirebiliyorlarsa hayat onlar için sürdürülebilir bir çizgide devam ediyor sayılır.