Arnold Joseph Toynbee’nin gözünden İslâm’ın tarihteki yeri (4)

İslâm Devleti’nin İran ve Ceyhun-Seyhun havzasındaki Zerdüştî tebaaları, İslâm’a Zagros’un batısındaki Hıristiyan tebaalarından daha hızlı ve çok fazla sayıda geçmiş, ancak İslâm Devleti barbarların istilâsına uğrayana kadar toplu bir şekilde İslâm’a geçiş olmamıştı.

HIRİSTİYANLIĞIN ardından gelen İslâm, Ekümen’in tam kalbinde, bu kalbin her zamanki gibi güçlü bir şekilde attığı bir çağda olgunluğa erişti. Kroeber gerçekte olduğu gibi İslâm’ı Hıristiyanlığın dengi olarak kabul etme konusunda istekli olsaydı, onu kem gözlerle “sanat, entelektüel merak veya derinlik gibi medeniyetlerde alışılmış olan arzuların birçoğundan yoksun, daha önemsiz, Yunan, Sasânî ve Hıristiyanlık karşıtı bir medeniyet” olarak görmezdi. Böylece, İslâm’ın olgunluğa eriştiği bölgenin, o zamana kadar kültürel anlamda çorak bir diyâr hâline geldiğine dair asılsız bir çıkarımda bulunarak İslâm’ı aşağılayan bir açıklama yoluna gitmezdi.

Ateşin merkezinin sönüp dışa doğru yayılması benzetmesini Eski Dünya’da medeniyetin coğrafî tarihi açısından geçerli bir anahtar olarak kabul etsek de, etmesek de ne Güneybatı Asya ve Mısır’ın ilkel Müslüman Araplar tarafından fethedilmesinden önce, ne de İslâm’ın orada fethedilen Hıristiyan ve Zerdüştî nüfus arasından İslâm’a geçen Arap olmayan yerel halk tarafından olgunluğa eriştirildiğini izleyen yüzyıllar boyunca ateşin başladığı noktada sönmediği kesindir.

Bir önceki siyasî ayrılık döneminde bile Irak, Sasânî İmparatorluğu’nun, Suriye ve Mısır ise Roma İmparatorluğu’nun güç merkezi olmuştu. Bu üç ülkenin gücü, Arap fethi onları neredeyse bin yıl önce Ahameniş İmparatorluğu’nun yıkılmasından bu yana ilk kez siyasî olarak yeniden birleştirdiğinde kayda değer şekilde artmıştı. Emevî ve Abbasî yönetimi altında Güneybatı Asya ve Mısır, önceki üç ya da dört bin yıldır olduğu gibi hâlâ Ekümen’in kalbiydi.

Tarihî bölge sonunda sıkıntılı bir sürece girmiş ve günümüzde yeniden içinden çıktığı bir tutulma yaşamıştı. Ancak bu, İslâm’ın orada olgunluğa erişmesinin ardından olmuş bir olay değildi. Bu bölge gücünü, bugün olduğu gibi o zaman da iki şeyden alıyordu: Yerel verimliliği ve Ekümen’in iletişim ağının tam merkezindeki coğrafî konumu… Geçmişte temel üretimi tarıma ve sulak topraklarında yetişen mahsullere dayalıydı. Günümüzde ise temel üretimi maden: Yüzeyin altından gelen petrol... Geçmişte bölgenin, dünyanın yıllık tahıl hasadının önemli bir kısmını gerçekleştirmesi gibi, bugün de dünyanın petrol rezervlerinin büyük bir kısmına sahip olduğu tahmin ediliyor.

Bölgenin, dünyanın iletişim ağının merkezi olarak coğrafî rolüne gelince… Dünya coğrafyasının kalıcı özellikleri, Güneybatı Asya ve Mısır için o kadar uygundur ki bu bölge, Ekümen’in neredeyse eşzamanlı iki Batılı başarı -Atlas Okyanusu’nun batısında Yeni Dünya’nın keşfi ve Batı Avrupa’nın Atlas Okyanusu kıyısından Ümit Burnu’nu dolaşarak Güney ve Doğu Asya’ya uzanan kesintisiz bir deniz yolunun keşfi- ile normal coğrafî dengesinin dışına itilmesinin ardından dört yüzyıldan kısa bir süre içerisinde Ekümen’in kalbindeki doğal konumunu tekrar geri kazanmıştır.

1869 yılından bu yana bu dolambaçlı yol, Süveyş Kanalı’nın açılması ile kısalmıştı. Bu, İran İmparatoru I. Darius’un mühendislerinin Süveyş’ten Nil deltasının başına kadar kapattığı kanaldan sonra Ahameniş döneminde var olan Hint Okyanusu ve Akdeniz arasındaki direkt geçişi gemiler için tekrar açmıştı. Süveyş Kanalı, 20. yüzyıl dünyasındaki popülasyonun biri Güney ve Doğu Asya’da, diğeri de Avrupa ve Kuzey Amerika’da olan iki ana odak noktası arasındaki en kısa deniz yolunu sağlamış ve bu, günümüzde Avrasya ve Afrika arasındaki kara köprüsünü geçtikleri yerde bir araya gelen bir grup havayolu ile tamamlanmıştır.

Bu şekilde Ekümen’in kalbi, 15. yüzyılda Batılı denizci maceraperestlerin önemli coğrafî keşifleri yapması ile etkisi altına girdiği krizi aşmış oldu. Petrolün bulunması sayesinde, Güneybatı Asya, 13. yüzyılda Moğolların kendilerine soykırım uyguladığı ve Irak’taki 4 bin yıllık su kontrol sistemine son darbeyi vurarak tarımsal üretkenliklerine son verdiği zaman aldıkları darbenin etkilerinden kurtulma yoluna gitmişti. Moğolların, Fırat nehrinin doğusundaki Güneybatı Asya’ya verdikleri yıkımın düzeyi, yaklaşık M.Ö. 3000 yıllarında su kontrol sistemlerinin birleşmesinden bu yana aralıksız başarılı olmaya devam eden ve günümüzün tarım ülkesi Mısır ile 700 yıl önce Moğolların vurduğu darbenin etkilerinden yeni kurtulmaya başlayan günümüzdeki Irak arasındaki zıtlıkla ölçülebilir.

İnsan yaşamının tamamen yıkıma uğraması, hâlâ insan yapımı mühendislik işlerinin yıkılmasından daha korkunçtu. Şu anki Pers Krallığı’nın en kuzeydoğusundaki il olan Kurasan’ı ziyaret edin ve Moğolistan öncesi Tus ya da Nişabur şehirlerinin kare şekline sahip dört duvarının içindeki geniş boş alanda durun! Üzerinden 700 yıl geçmiş olsa da, Güneybatı Asya’nın hâlâ 13. yüzyılda Moğollardan aldığı darbenin etkisi atında ezildiğini fark edeceksiniz…

Güneybatı Asya’nın 13. yüzyılda Moğollar tarafından yıkıma uğraması ve ardından da 15. yüzyılda dünyanın deniz rotalarının Batı Avrupalılar tarafından Levant ve Kızıldeniz’den uzaklaştırılması, kendi arasında 16, 17 ve 18. yüzyıllarda Güneybatı Asya ve Mısır’ın gerilemesi ile çöküşünü açıklamaktadır. Bu, 19. yüzyılda bölgenin iyileşmesini daha da önemli ve etkileyici hâle getirmiştir. Mevcut bağlamda bu geçici tutulma ve ardından gelen iyileşmenin önemi, her iki olayın da İslâm’ın doğuşu ve olgunlaşmasının ardından gerçekleşmiş olmasıdır. Ve bu kronolojik gerçek Kroeber’in, İslâm’ın çorak bir diyârda yetişmiş ölü deniz meyvesi olduğuna dair hayâlî tezini kararlı bir şekilde çürütecek gibi görünmektedir.

Bir din olarak İslâm’ın, günümüz dünyasının kültürel haritasında öne çıkan İslâm medeniyeti ile olan ilişkisi nedir? Rushton Coulborn, “İslâm Medeniyeti, ortaya çıktığı zaman besbelli yeni bir şeydi. Bir din olarak İslâm da yükselişine aracılık etti” demiştir. Benim görüşüme göre bu ifadeye karşı çıkılamaz. Ben de kesinlikle aksi yönde bir şey yazmazdım ve söylediğinden daha fazla şey îmâ etmediği sürece buna bir itirazım olmazdı. Ancak Coulborn’un, İslâm Medeniyeti’nin, İslâm’ın kendisi ile eşzamanlı olarak ortaya çıktığını ve bu bağlamda ilişkisinin Hıristiyan medeniyetlerinin Hıristiyanlık ile olan ilişkilerinden farklı olduğunu îmâ etmeyi amaçladığı izlenimine kapıldım. Onu bu bağlamda yorumlayacak olursak ve tabiî ifade etmek istediği anlamı doğru yakaladıysam, bu durumda onunla aynı fikirde değiliz.

Benim gördüğüm hâliyle İslâm Medeniyeti’nin İslâm ile olan ilişkisi, Hıristiyan medeniyetlerinin Hıristiyanlık ile olan ilişkisinin aynıdır. Bence her iki durumda da din, dünyada ortaya çıkmış ve daha eski ve aynı zamanda (en azından) kısmen yabancı olan sosyal ve kültürel bir çerçevede olgunluğa erişmiştir. Fakat bundan sonra bu, daha eski ve yabancı medeniyet ya da medeniyetler “yeni dinin bariz olarak damgasını taşıdığı için” meşrû şekilde kendi adı ile anılacak yeni bir medeniyet meydana getirdiği düşüncesini savuşturmuştur.

Bence olayların gidişatının inşâ edilmesi, Hıristiyanlık ve Hıristiyan medeniyetleri arasındaki ilişkiyi inceleyen öğrencilerin hiçbiri tarafından tartışılmayacaktır. Hıristiyanlığın Yunan medeniyeti çerçevesinde ortaya çıktığı ve olgunlaştığı ve de Hıristiyan medeniyetlerin, Yunan medeniyetinin dağılmaya başladığı yaklaşık 4. yüzyılın sonları ile 7. yüzyılın sonları arasındaki dönemden önce yüzeye çıkmaya başlamayacağı kabul edilecektir.

Ortaya çıktığı dönemde Hıristiyanlık, kendilerine ait olmayan bir dünyada yabancı ve misafir olarak yaşayan bir azınlığın diniydi. Aynı şekilde, ilk doğduğunda İslâm da (benim gördüğüm hâliyle) aynı durumdaydı. O da yabancı medeniyetler çerçevesinde, Hıristiyan medeniyeti değilse de Nasturi Hıristiyan, Monofizit Hıristiyan ve Zerdüştî İran medeniyetleri çerçevesinde olgunluğa erişti. İslâm Dünya Devleti’nde Müslüman azınlık kamplarda ve saraylarda yaşarken, Roma İmparatorluğu’nda Hıristiyan azınlığın yeraltı mezarlarında yaşadığı doğrudur. Ancak bu Müslüman azınlık, kendi yaratmadığı ve kendi evi olmayan bir dünyada yaşamaları bakımından Hıristiyan azınlık ile aynı konumdaydı.

Hıristiyanlığın ortaya çıkışından sonra olduğu gibi, İslâm’ın ortaya çıkışının ardından da yeni dinin yeni bir medeniyet doğurması için yüzyıllar geçmesi gerekiyordu. Çünkü bunun gerçekleşmesi için gereken önkoşul, azınlığın çoğunluk hâline gelmesiydi. Akdeniz etrafındaki coğrafyada bu, 7. yüzyılda sona eren üç yüzyıl içerisinde, Güneybatı Asya ve Mısır’da ise 13. yüzyılda sona eren üç yüzyıl içerisinde gerçekleşti. Bundan önce Arapların din değiştiren Arap olmayan tebaaları ve Arapların kendileri de dâhil olmak üzere Müslümanlar, Dünya İslâm Devleti’nin topraklarında sadece bir azınlıktı.

İslâm Devleti’nin İran ve Ceyhun-Seyhun havzasındaki Zerdüştî tebaaları, İslâm’a Zagros’un batısındaki Hıristiyan tebaalarından daha hızlı ve çok fazla sayıda geçmiş, ancak İslâm Devleti barbarların istilâsına uğrayana kadar toplu bir şekilde İslâm’a geçiş olmamıştı. Güneybatı Asya ve Mısır’daki büyük kitlelerin “dünyayı yerinden oynatacak” bir afette, toplumu bir arada tutacak ruhanî bir güç olarak İslâm’a koşmalarına neden olan unsursa Haçlı seferleri ve ardından gelen Moğol istilâlarıydı.

Dolayısıyla yeniden düşündüğümde, İslâm Medeniyeti’nin -ya da medeniyetlerinin-, Abbasî Devleti’nin son kalıntılarının da Moğol savaşçı Hülagü tarafından yok edildiği 13. yüzyıldan sonra ortaya çıktığını iddia etmeye devam edeceğim. İslâm’ın tarihteki yerini tespit etmek için üç şeyi birbirinden ayırmamız gerekiyor: Peygamber Hz. Muhammed tarafından kurulan ve daha sonra siyasî haleflerinin din değiştirmiş Arap olmayan tebaaları tarafından kurtarılan İslâm dini, devlet adamı Muhammed tarafından kurulan ve dillere destan biçimde hardal tohumu gibi hızlı bir şekilde büyüyüp dünyayı etkisine alan İslâm Devleti ve de Hıristiyan medeniyetlerinin, Hıristiyanlığın kültürel birer yan ürünü olması gibi, İslâm’ın kültürel yan ürünü olan İslâm Medeniyeti (ya da medeniyetleri)... Bu üç şeyi zihnimizde birbirinden tamamen ayrı tutmazsak, İslâm’ı ve de siyasî ve kültürel yan ürünlerini yorumlama konusunda doğru yoldan sapmış oluruz.

 

Arnold Joseph Toynbee’ye ait bu makale, http://www.globalwebpost.com/farooqm/study_res/İslâm/İslâm_misund/toynbee.html adresinden alınmıştır.