HIRİSTİYANLIĞIN ardından gelen İslâm,
Ekümen’in tam kalbinde, bu kalbin her zamanki gibi güçlü bir şekilde attığı bir
çağda olgunluğa erişti. Kroeber gerçekte olduğu gibi İslâm’ı Hıristiyanlığın
dengi olarak kabul etme konusunda istekli olsaydı, onu kem gözlerle “sanat, entelektüel
merak veya derinlik gibi medeniyetlerde alışılmış olan arzuların birçoğundan
yoksun, daha önemsiz, Yunan, Sasânî ve Hıristiyanlık karşıtı bir medeniyet”
olarak görmezdi. Böylece, İslâm’ın olgunluğa eriştiği bölgenin, o zamana kadar
kültürel anlamda çorak bir diyâr hâline geldiğine dair asılsız bir çıkarımda
bulunarak İslâm’ı aşağılayan bir açıklama yoluna gitmezdi.
Ateşin
merkezinin sönüp dışa doğru yayılması benzetmesini Eski Dünya’da medeniyetin
coğrafî tarihi açısından geçerli bir anahtar olarak kabul etsek de, etmesek de
ne Güneybatı Asya ve Mısır’ın ilkel Müslüman Araplar tarafından
fethedilmesinden önce, ne de İslâm’ın orada fethedilen Hıristiyan ve Zerdüştî
nüfus arasından İslâm’a geçen Arap olmayan yerel halk tarafından olgunluğa
eriştirildiğini izleyen yüzyıllar boyunca ateşin başladığı noktada sönmediği
kesindir.
Bir
önceki siyasî ayrılık döneminde bile Irak, Sasânî İmparatorluğu’nun, Suriye ve
Mısır ise Roma İmparatorluğu’nun güç merkezi olmuştu. Bu üç ülkenin gücü, Arap
fethi onları neredeyse bin yıl önce Ahameniş İmparatorluğu’nun yıkılmasından bu
yana ilk kez siyasî olarak yeniden birleştirdiğinde kayda değer şekilde
artmıştı. Emevî ve Abbasî yönetimi altında Güneybatı Asya ve Mısır, önceki üç
ya da dört bin yıldır olduğu gibi hâlâ Ekümen’in kalbiydi.
Tarihî
bölge sonunda sıkıntılı bir sürece girmiş ve günümüzde yeniden içinden çıktığı
bir tutulma yaşamıştı. Ancak bu, İslâm’ın orada olgunluğa erişmesinin ardından
olmuş bir olay değildi. Bu bölge gücünü, bugün olduğu gibi o zaman da iki
şeyden alıyordu: Yerel verimliliği ve Ekümen’in iletişim ağının tam
merkezindeki coğrafî konumu… Geçmişte temel üretimi tarıma ve sulak
topraklarında yetişen mahsullere dayalıydı. Günümüzde ise temel üretimi maden:
Yüzeyin altından gelen petrol... Geçmişte bölgenin, dünyanın yıllık tahıl
hasadının önemli bir kısmını gerçekleştirmesi gibi, bugün de dünyanın petrol
rezervlerinin büyük bir kısmına sahip olduğu tahmin ediliyor.
Bölgenin,
dünyanın iletişim ağının merkezi olarak coğrafî rolüne gelince… Dünya
coğrafyasının kalıcı özellikleri, Güneybatı Asya ve Mısır için o kadar uygundur
ki bu bölge, Ekümen’in neredeyse eşzamanlı iki Batılı başarı -Atlas
Okyanusu’nun batısında Yeni Dünya’nın keşfi ve Batı Avrupa’nın Atlas Okyanusu
kıyısından Ümit Burnu’nu dolaşarak Güney ve Doğu Asya’ya uzanan kesintisiz bir
deniz yolunun keşfi- ile normal coğrafî dengesinin dışına itilmesinin ardından
dört yüzyıldan kısa bir süre içerisinde Ekümen’in kalbindeki doğal konumunu
tekrar geri kazanmıştır.
1869
yılından bu yana bu dolambaçlı yol, Süveyş Kanalı’nın açılması ile kısalmıştı.
Bu, İran İmparatoru I. Darius’un mühendislerinin Süveyş’ten Nil deltasının
başına kadar kapattığı kanaldan sonra Ahameniş döneminde var olan Hint Okyanusu
ve Akdeniz arasındaki direkt geçişi gemiler için tekrar açmıştı. Süveyş Kanalı,
20. yüzyıl dünyasındaki popülasyonun biri Güney ve Doğu Asya’da, diğeri de Avrupa
ve Kuzey Amerika’da olan iki ana odak noktası arasındaki en kısa deniz yolunu
sağlamış ve bu, günümüzde Avrasya ve Afrika arasındaki kara köprüsünü geçtikleri
yerde bir araya gelen bir grup havayolu ile tamamlanmıştır.
Bu
şekilde Ekümen’in kalbi, 15. yüzyılda Batılı denizci maceraperestlerin önemli coğrafî
keşifleri yapması ile etkisi altına girdiği krizi aşmış oldu. Petrolün
bulunması sayesinde, Güneybatı Asya, 13. yüzyılda Moğolların kendilerine
soykırım uyguladığı ve Irak’taki 4 bin yıllık su kontrol sistemine son darbeyi
vurarak tarımsal üretkenliklerine son verdiği zaman aldıkları darbenin
etkilerinden kurtulma yoluna gitmişti. Moğolların, Fırat nehrinin doğusundaki
Güneybatı Asya’ya verdikleri yıkımın düzeyi, yaklaşık M.Ö. 3000 yıllarında su
kontrol sistemlerinin birleşmesinden bu yana aralıksız başarılı olmaya devam
eden ve günümüzün tarım ülkesi Mısır ile 700 yıl önce Moğolların vurduğu
darbenin etkilerinden yeni kurtulmaya başlayan günümüzdeki Irak arasındaki
zıtlıkla ölçülebilir.
İnsan
yaşamının tamamen yıkıma uğraması, hâlâ insan yapımı mühendislik işlerinin
yıkılmasından daha korkunçtu. Şu anki Pers Krallığı’nın en kuzeydoğusundaki il
olan Kurasan’ı ziyaret edin ve Moğolistan öncesi Tus ya da Nişabur şehirlerinin
kare şekline sahip dört duvarının içindeki geniş boş alanda durun! Üzerinden
700 yıl geçmiş olsa da, Güneybatı Asya’nın hâlâ 13. yüzyılda Moğollardan aldığı
darbenin etkisi atında ezildiğini fark edeceksiniz…
Güneybatı
Asya’nın 13. yüzyılda Moğollar tarafından yıkıma uğraması ve ardından da 15.
yüzyılda dünyanın deniz rotalarının Batı Avrupalılar tarafından Levant ve Kızıldeniz’den
uzaklaştırılması, kendi arasında 16, 17 ve 18. yüzyıllarda Güneybatı Asya ve
Mısır’ın gerilemesi ile çöküşünü açıklamaktadır. Bu, 19. yüzyılda bölgenin
iyileşmesini daha da önemli ve etkileyici hâle getirmiştir. Mevcut bağlamda bu
geçici tutulma ve ardından gelen iyileşmenin önemi, her iki olayın da İslâm’ın
doğuşu ve olgunlaşmasının ardından gerçekleşmiş olmasıdır. Ve bu kronolojik
gerçek Kroeber’in, İslâm’ın çorak bir diyârda yetişmiş ölü deniz meyvesi
olduğuna dair hayâlî tezini kararlı bir şekilde çürütecek gibi görünmektedir.
Bir
din olarak İslâm’ın, günümüz dünyasının kültürel haritasında öne çıkan İslâm
medeniyeti ile olan ilişkisi nedir? Rushton Coulborn, “İslâm Medeniyeti, ortaya
çıktığı zaman besbelli yeni bir şeydi. Bir din olarak İslâm da yükselişine
aracılık etti” demiştir. Benim görüşüme göre bu ifadeye karşı çıkılamaz. Ben de
kesinlikle aksi yönde bir şey yazmazdım ve söylediğinden daha fazla şey îmâ
etmediği sürece buna bir itirazım olmazdı. Ancak Coulborn’un, İslâm Medeniyeti’nin,
İslâm’ın kendisi ile eşzamanlı olarak ortaya çıktığını ve bu bağlamda
ilişkisinin Hıristiyan medeniyetlerinin Hıristiyanlık ile olan ilişkilerinden
farklı olduğunu îmâ etmeyi amaçladığı izlenimine kapıldım. Onu bu bağlamda yorumlayacak
olursak ve tabiî ifade etmek istediği anlamı doğru yakaladıysam, bu durumda
onunla aynı fikirde değiliz.
Benim
gördüğüm hâliyle İslâm Medeniyeti’nin İslâm ile olan ilişkisi, Hıristiyan
medeniyetlerinin Hıristiyanlık ile olan ilişkisinin aynıdır. Bence her iki
durumda da din, dünyada ortaya çıkmış ve daha eski ve aynı zamanda (en azından)
kısmen yabancı olan sosyal ve kültürel bir çerçevede olgunluğa erişmiştir.
Fakat bundan sonra bu, daha eski ve yabancı medeniyet ya da medeniyetler “yeni
dinin bariz olarak damgasını taşıdığı için” meşrû şekilde kendi adı ile
anılacak yeni bir medeniyet meydana getirdiği düşüncesini savuşturmuştur.
Bence
olayların gidişatının inşâ edilmesi, Hıristiyanlık ve Hıristiyan medeniyetleri
arasındaki ilişkiyi inceleyen öğrencilerin hiçbiri tarafından
tartışılmayacaktır. Hıristiyanlığın Yunan medeniyeti çerçevesinde ortaya
çıktığı ve olgunlaştığı ve de Hıristiyan medeniyetlerin, Yunan medeniyetinin
dağılmaya başladığı yaklaşık 4. yüzyılın sonları ile 7. yüzyılın sonları
arasındaki dönemden önce yüzeye çıkmaya başlamayacağı kabul edilecektir.
Ortaya
çıktığı dönemde Hıristiyanlık, kendilerine ait olmayan bir dünyada yabancı ve
misafir olarak yaşayan bir azınlığın diniydi. Aynı şekilde, ilk doğduğunda İslâm
da (benim gördüğüm hâliyle) aynı durumdaydı. O da yabancı medeniyetler
çerçevesinde, Hıristiyan medeniyeti değilse de Nasturi Hıristiyan, Monofizit Hıristiyan
ve Zerdüştî İran medeniyetleri çerçevesinde olgunluğa erişti. İslâm Dünya Devleti’nde
Müslüman azınlık kamplarda ve saraylarda yaşarken, Roma İmparatorluğu’nda Hıristiyan
azınlığın yeraltı mezarlarında yaşadığı doğrudur. Ancak bu Müslüman azınlık,
kendi yaratmadığı ve kendi evi olmayan bir dünyada yaşamaları bakımından Hıristiyan
azınlık ile aynı konumdaydı.
Hıristiyanlığın
ortaya çıkışından sonra olduğu gibi, İslâm’ın ortaya çıkışının ardından da yeni
dinin yeni bir medeniyet doğurması için yüzyıllar geçmesi gerekiyordu. Çünkü
bunun gerçekleşmesi için gereken önkoşul, azınlığın çoğunluk hâline gelmesiydi.
Akdeniz etrafındaki coğrafyada bu, 7. yüzyılda sona eren üç yüzyıl içerisinde,
Güneybatı Asya ve Mısır’da ise 13. yüzyılda sona eren üç yüzyıl içerisinde
gerçekleşti. Bundan önce Arapların din değiştiren Arap olmayan tebaaları ve
Arapların kendileri de dâhil olmak üzere Müslümanlar, Dünya İslâm Devleti’nin
topraklarında sadece bir azınlıktı.
İslâm
Devleti’nin İran ve Ceyhun-Seyhun havzasındaki Zerdüştî tebaaları, İslâm’a
Zagros’un batısındaki Hıristiyan tebaalarından daha hızlı ve çok fazla sayıda
geçmiş, ancak İslâm Devleti barbarların istilâsına uğrayana kadar toplu bir
şekilde İslâm’a geçiş olmamıştı. Güneybatı Asya ve Mısır’daki büyük kitlelerin
“dünyayı yerinden oynatacak” bir afette, toplumu bir arada tutacak ruhanî bir
güç olarak İslâm’a koşmalarına neden olan unsursa Haçlı seferleri ve ardından
gelen Moğol istilâlarıydı.
Dolayısıyla
yeniden düşündüğümde, İslâm Medeniyeti’nin -ya da medeniyetlerinin-, Abbasî Devleti’nin
son kalıntılarının da Moğol savaşçı Hülagü tarafından yok edildiği 13.
yüzyıldan sonra ortaya çıktığını iddia etmeye devam edeceğim. İslâm’ın tarihteki
yerini tespit etmek için üç şeyi birbirinden ayırmamız gerekiyor: Peygamber Hz.
Muhammed tarafından kurulan ve daha sonra siyasî haleflerinin din değiştirmiş
Arap olmayan tebaaları tarafından kurtarılan İslâm dini, devlet adamı Muhammed tarafından
kurulan ve dillere destan biçimde hardal tohumu gibi hızlı bir şekilde büyüyüp
dünyayı etkisine alan İslâm Devleti ve de Hıristiyan medeniyetlerinin, Hıristiyanlığın
kültürel birer yan ürünü olması gibi, İslâm’ın kültürel yan ürünü olan İslâm Medeniyeti
(ya da medeniyetleri)... Bu üç şeyi zihnimizde birbirinden tamamen ayrı
tutmazsak, İslâm’ı ve de siyasî ve kültürel yan ürünlerini yorumlama konusunda
doğru yoldan sapmış oluruz.
Arnold
Joseph Toynbee’ye ait bu makale, http://www.globalwebpost.com/farooqm/study_res/İslâm/İslâm_misund/toynbee.html adresinden
alınmıştır.