HZ. MUHAMMED’in neslindeki
Arapların gözünde Hıristiyanlık Romalıların, Musevîlik de Yahudîlerin ulusal
diniydi ve Hz. Muhammed’in vatandaşlarına sunduğu tek gerçek Tanrı, Yahudîlerde
de olduğu gibi birden fazla anlama sahipti.
Kâinatın
Tanrısı olmasının yanı sıra, Arapların ulusal tanrısıydı. İslâm, Hz. İbrahim’in
saf dininin yeniden hayat bulmuş hâli olacaktı ve bu defa Hz. İbrahim’in
soyundan gelen “seçilmiş insanlar”, oğlu İshak’ın Yahudî çocukları değil, diğer
oğlu İsmail’in Arap çocukları olacaktı.
Barbar
milliyetçiliğin bu küçücük parçasına sahip olan İslâm, Hıristiyanlığın üç
yüzyıl önce Doğu Alman barbarlarının Roma İmparatorluğu tarafından işgâl
edilmeden hemen önce benimsediği Aryan biçimine benzemekteydi. İslâm’ın
barındırdığı bu milliyetçilik öğesi, Hz. Muhammed Medine şehir devletinin
sınırlarını yalnız Mekke’ye değil, tüm Arabistan’a genişlettiğinde büyük oranda
güçlenmişti. Daha önce de belirtildiği üzere Araplar, Peygamberlerinin
fikirleri ve idealleri ile ilgilenmiyorlardı. Ancak bir “Pan-Arap İslâm
Milletler Topluluğu” bünyesinde siyasî bir bütünlük getirerek kendilerine
sağladığı askerî gücü takdîr ediyorlardı. İslâm, Arabistan’ın sınırlarını aşıp
fetihçi Arap ordularının dini olarak eski Roma ve Sasânî topraklarına kadar
taşınmıştı.
Fatihler,
Arap olmayan dönmeleri fazla istemiyorlardı. Fethedilen halklar onların gözünde
aynı dinden insanlardan ziyade, fazladan vergi ödeyen insanlar olarak daha
değerliydiler. Arapların krallığını etki altına alanlar, Arap olmayan Zerdüştî
ve Hıristiyan tebaaları olmuştu. Zorla İslâm’ın çatısı altına girip Arapları İslâm
Devleti içerisindeki siyasî konumlarından ederek İslâm’ın o zamana kadar iki
tutarsız ideal olan milliyetçilik ve evrensellik arasında gidip gelmesine neden
olan belirsizliği ortadan kaldıran bir düzen ve teoloji kazandırmışlardı.
Dolayısıyla
Hz. Muhammed’in dinini kabul eden Arap olmayan tebaalar, nihâî olarak İslâm’a,
Kurucusunun Kendisinin ödün verdiği bir konum sağlamışlardı. Ancak bu dönmeler
için İslâm’ın, Aryan Hıristiyanlığının gittiği yoldan gitmiş olması muhtemel
görünmüştü.
Burgundiyalılar,
Vizigotlar ve Lombardiyalılar gibi Araplar da Hıristiyan tebaalarının evrensel
dini için -bu tebaalar İslâm’ı kabul eden Hıristiyanların daha önce uyguladığı Hıristiyanlık
modelinde İslâm’ı tüm insanlık için daha yüce bir din hâline getirmek konusunda
ısrar etmeselerdi- er ya da geç barbar ulusal dinlerini terk etmiş olacaklardı.
Sonunda
İslâm’ın evrensel bir din olma ihtimâlinin semeresinin alınması, din ile ilgili
olmasının yanı sıra, aynı zamanda oldukça büyük bir kültürel başarıydı. Bu,
daha önce aynı insanlar tarafından aynı yöntemle Hıristiyanlık için yapılanla
kıyaslanabilir. Bulundukları makamlar, Hıristiyanlığın yanı sıra İslâm’ın da
tam ruhanî ve kültürel îtibârına ulaşmasını sağlayanlar, ortak Süryanî ve Helen
soyundan gelen Güneybatı Asyalılardı.
İki
medeniyetin de eski mensupları, kendilerine özgü kültürlerinin bilincini
kaybetmiş olsalar da kültürel verimliliklerini kaybetmemişlerdi. Aksine Süryanî
ve Yunan kültürleri, kendi kimliklerini kaybettikten sonra rakipsiz besleyici
gücü olan bir kültür harcı hâline gelmişlerdi. Sadece bir değil, iki yüce dini,
her birinin evrensel cazibe yarattığı bir olgunluğa eriştirme becerisi, eşi
benzeri zor bulunacak bir başarıydı.
İslâm’ın
Batı’daki yaygın değerini kaybetmesi, İslâm karşıtı Hıristiyan önyargısının bir
hatırasıdır. Bu, kendi entelektüel eserlerinde, kültürel mîraslarındaki Hıristiyan
önyargısını düzeltme zorunluluğu hisseden ve İslâm’a yönelik yaptıkları olumsuz
değerlendirmelerde kendilerinin kendi yüksek tarafsızlık standartlarına göre
hareket ettiklerini ve İslâm’ı kendi kusurlarıyla tarafsız olarak
suçladıklarını hayâl eden Batılı zihinlerde inatla yaşamaya devam etmektedir.
Örneğin
Kroeber, Eski Dünya’da medeniyetin ilerleyişinin tarihi hakkındaki bir
hipotezin ışığında, İslâm’ı tarihsel bir olgu olarak yorumlamıştır. Kroeber, İslâm’ı
Bereketli Hilâl’de başlayıp, başladığı noktadan çemberini kademeli olarak
genişleterek yayılan bir yangına benzetmiştir. Alev, ateş söndükten ve ilk
başladığı yerde gri küllerden başka bir şey bırakmadıktan çok sonra bile çemberin
sürekli ilerleyen çevresi etrafında yanmaya devam eder. Bu hipotezin bazı kayda
değer haklı yanları vardır. Bunlardan en önemlisi, bir dizi tarihsel gerçeğe
uygun olmasıdır.
Yine
neredeyse eşit derece haklı olduğu bir yan da, sadece medeniyetin Sümer ve
Mısır’dan başlayıp batıya doğru Akdeniz üzerinden Avrupa’ya ve nihâyet
Amerika’ya yayıldığını dikkate alan ve aynı dönemde Hindistan ve Doğu Asya’ya
yayıldığını göz ardı eden tek yönlü geleneksel Batılı önyargısından üstün
olmasıdır. Bir hareketin esas çıkış noktasında sona erdikten çok sonra dış
kenarında ilerlemeye devam etmesi, insan dışı doğada ve aynı zamanda insan
ilişkilerinde de bir dizi durumda gözlemlenebilen bir olgudur.
Dışarıya
doğru genişleyen alev çemberinin bir benzeri de bir göle taş atıldığında
meydana gelen dairesel dalgalardır. Taşın suya değdiği nokta tekrar
durgunlaştıktan sonra dahi dalgalar dışarıya doğru hareket etmeye devam eder.
Benzer şekilde, bir zamanlar yaşamının merkezi olan çekirdeği sefalete düşse ve
hatta harabeye dönse bile bir şehir, bazen dışa doğru büyümeye devam eder. Ve
Ekümen de bir bakıma büyük bir şehirdir; içinde Cecrops şehrinin daha büyük
ölçekte yeniden inşâ edildiği Zeus şehri…
Ancak
bu sadece şiirsel bir benzetmedir ve Kroeber’in kendisi de beni, benzetmenin
gösterme ile aynı şey olmadığı konusunda uyarmıştır.
Fark
ettiğimiz üzere M.S. 4. yüzyılda sona eren yarım bin yıl boyunca, üç tanesi
Ekümen’in kalbinde ve bir tanesi de çok uzun süre önce orada kurulmuş Yunan
medeniyeti olan dört medeniyetin eski mensuplarının kendi kültürel mirasları
ile süreklilik bilincini yitirmesi bakımından dağıldığı doğrudur. Aynı zamanda İslâm’ın,
Hıristiyanlığın hemen ardından bu bölgede kurulduğu da doğrudur. Kroeber, İslâm’ın
daha yüce bir medeniyetin ocağında kurulduğunu söylemekte tabiî ki haklıdır: “İlk
tarım ve şehirlerle krallar ve harflerin bulunduğu Neolitik Devrim alanının
yakın doğusunda”...
Ancak
“Yapıcı kültürel dürtülerin bu ocaktan çoktan çıkıp gittiği bir zamanda ortaya
çıktı” şeklindeki devam cümlesi kesinlikle yanlıştır!
Kültürel
süreklilik bilincinin kaybedilmesi, kültürel yaratıcılık gücünün kaybedilmesi
ile aynı şey değildir. Süryanî ve Yunan medeniyetlerinin farklı elementlerinin
bir araya gelmesi, Hıristiyanlığı doğuran verimli bir harç oluşturmuştu ve bu
verimlilik, İslâm biçiminde kıyaslanabilir bir değere sahip “ikinci bir mahsul”
üretecek kadar iyi olduğunu kanıtlamıştı. İnsanlık için bir mesaj taşıyan bu
iki yüce dinden daha iyi meyve veren başka bir “yapıcı kültürel dürtü” olmuş
mudur?
Arnold
Joseph Toynbee’ye ait bu makale, http://www.globalwebpost.com/farooqm/study_res/İslâm/İslâm_misund/toynbee.html adresinden
alınmıştır.