Arnold Joseph Toynbee’nin gözünden İslâm’ın tarihteki yeri (3)

Süryanî ve Yunan medeniyetlerinin farklı elementlerinin bir araya gelmesi, Hıristiyanlığı doğuran verimli bir harç oluşturmuştu ve bu verimlilik, İslâm biçiminde kıyaslanabilir bir değere sahip “ikinci bir mahsul” üretecek kadar iyi olduğunu kanıtlamıştı.

HZ. MUHAMMED’in neslindeki Arapların gözünde Hıristiyanlık Romalıların, Musevîlik de Yahudîlerin ulusal diniydi ve Hz. Muhammed’in vatandaşlarına sunduğu tek gerçek Tanrı, Yahudîlerde de olduğu gibi birden fazla anlama sahipti.

Kâinatın Tanrısı olmasının yanı sıra, Arapların ulusal tanrısıydı. İslâm, Hz. İbrahim’in saf dininin yeniden hayat bulmuş hâli olacaktı ve bu defa Hz. İbrahim’in soyundan gelen “seçilmiş insanlar”, oğlu İshak’ın Yahudî çocukları değil, diğer oğlu İsmail’in Arap çocukları olacaktı.

Barbar milliyetçiliğin bu küçücük parçasına sahip olan İslâm, Hıristiyanlığın üç yüzyıl önce Doğu Alman barbarlarının Roma İmparatorluğu tarafından işgâl edilmeden hemen önce benimsediği Aryan biçimine benzemekteydi. İslâm’ın barındırdığı bu milliyetçilik öğesi, Hz. Muhammed Medine şehir devletinin sınırlarını yalnız Mekke’ye değil, tüm Arabistan’a genişlettiğinde büyük oranda güçlenmişti. Daha önce de belirtildiği üzere Araplar, Peygamberlerinin fikirleri ve idealleri ile ilgilenmiyorlardı. Ancak bir “Pan-Arap İslâm Milletler Topluluğu” bünyesinde siyasî bir bütünlük getirerek kendilerine sağladığı askerî gücü takdîr ediyorlardı. İslâm, Arabistan’ın sınırlarını aşıp fetihçi Arap ordularının dini olarak eski Roma ve Sasânî topraklarına kadar taşınmıştı.

Fatihler, Arap olmayan dönmeleri fazla istemiyorlardı. Fethedilen halklar onların gözünde aynı dinden insanlardan ziyade, fazladan vergi ödeyen insanlar olarak daha değerliydiler. Arapların krallığını etki altına alanlar, Arap olmayan Zerdüştî ve Hıristiyan tebaaları olmuştu. Zorla İslâm’ın çatısı altına girip Arapları İslâm Devleti içerisindeki siyasî konumlarından ederek İslâm’ın o zamana kadar iki tutarsız ideal olan milliyetçilik ve evrensellik arasında gidip gelmesine neden olan belirsizliği ortadan kaldıran bir düzen ve teoloji kazandırmışlardı.

Dolayısıyla Hz. Muhammed’in dinini kabul eden Arap olmayan tebaalar, nihâî olarak İslâm’a, Kurucusunun Kendisinin ödün verdiği bir konum sağlamışlardı. Ancak bu dönmeler için İslâm’ın, Aryan Hıristiyanlığının gittiği yoldan gitmiş olması muhtemel görünmüştü.

Burgundiyalılar, Vizigotlar ve Lombardiyalılar gibi Araplar da Hıristiyan tebaalarının evrensel dini için -bu tebaalar İslâm’ı kabul eden Hıristiyanların daha önce uyguladığı Hıristiyanlık modelinde İslâm’ı tüm insanlık için daha yüce bir din hâline getirmek konusunda ısrar etmeselerdi- er ya da geç barbar ulusal dinlerini terk etmiş olacaklardı.

Sonunda İslâm’ın evrensel bir din olma ihtimâlinin semeresinin alınması, din ile ilgili olmasının yanı sıra, aynı zamanda oldukça büyük bir kültürel başarıydı. Bu, daha önce aynı insanlar tarafından aynı yöntemle Hıristiyanlık için yapılanla kıyaslanabilir. Bulundukları makamlar, Hıristiyanlığın yanı sıra İslâm’ın da tam ruhanî ve kültürel îtibârına ulaşmasını sağlayanlar, ortak Süryanî ve Helen soyundan gelen Güneybatı Asyalılardı.

İki medeniyetin de eski mensupları, kendilerine özgü kültürlerinin bilincini kaybetmiş olsalar da kültürel verimliliklerini kaybetmemişlerdi. Aksine Süryanî ve Yunan kültürleri, kendi kimliklerini kaybettikten sonra rakipsiz besleyici gücü olan bir kültür harcı hâline gelmişlerdi. Sadece bir değil, iki yüce dini, her birinin evrensel cazibe yarattığı bir olgunluğa eriştirme becerisi, eşi benzeri zor bulunacak bir başarıydı.

İslâm’ın Batı’daki yaygın değerini kaybetmesi, İslâm karşıtı Hıristiyan önyargısının bir hatırasıdır. Bu, kendi entelektüel eserlerinde, kültürel mîraslarındaki Hıristiyan önyargısını düzeltme zorunluluğu hisseden ve İslâm’a yönelik yaptıkları olumsuz değerlendirmelerde kendilerinin kendi yüksek tarafsızlık standartlarına göre hareket ettiklerini ve İslâm’ı kendi kusurlarıyla tarafsız olarak suçladıklarını hayâl eden Batılı zihinlerde inatla yaşamaya devam etmektedir.

Örneğin Kroeber, Eski Dünya’da medeniyetin ilerleyişinin tarihi hakkındaki bir hipotezin ışığında, İslâm’ı tarihsel bir olgu olarak yorumlamıştır. Kroeber, İslâm’ı Bereketli Hilâl’de başlayıp, başladığı noktadan çemberini kademeli olarak genişleterek yayılan bir yangına benzetmiştir. Alev, ateş söndükten ve ilk başladığı yerde gri küllerden başka bir şey bırakmadıktan çok sonra bile çemberin sürekli ilerleyen çevresi etrafında yanmaya devam eder. Bu hipotezin bazı kayda değer haklı yanları vardır. Bunlardan en önemlisi, bir dizi tarihsel gerçeğe uygun olmasıdır.

Yine neredeyse eşit derece haklı olduğu bir yan da, sadece medeniyetin Sümer ve Mısır’dan başlayıp batıya doğru Akdeniz üzerinden Avrupa’ya ve nihâyet Amerika’ya yayıldığını dikkate alan ve aynı dönemde Hindistan ve Doğu Asya’ya yayıldığını göz ardı eden tek yönlü geleneksel Batılı önyargısından üstün olmasıdır. Bir hareketin esas çıkış noktasında sona erdikten çok sonra dış kenarında ilerlemeye devam etmesi, insan dışı doğada ve aynı zamanda insan ilişkilerinde de bir dizi durumda gözlemlenebilen bir olgudur.

Dışarıya doğru genişleyen alev çemberinin bir benzeri de bir göle taş atıldığında meydana gelen dairesel dalgalardır. Taşın suya değdiği nokta tekrar durgunlaştıktan sonra dahi dalgalar dışarıya doğru hareket etmeye devam eder. Benzer şekilde, bir zamanlar yaşamının merkezi olan çekirdeği sefalete düşse ve hatta harabeye dönse bile bir şehir, bazen dışa doğru büyümeye devam eder. Ve Ekümen de bir bakıma büyük bir şehirdir; içinde Cecrops şehrinin daha büyük ölçekte yeniden inşâ edildiği Zeus şehri…

Ancak bu sadece şiirsel bir benzetmedir ve Kroeber’in kendisi de beni, benzetmenin gösterme ile aynı şey olmadığı konusunda uyarmıştır.

Fark ettiğimiz üzere M.S. 4. yüzyılda sona eren yarım bin yıl boyunca, üç tanesi Ekümen’in kalbinde ve bir tanesi de çok uzun süre önce orada kurulmuş Yunan medeniyeti olan dört medeniyetin eski mensuplarının kendi kültürel mirasları ile süreklilik bilincini yitirmesi bakımından dağıldığı doğrudur. Aynı zamanda İslâm’ın, Hıristiyanlığın hemen ardından bu bölgede kurulduğu da doğrudur. Kroeber, İslâm’ın daha yüce bir medeniyetin ocağında kurulduğunu söylemekte tabiî ki haklıdır: “İlk tarım ve şehirlerle krallar ve harflerin bulunduğu Neolitik Devrim alanının yakın doğusunda”...

Ancak “Yapıcı kültürel dürtülerin bu ocaktan çoktan çıkıp gittiği bir zamanda ortaya çıktı” şeklindeki devam cümlesi kesinlikle yanlıştır!

Kültürel süreklilik bilincinin kaybedilmesi, kültürel yaratıcılık gücünün kaybedilmesi ile aynı şey değildir. Süryanî ve Yunan medeniyetlerinin farklı elementlerinin bir araya gelmesi, Hıristiyanlığı doğuran verimli bir harç oluşturmuştu ve bu verimlilik, İslâm biçiminde kıyaslanabilir bir değere sahip “ikinci bir mahsul” üretecek kadar iyi olduğunu kanıtlamıştı. İnsanlık için bir mesaj taşıyan bu iki yüce dinden daha iyi meyve veren başka bir “yapıcı kültürel dürtü” olmuş mudur?

 

Arnold Joseph Toynbee’ye ait bu makale, http://www.globalwebpost.com/farooqm/study_res/İslâm/İslâm_misund/toynbee.html adresinden alınmıştır.