İSLÂM Devleti,
tarihinin ilk evresinde Güneybatı Asya ve Mısır’daki Helenizm’in siyasî yükselişine
–M.Ö. son yüzyıldan bu yana orada Roma iktidarı tarafından sürdürülen yükseliş-
karşı silahlanmıştı. Diğer yandan kültürel düzlemde İslâm, Helenik entelektüel
kaynaklardan beslenerek evrensel bir din olarak rolünü oynamak üzere sonunda
kendisini donattı. Dolayısıyla Helenizm’e karşı olan tutumu, politik düzlemde
düşmanlıkla bir arada var olan kültürel düzlemde cazibeden ibaret çelişkili bir
tutumdu.
Ancak
Helenizm’e yönelik bu çelişki İslâm’a özgü değildi. Bu, İslâm ortaya çıktığında
hem Monofizit, hem de Nesturi Hıristiyanlığının tutumuydu. Bundan önce de Roma
İmparatorluğu hükûmeti ile yapılan anlaşma, bunu Roma İmparatorluğu’nun muhalif
Suriyeli ve Mısırlı Hıristiyan tebaasının gözünde “Emperyalist” (Melkiler)
Kilisesi olarak aşağılayana kadar da Katolik Hıristiyanlığının tutumu böyle olmuştu.
Konstantine ve Theodosius’un zamanından önce Katolik Hıristiyan Kilisesi, aynı
zamanda hem Yunan karşıtı, hem de Yunan taraftarıydı. Helenizm’den dönenleri,
kendilerini Yunan kıyafetleri içerisinde tanıtarak tavlıyorlardı. İslâm,
Helenizm’in siyasî düzlemde Güneybatı Asya ve Mısır’dan çıkışını tamamlamasının
ardından Yunan felsefesine başvurarak kendisine bir teoloji temîn ederken bu Hıristiyan
emsallerini takip ediyordu.
Dolayısıyla
İslâm’ın ortaya çıkışı ve hemen ardından gelen erken dönem tarihinin farklı
boyutlarının diğer tarihsel olgular gibi öncülleri ve emsâlleri olduğu ortaya
çıkmıştı. Bunlar tatmin edici biçimde açıklanabilmektedir de. Bu noktada Hz.
Muhammed’in, özellikle Kendi yaşadığı dönemde neden dinî görevini yerine
getirmek için harekete geçtiğini görebilir, neden bir peygamber olmanın yanı
sıra bir politikacı da olmak zorunda kaldığını anlayabiliriz. Tabiî tarihinin
ilk evresinde İslâm Devleti’nin neden hızlı ve kapsamlı askerî fetihleri
gerçekleştirebildiğini de, ayrıca İslâm Dünyası Devleti’nin kurulmasının
ardından İslâm’ın nasıl Hıristiyanlık ile aynı düzende ve eşit değerde bir
evrensel din hâline geldiğini de görebiliriz.
Hz.
Muhammed’in peygamberlik görevi,
medeniyetin etkileri ile Arabistan’ın kademeli olsa da gelişmekte olan
nüfûzunun kümülatif etkisinin bir sonucu olarak açıklanabilir. Bu süreç,
devenin evcilleştirilip Arabistan’ın en büyük çöllerinin insanoğlu tarafından
geçilebilmesine olanak sağladığı M.Ö. ikinci bin yıl sona ermeden evvel başlamış
olabilir. M.Ö. son bin yıl sona ermeden önce, gördüğümüz üzere Yemen, Süryanî medeniyetinin
topraklarına katılmıştı. M.Ö. altıncı yüzyılda Yeni Babil İmparatoru Nabunaid,
Kuzeybatı Arap vahası olan Tayma’da Sümer-Akad medeniyetinin bir ileri karakolunu
kurmuştu.
Hz.
Muhammed’in zamanına kadar Musevîlik ve Hıristiyanlık, kuzeybatı, güneybatı ve
kuzeydoğudan Arap yarımadası üzerinde etkisini gösteriyordu. Khaybar ve
Medine’de yerleşik Yahudî toplulukları ve Yemen’de yerleşik Hıristiyan
toplulukları bulunuyordu. Hz. Muhammed zamanındaki Arabistan’da Arapların tıpkı
Yahudîler ve Hıristiyanlar gibi “Ehl-i
Kitap” olmasının zamanı geldiğine dair yaygın bir düşünce vardı. Hz.
Muhammed’in Haniflerde eşit derecede samimî, ancak daha az konuşkan emsâlleri ve
“Peygamber Maslamah” adında aynı çağda yaşamış potansiyel bir rakibi vardı.
Hicaz Peygamberi Muhammed başarısız olsaydı, Necid Peygamberi Maslamah da Hz.
Muhammed’in yaptıklarına eşit işler başarabilirdi; Maslamah da başarısız
olsaydı, Arabistan’ın başka bir köşesinde Maslamah ve Muhammed’in yerini alacak
başka bir peygamber çıkardı.
“Athena
gibi bir adamın hayatıyla birlikte tam yetişkin olarak ortaya çıkmaktan” çok
uzak olarak, İslâm da Hıristiyanlık gibi ortaya çıkmadan önce uzun bir tarihe
sahiptir. İslâm’ın ortaya çıkışına dair normal bir doğum, tanrıça Athena’nın
efsanevî doğumundan daha uygun bir benzetme olacaktır. Normal doğum, anî ve
dramatik bir olaydır, ancak yoktan var olmamıştır ve dolayısıyla açıklanamaz
değildir.
Mekke’den
Medine’ye çekilmesiyle başlayan kariyerinin ikinci döneminde Hz. Muhammed,
Yahudîlerin siyasî bağımsızlıklarını kaybettikten sonra beklenen Mesih’e biçtikleri
askerî ve siyasî rolü başarılı bir şekilde yerine getirdi.
Yahudî
Mesih’inin görevi, insanî bir şekilde konuşacak olursak “boş bir ümit” idi.
Yahudîlerin tâbi oldukları dünya imparatorluğunu yıkacak ve onun yerine Yahudî
bir dünya imparatorluğu kuracaktı. Mesih’in, sadece Yehova’nın yüce kudreti ile
desteklenirse başarılı olabileceği kabul edilmişti. Kendi insanî kaynaklarına
kalırsa başarısızlığa mahkûmdu ve aslında Roma İmparatorluğu ayakta kaldığı
sürece Mesih rolünü oynamaya çalışan tüm Yahudî siyasî liderlerin kendileri ve
toplumları üzerine yıkıcı bir felâket getirmişlerdi. Roma’nın gücü yenilmezdi
ve aynı anda her yerdeydi. Hz. İsa’nın, Yahudî düşmanlarının Pilatus’un mahkemesinde
bu suçlamayı ona doğrulttuklarında da, bilindiği üzere sadece Mesih olmaya
heveslenmekle suçlanmak bile ölüm cezası ile cezalandırılmak için yeterliydi.
Hikâyenin
Gospeller’de anlatıldığı şekliyle, Hz. İsa’ya karşı yapılan suçlama asılsızdı.
Ya hiçbir şekilde Mesih olduğunu iddia etmemişti ya da bu iddiasını, Mesih’in
rolünü alışılmışın dışına çıkararak siyasî ve askerî olmayan bir biçimde
yapmıştı. Yine de Hz. İsa, Roma yetkilileri tarafından ölüme mahkûm edildi.
İşlerini şansa bırakmamışlardı. Aslında bir dünya devleti olan Roma rejiminde,
hakkında siyasete atılma ya da silahlanma konusunda asılsız iddialar olsa dahi
bir peygamber ölüme mahkûmdu. Tek umudu, sıkı bir şekilde şiddete başvurmama
politikasında yatıyordu. Ancak bu bile onu kurtarmaya yetmeyebilirdi.
Hz. Muhammed’in peygamberlik görevine başladığı rejimse tamamen farklıydı. O, çalkantılı bir şehir devletinin vatandaşıydı. Onun zamanında Mekke’de şiddetten uzak durmak, yerel yönetimdeki oligarşi tarafından karşı çıkılabilecek doktrini yayan bir peygamberin hayatını kesinlikle kurtarmayacaktı. Ancak Roma İmparatorluğu’nun aksine, Mekke’deki bu şehir devleti çok da yaygın değildi. Yargı yetkisi tek bir vaha ile sınırlıydı ve Kureyş’in çok da uzun olmayan kolunun uzanamayacağı bir yere çekilmesi mümkündü.
Bağımsız
Medine’nin (şehir devleti) siyasî liderliği teklif edildiğinde, Hz. Muhammed,
Mekke oligarşisinin düşmanlığına verecek etkili cevabı bulmuştu. Hz.
Muhammed’in Medine’de siyasî bir dehâ olduğu ortaya çıktığından, kısa süre
içerisinde verdiği cevap etkili olmakla kalmayıp, aynı zamanda yıkıcı da olmuştu.
Erken
dönem İslâm Devleti’nin anî ve yıkıcı askerî başarısının nedenleri hakkında da
herhangi bir gizem yoktur. Bunun anahtarı, İskender tarafından Ahameniş
İmparatorluğu’ndan ele geçirilen toprakların iki rakip imparatorluk arasında
bölünmesinde bulunabilir: Bu imparatorlukların biri Irak, diğeri de Akdeniz
merkezlidir. Bu siyasî gruplaşma, Hz. Muhammed’in ikinci siyasî halefi Halife
Ömer (M.S. 634-44), Sasânî İmparatorluğu’nu yıkıp Torosların güneydoğusundaki
topraklarını Roma İmparatorluğu’ndan geri aldığında 700 yıldır varlığını
sürdürmekteydi. İki imparatorluk, aralarındaki sınır savaşının sınır kaleleri
ve şehirlerinin ele geçirilmesi için kısıtlı bir rekabetten çıkıp her iki gücün
de varlığının tehlikede olduğu bir ölüm kalım mücadelesi hâline gelmesine
müsaade ederek kendilerini bu yıkıma sürüklemişlerdi.
Hz.
Muhammed’in hayatının (M.S. 570-632) Arabistan’ın kuzeyinde, Ekümen’in kalbinde
geçen büyük bir kısmı, savaşan iki tarafın karşılıklı ilişkileri söz konusu
olduğunda savaştan önceki durumun yeniden inşâ edilmesi dışında yapıcı bir
şeyle sonuçlanmayan iki uzun süreli ve yıkıcı Roma-Pers Savaşı ile uğraşarak
geçti. Bunun sonucunda meydana gelen etkili değişim, iki imparatorluk ve güney
sınırlarının ötesindeki Arap barbarlar arasındaki güç dengesinde gerçekleşti.
Her iki imparatorluk da bu iki büyük savaştan yorgun çıkmıştı. Bunun aksine
Araplar, kayda değer şekilde zenginleşmiş ve ders almışlardı. Her iki tarafa
paralı asker olarak hizmet ederek para kazanmış, bu paranın büyük bir kısmını
güncel askerî ekipman almaya yatırmış ve hepsinden önemlisi de bu ekipmanı
nasıl kullanacaklarını, büyük kuvvetler içeren askerî operasyonları büyük
ölçekte nasıl yürüteceklerini uygulamalı olarak öğrenmişlerdi. Bu, birkaç
yüzyıldır devam etmekte olan bir süreci hızlandırıp tamamlamıştı. Çünkü din,
Arabistan’ın içine sızan tek “medeniyet” öğesi değildi.
Roma-Pers
Savaşı’nın ölümcül zirvesine ulaşmasının uzun tarihinden çok önce bile askerî
ekipman ve beceriler de sızıyordu. İslâm öncesi dönemde Arapların eline geçen
en tesirli yeni silah at idi. Binicilik, İspanyollardan atı aldıklarında Kuzey
Amerika yerlilerinde olduğu gibi Arapları da askerî anlamda yenilmesi zor bir
topluluk hâline getirmişti. Dolayısıyla Hz. Muhammed’in Medine’ye hicretine
kadar, Araplar dünya fatihi olmak için bir tek şey hâriç, tüm gerekliliklere
sahipti ki bu, “siyasî bütünlüktü”.
Hz.
Muhammed bunu onlara verdiğinde, ayaklanmaları ve ayaklandıklarında yollarına
çıkan her şeyi süpürüp götürmeleri kaçınılmazdı. Çok az Arap, kendisi için İslâm
yanlısı oldu ve Arapların büyük bir kısmı ilk başta İslâm Devleti’nin siyasî
hâkimiyetinin kendilerine uygulanmasına şiddetle karşı çıktı. Neden bir avuç
Mekkeli mültecî ile işbirliği yapan Medineliler tarafından yönetilmeye razı
geleceklerdi ki?
M.S.
632 yılında Hz. Muhammed’in ölüm haberi, Arabistan’da geniş çapta bir ayrılık savaşının
(irtidad) işareti oldu ve Hz. Muhammed’in siyasî halefleri bunu sadece silah
kullanarak bastırmakta güçlük çektiler. Karşıt görüşlü Araplar, bu tek irade
altında Ekümen’i fethedip yağmalayacak güce sahip olduklarının farkına varıp İslâm
Devleti’nin hâkimiyetine girmeye razı oldular. Savaş yorgunu Pers ve Roma İmparatorluklarının
tebaaları tarafından da yoğun bir şekilde hissedilen sefaletse açlıktan
kıvranan Arap fatihlerinin standartlarına göre değerlendirildiğinde inanılmaz
bir servet hâline gelmişti.
Araplara
siyasî bütünlük vererek potansiyel askerî yükselişini sağlarken, Hz. Muhammed,
Araplar için Makedonya Kralı Philip’in Yunanlar için yapmış olduğu şeyi yaptı.
Bu onların, Xerxes’in Kıta Avrupa’sındaki Yunanistan’ı fethetme çabasını bariz
şekilde alt ettikleri ve M.Ö. 480-479 yıllarına kadar giden Ahameniş Pers
hâkimiyeti üzerindeki askerî yükselişlerini sağlamıştı. M.Ö. 401-400 yıllarında
Genç Cyrus’un Ahameniş İmparatorluğu’nun askerî gücüne rağmen 10 bin Yunan
paralı askeri ile Babil’den Anadolu’nun Karadeniz kıyılarına kadar olan
başarılı ilerleyişi ve M.Ö. 399-393 yıllarında Lakonialıların Batı Anadolu’daki
başarılı seferleri, Pan-Helenik askerî girişimleri ile neler elde
edilebileceğini göstermişti.
Aslında
M.Ö. 395 yılında Atina ve Thebai, Lakonialıları arkadan ele geçirmek için
güçlerini birleştirmemiş olsalardı, Sparta Kralı Agesilaus, İskender’i altmış
yıl öncesinden öngörmüş olabilirdi. Yunanlılar, Philip’in halefi İskender
-Yunanistan’ın Ömer’i- Çanakkale Boğazı’nı geçmeden 45 yıl önce, Ahameniş
İmparatorluğu üzerinde sağlamış oldukları yükselişin semeresini görmek için
Makedonya Kralı Philip’in, üzerinde siyasî birlik kurmasını beklemek
zorundaydı.
Kroeber’in,
“İslâm’ın çocukluk ve gerçek bir büyüme dönemi” olmadığına dair görüşü, aynı
zamanda tarihsel gerçeklerle bağdaşmıyordu. Gerçek, aslında İslâm’ın umut
vadetmeyen bir çocukluk döneminin olduğu ve kayda değer bir büyüme dönemi ile
kurtulduğudur.
İslâm’ın,
kurucusu Hz. Muhammed tarafından anlatıldığı şekilde “daha yüksek bir din”
olması gerektiği doğrudur. Hz. Muhammed, Mekkelileri Kâbe’deki yerel tanrılara
ibadet etmeyi bırakmaya ve kendilerini Mekkeli Peygamber’in, Tüm İnsanlığın ve
Kâinatın Tek Gerçek Tanrısı olduğunu söylediği Tanrı’ya adamaya çağırmıştı. Hz.
Muhammed’in başını Mekke’yi (şehir devletini) yöneten oligarşiyle derde sokan
da bu olmuştu.
Arapların
Yahudîler ve Hıristiyanlar gibi “Ehl-i Kitap” olma arzusu, milliyetçi bir
arzuydu ve bir medeniyetin kenarında kamp kuran barbarlara özgü bir hâl
almıştı. Araplar, İmparatorluğun vatandaşlarının benimsediği türden bir dinin
izinden gitmek için Roma İmparatorluğu’nun kültüründen yeterince
etkilenmişlerdi; ancak aynı zamanda baskıcı komşularının dinini Arap rengi
katmadan, olduğu gibi kabullenmek istemeyecek kadar da bağımsız bir görüşteydiler.
Arnold Joseph Toynbee’ye ait bu makale, http://www.globalwebpost.com/farooqm/study_res/İslâm/İslâm_misund/toynbee.html adresinden alınmıştır.