Arnold Joseph Toynbee’nin gözünden İslâm’ın tarihteki yeri (2)

Araplar, İmparatorluğun vatandaşlarının benimsediği türden bir dinin izinden gitmek için Roma İmparatorluğu’nun kültüründen yeterince etkilenmişlerdi; ancak aynı zamanda baskıcı komşularının dinini Arap rengi katmadan, olduğu gibi kabullenmek istemeyecek kadar da bağımsız bir görüşteydiler.

İSLÂM Devleti, tarihinin ilk evresinde Güneybatı Asya ve Mısır’daki Helenizm’in siyasî yükselişine –M.Ö. son yüzyıldan bu yana orada Roma iktidarı tarafından sürdürülen yükseliş- karşı silahlanmıştı. Diğer yandan kültürel düzlemde İslâm, Helenik entelektüel kaynaklardan beslenerek evrensel bir din olarak rolünü oynamak üzere sonunda kendisini donattı. Dolayısıyla Helenizm’e karşı olan tutumu, politik düzlemde düşmanlıkla bir arada var olan kültürel düzlemde cazibeden ibaret çelişkili bir tutumdu.

Ancak Helenizm’e yönelik bu çelişki İslâm’a özgü değildi. Bu, İslâm ortaya çıktığında hem Monofizit, hem de Nesturi Hıristiyanlığının tutumuydu. Bundan önce de Roma İmparatorluğu hükûmeti ile yapılan anlaşma, bunu Roma İmparatorluğu’nun muhalif Suriyeli ve Mısırlı Hıristiyan tebaasının gözünde “Emperyalist” (Melkiler) Kilisesi olarak aşağılayana kadar da Katolik Hıristiyanlığının tutumu böyle olmuştu. Konstantine ve Theodosius’un zamanından önce Katolik Hıristiyan Kilisesi, aynı zamanda hem Yunan karşıtı, hem de Yunan taraftarıydı. Helenizm’den dönenleri, kendilerini Yunan kıyafetleri içerisinde tanıtarak tavlıyorlardı. İslâm, Helenizm’in siyasî düzlemde Güneybatı Asya ve Mısır’dan çıkışını tamamlamasının ardından Yunan felsefesine başvurarak kendisine bir teoloji temîn ederken bu Hıristiyan emsallerini takip ediyordu.

Dolayısıyla İslâm’ın ortaya çıkışı ve hemen ardından gelen erken dönem tarihinin farklı boyutlarının diğer tarihsel olgular gibi öncülleri ve emsâlleri olduğu ortaya çıkmıştı. Bunlar tatmin edici biçimde açıklanabilmektedir de. Bu noktada Hz. Muhammed’in, özellikle Kendi yaşadığı dönemde neden dinî görevini yerine getirmek için harekete geçtiğini görebilir, neden bir peygamber olmanın yanı sıra bir politikacı da olmak zorunda kaldığını anlayabiliriz. Tabiî tarihinin ilk evresinde İslâm Devleti’nin neden hızlı ve kapsamlı askerî fetihleri gerçekleştirebildiğini de, ayrıca İslâm Dünyası Devleti’nin kurulmasının ardından İslâm’ın nasıl Hıristiyanlık ile aynı düzende ve eşit değerde bir evrensel din hâline geldiğini de görebiliriz.

Hz. Muhammed’in peygamberlik görevi,  medeniyetin etkileri ile Arabistan’ın kademeli olsa da gelişmekte olan nüfûzunun kümülatif etkisinin bir sonucu olarak açıklanabilir. Bu süreç, devenin evcilleştirilip Arabistan’ın en büyük çöllerinin insanoğlu tarafından geçilebilmesine olanak sağladığı M.Ö. ikinci bin yıl sona ermeden evvel başlamış olabilir. M.Ö. son bin yıl sona ermeden önce, gördüğümüz üzere Yemen, Süryanî medeniyetinin topraklarına katılmıştı. M.Ö. altıncı yüzyılda Yeni Babil İmparatoru Nabunaid, Kuzeybatı Arap vahası olan Tayma’da Sümer-Akad medeniyetinin bir ileri karakolunu kurmuştu.

Hz. Muhammed’in zamanına kadar Musevîlik ve Hıristiyanlık, kuzeybatı, güneybatı ve kuzeydoğudan Arap yarımadası üzerinde etkisini gösteriyordu. Khaybar ve Medine’de yerleşik Yahudî toplulukları ve Yemen’de yerleşik Hıristiyan toplulukları bulunuyordu. Hz. Muhammed zamanındaki Arabistan’da Arapların tıpkı Yahudîler ve Hıristiyanlar gibi “Ehl-i Kitap” olmasının zamanı geldiğine dair yaygın bir düşünce vardı. Hz. Muhammed’in Haniflerde eşit derecede samimî, ancak daha az konuşkan emsâlleri ve “Peygamber Maslamah” adında aynı çağda yaşamış potansiyel bir rakibi vardı. Hicaz Peygamberi Muhammed başarısız olsaydı, Necid Peygamberi Maslamah da Hz. Muhammed’in yaptıklarına eşit işler başarabilirdi; Maslamah da başarısız olsaydı, Arabistan’ın başka bir köşesinde Maslamah ve Muhammed’in yerini alacak başka bir peygamber çıkardı.

“Athena gibi bir adamın hayatıyla birlikte tam yetişkin olarak ortaya çıkmaktan” çok uzak olarak, İslâm da Hıristiyanlık gibi ortaya çıkmadan önce uzun bir tarihe sahiptir. İslâm’ın ortaya çıkışına dair normal bir doğum, tanrıça Athena’nın efsanevî doğumundan daha uygun bir benzetme olacaktır. Normal doğum, anî ve dramatik bir olaydır, ancak yoktan var olmamıştır ve dolayısıyla açıklanamaz değildir.

Mekke’den Medine’ye çekilmesiyle başlayan kariyerinin ikinci döneminde Hz. Muhammed, Yahudîlerin siyasî bağımsızlıklarını kaybettikten sonra beklenen Mesih’e biçtikleri askerî ve siyasî rolü başarılı bir şekilde yerine getirdi.

Yahudî Mesih’inin görevi, insanî bir şekilde konuşacak olursak “boş bir ümit” idi. Yahudîlerin tâbi oldukları dünya imparatorluğunu yıkacak ve onun yerine Yahudî bir dünya imparatorluğu kuracaktı. Mesih’in, sadece Yehova’nın yüce kudreti ile desteklenirse başarılı olabileceği kabul edilmişti. Kendi insanî kaynaklarına kalırsa başarısızlığa mahkûmdu ve aslında Roma İmparatorluğu ayakta kaldığı sürece Mesih rolünü oynamaya çalışan tüm Yahudî siyasî liderlerin kendileri ve toplumları üzerine yıkıcı bir felâket getirmişlerdi. Roma’nın gücü yenilmezdi ve aynı anda her yerdeydi. Hz. İsa’nın, Yahudî düşmanlarının Pilatus’un mahkemesinde bu suçlamayı ona doğrulttuklarında da, bilindiği üzere sadece Mesih olmaya heveslenmekle suçlanmak bile ölüm cezası ile cezalandırılmak için yeterliydi.

Hikâyenin Gospeller’de anlatıldığı şekliyle, Hz. İsa’ya karşı yapılan suçlama asılsızdı. Ya hiçbir şekilde Mesih olduğunu iddia etmemişti ya da bu iddiasını, Mesih’in rolünü alışılmışın dışına çıkararak siyasî ve askerî olmayan bir biçimde yapmıştı. Yine de Hz. İsa, Roma yetkilileri tarafından ölüme mahkûm edildi. İşlerini şansa bırakmamışlardı. Aslında bir dünya devleti olan Roma rejiminde, hakkında siyasete atılma ya da silahlanma konusunda asılsız iddialar olsa dahi bir peygamber ölüme mahkûmdu. Tek umudu, sıkı bir şekilde şiddete başvurmama politikasında yatıyordu. Ancak bu bile onu kurtarmaya yetmeyebilirdi.

Hz. Muhammed’in peygamberlik görevine başladığı rejimse tamamen farklıydı. O, çalkantılı bir şehir devletinin vatandaşıydı. Onun zamanında Mekke’de şiddetten uzak durmak, yerel yönetimdeki oligarşi tarafından karşı çıkılabilecek doktrini yayan bir peygamberin hayatını kesinlikle kurtarmayacaktı. Ancak Roma İmparatorluğu’nun aksine, Mekke’deki bu şehir devleti çok da yaygın değildi. Yargı yetkisi tek bir vaha ile sınırlıydı ve Kureyş’in çok da uzun olmayan kolunun uzanamayacağı bir yere çekilmesi mümkündü.


Bağımsız Medine’nin (şehir devleti) siyasî liderliği teklif edildiğinde, Hz. Muhammed, Mekke oligarşisinin düşmanlığına verecek etkili cevabı bulmuştu. Hz. Muhammed’in Medine’de siyasî bir dehâ olduğu ortaya çıktığından, kısa süre içerisinde verdiği cevap etkili olmakla kalmayıp, aynı zamanda yıkıcı da olmuştu.

Erken dönem İslâm Devleti’nin anî ve yıkıcı askerî başarısının nedenleri hakkında da herhangi bir gizem yoktur. Bunun anahtarı, İskender tarafından Ahameniş İmparatorluğu’ndan ele geçirilen toprakların iki rakip imparatorluk arasında bölünmesinde bulunabilir: Bu imparatorlukların biri Irak, diğeri de Akdeniz merkezlidir. Bu siyasî gruplaşma, Hz. Muhammed’in ikinci siyasî halefi Halife Ömer (M.S. 634-44), Sasânî İmparatorluğu’nu yıkıp Torosların güneydoğusundaki topraklarını Roma İmparatorluğu’ndan geri aldığında 700 yıldır varlığını sürdürmekteydi. İki imparatorluk, aralarındaki sınır savaşının sınır kaleleri ve şehirlerinin ele geçirilmesi için kısıtlı bir rekabetten çıkıp her iki gücün de varlığının tehlikede olduğu bir ölüm kalım mücadelesi hâline gelmesine müsaade ederek kendilerini bu yıkıma sürüklemişlerdi.

Hz. Muhammed’in hayatının (M.S. 570-632) Arabistan’ın kuzeyinde, Ekümen’in kalbinde geçen büyük bir kısmı, savaşan iki tarafın karşılıklı ilişkileri söz konusu olduğunda savaştan önceki durumun yeniden inşâ edilmesi dışında yapıcı bir şeyle sonuçlanmayan iki uzun süreli ve yıkıcı Roma-Pers Savaşı ile uğraşarak geçti. Bunun sonucunda meydana gelen etkili değişim, iki imparatorluk ve güney sınırlarının ötesindeki Arap barbarlar arasındaki güç dengesinde gerçekleşti. Her iki imparatorluk da bu iki büyük savaştan yorgun çıkmıştı. Bunun aksine Araplar, kayda değer şekilde zenginleşmiş ve ders almışlardı. Her iki tarafa paralı asker olarak hizmet ederek para kazanmış, bu paranın büyük bir kısmını güncel askerî ekipman almaya yatırmış ve hepsinden önemlisi de bu ekipmanı nasıl kullanacaklarını, büyük kuvvetler içeren askerî operasyonları büyük ölçekte nasıl yürüteceklerini uygulamalı olarak öğrenmişlerdi. Bu, birkaç yüzyıldır devam etmekte olan bir süreci hızlandırıp tamamlamıştı. Çünkü din, Arabistan’ın içine sızan tek “medeniyet” öğesi değildi.

Roma-Pers Savaşı’nın ölümcül zirvesine ulaşmasının uzun tarihinden çok önce bile askerî ekipman ve beceriler de sızıyordu. İslâm öncesi dönemde Arapların eline geçen en tesirli yeni silah at idi. Binicilik, İspanyollardan atı aldıklarında Kuzey Amerika yerlilerinde olduğu gibi Arapları da askerî anlamda yenilmesi zor bir topluluk hâline getirmişti. Dolayısıyla Hz. Muhammed’in Medine’ye hicretine kadar, Araplar dünya fatihi olmak için bir tek şey hâriç, tüm gerekliliklere sahipti ki bu, “siyasî bütünlüktü”.

Hz. Muhammed bunu onlara verdiğinde, ayaklanmaları ve ayaklandıklarında yollarına çıkan her şeyi süpürüp götürmeleri kaçınılmazdı. Çok az Arap, kendisi için İslâm yanlısı oldu ve Arapların büyük bir kısmı ilk başta İslâm Devleti’nin siyasî hâkimiyetinin kendilerine uygulanmasına şiddetle karşı çıktı. Neden bir avuç Mekkeli mültecî ile işbirliği yapan Medineliler tarafından yönetilmeye razı geleceklerdi ki?

M.S. 632 yılında Hz. Muhammed’in ölüm haberi, Arabistan’da geniş çapta bir ayrılık savaşının (irtidad) işareti oldu ve Hz. Muhammed’in siyasî halefleri bunu sadece silah kullanarak bastırmakta güçlük çektiler. Karşıt görüşlü Araplar, bu tek irade altında Ekümen’i fethedip yağmalayacak güce sahip olduklarının farkına varıp İslâm Devleti’nin hâkimiyetine girmeye razı oldular. Savaş yorgunu Pers ve Roma İmparatorluklarının tebaaları tarafından da yoğun bir şekilde hissedilen sefaletse açlıktan kıvranan Arap fatihlerinin standartlarına göre değerlendirildiğinde inanılmaz bir servet hâline gelmişti.

Araplara siyasî bütünlük vererek potansiyel askerî yükselişini sağlarken, Hz. Muhammed, Araplar için Makedonya Kralı Philip’in Yunanlar için yapmış olduğu şeyi yaptı. Bu onların, Xerxes’in Kıta Avrupa’sındaki Yunanistan’ı fethetme çabasını bariz şekilde alt ettikleri ve M.Ö. 480-479 yıllarına kadar giden Ahameniş Pers hâkimiyeti üzerindeki askerî yükselişlerini sağlamıştı. M.Ö. 401-400 yıllarında Genç Cyrus’un Ahameniş İmparatorluğu’nun askerî gücüne rağmen 10 bin Yunan paralı askeri ile Babil’den Anadolu’nun Karadeniz kıyılarına kadar olan başarılı ilerleyişi ve M.Ö. 399-393 yıllarında Lakonialıların Batı Anadolu’daki başarılı seferleri, Pan-Helenik askerî girişimleri ile neler elde edilebileceğini göstermişti.

Aslında M.Ö. 395 yılında Atina ve Thebai, Lakonialıları arkadan ele geçirmek için güçlerini birleştirmemiş olsalardı, Sparta Kralı Agesilaus, İskender’i altmış yıl öncesinden öngörmüş olabilirdi. Yunanlılar, Philip’in halefi İskender -Yunanistan’ın Ömer’i- Çanakkale Boğazı’nı geçmeden 45 yıl önce, Ahameniş İmparatorluğu üzerinde sağlamış oldukları yükselişin semeresini görmek için Makedonya Kralı Philip’in, üzerinde siyasî birlik kurmasını beklemek zorundaydı.

Kroeber’in, “İslâm’ın çocukluk ve gerçek bir büyüme dönemi” olmadığına dair görüşü, aynı zamanda tarihsel gerçeklerle bağdaşmıyordu. Gerçek, aslında İslâm’ın umut vadetmeyen bir çocukluk döneminin olduğu ve kayda değer bir büyüme dönemi ile kurtulduğudur.

İslâm’ın, kurucusu Hz. Muhammed tarafından anlatıldığı şekilde “daha yüksek bir din” olması gerektiği doğrudur. Hz. Muhammed, Mekkelileri Kâbe’deki yerel tanrılara ibadet etmeyi bırakmaya ve kendilerini Mekkeli Peygamber’in, Tüm İnsanlığın ve Kâinatın Tek Gerçek Tanrısı olduğunu söylediği Tanrı’ya adamaya çağırmıştı. Hz. Muhammed’in başını Mekke’yi (şehir devletini) yöneten oligarşiyle derde sokan da bu olmuştu.

Arapların Yahudîler ve Hıristiyanlar gibi “Ehl-i Kitap” olma arzusu, milliyetçi bir arzuydu ve bir medeniyetin kenarında kamp kuran barbarlara özgü bir hâl almıştı. Araplar, İmparatorluğun vatandaşlarının benimsediği türden bir dinin izinden gitmek için Roma İmparatorluğu’nun kültüründen yeterince etkilenmişlerdi; ancak aynı zamanda baskıcı komşularının dinini Arap rengi katmadan, olduğu gibi kabullenmek istemeyecek kadar da bağımsız bir görüşteydiler.

 

Arnold Joseph Toynbee’ye ait bu makale, http://www.globalwebpost.com/farooqm/study_res/İslâm/İslâm_misund/toynbee.html adresinden alınmıştır.