İSLÂM’IN tezâhürü, Hıristiyanlık
ve Budizm ile kıyaslandığında biraz daha dramatiktir. İsa’nın yaşamı ve ölümü,
o dönemlerde kendi küçük Galilaen Yahudî müritleri dışında kimse tarafından
fark edilmemişti. İsa’nın hizmetleriyle ilgili bilgilerimiziyse özellikle Hıristiyan
Kilisesi’nin yazıtlarından edinmekteyiz. Kaynaklarımız sadece Yunanca ve
Latince yazılmış Helen edebiyatına ve M.S. 1. yüzyıla ait Aramice yazılmış
Yahudî edebiyatına dayalı olsaydı hemen hemen hiçbir şey bilemiyor olacaktık.
Benzer
şekilde, Siddhartha Gautama’nın hizmetleri de sadece Hinayana’nın Pali
yazıtlarından bilinmektedir. Gerçi bu kayıtlara göre Gautama, İsa’nın aksine,
yaşadığı dönemde kamuya mâl olmuş biriydi. Bir kralın oğluydu ve dünyevî
mirasından vazgeçtikten sonra, hizmeti süresince krallarla arkadaşlık etmeye
devam etmişti. Ancak Budizm, kurucusunun yaşadığı zamandan iki yüzyıl, Hıristiyanlık
ise üç yüzyıl sonrasına, onlara ait siyasî servetleri Ashoka ve Konstantine
tarafından elde edilene kadar dünya üzerinde büyük ölçekli bir siyasî etki
yaratmamıştı.
Diğer
yandan İslâm, Kurucusunun yaşadığı süre içerisinde diğerleriyle mukayese
edilebilir bir etki yaratmış ve siyasî serveti de bizzat Kurucusu tarafından
elde edilmişti. Hz. Muhammed, peygamberliğinin ilk yıllarında çok küçük bir
grubu İslâm’a döndürebilmiş, bunların çoğu da en sonunda Habeşistan’a sığınmak
zorunda kalmıştı.
Hz.
Peygamber, Medine halkının liderleri olması için kendisine yaptığı daveti kabul
ettikten sonra yalnızca bir peygamber değil, aynı zamanda siyasî bir deha olduğunu
da kanıtlamıştı. Hz. Muhammed, dünyasını değiştirmeden önce kendi doğduğu şehir
olan Mekke’nin ticarî oligarşisini kendisine teslim olmaya mecbur bırakmış ve
ileri sürdüğü koşulların ılımlılığı ile devlet adamlığını ve aynı zamanda
karakter olarak cömertliğini ortaya koymuştur.
Ayrıca
hâkimiyetini Medine’den Mekke’nin yanı sıra Arap yarımadasının büyük bir
kısmına yaymış ve birlikleri, Roma İmparatorluğu’nun Mavera-i Ürdün’deki
sömürgelerine taarruz gerçekleştirmişti. Bu cesaret örneği, Hz. Muhammed’in
siyasî halefleri tarafından yapılacak büyük çaplı fetihlerin bir habercisiydi. Ölümünün
ardından yirmi yıldan kısa bir süre içerisinde Sasanî Pers İmparatorluğu’nun
tamamını ve Roma İmparatorluğu’nun büyük bir kısmını, yani en geniş anlamıyla
Suriye’yi ve aynı zamanda Mısır’ı fethetmişlerdi.
Erken
dönem İslâm’ın çarpıcı biçimde hızla elde ettiği askerî ve siyasî başarılar,
bazı Batılı tarih öğrencilerinde İslâm’ın ortaya çıkışının Eski Dünya Ekümeni’nde
alışılmadık keskin bir dönüşe neden olduğu ve bunun bir öncülü ve emsali
olmadığı izlenimini bırakmıştır. Christopher Dawson’un, tarihin, “tüm dünyanın
durumunun Hz. Muhammed ya da İskender gibi tek bir kişinin eylemleri tarafından
anîden değişmesine müsaade ettiğine” dair görüşlerini daha önce alıntılamıştık.
A. L. Kroeber de aynı görüşü ifade etmiş ve “İslâm’ın çocukluk ya da gerçek bir
yetişme dönemi yoktur; Athena gibi, bir adamın hayatıyla birlikte tam yetişkin
olarak ortaya çıkmıştır” demiştir.
Bu
gerçek olsaydı bile, İslâm’ın bir öncülünün olmaması sadece ortaya çıkışının anî
olmasına bağlı olamazdı. Bu, İslâm gibi tek bir tarihsel kurucusu olan, ancak
kurucularının arkasında uzun bir geleneğe sahip -örneğin Hz. İsa’nın Musevîlik
ve İsrail’in öncül dininde ve Guatama’nın Hint felsefesinin önceki gelişiminde
olduğu gibi- diğer dinlerin ve felsefelerin ortaya çıkışından ne daha çok, ne
de daha az anî olmuştur. Hz. Muhammed’in durumunda öncüllerin olmaması
iddiasını açıklamak güçtür. Basit ve yeterli açıklama, bu Batılı görüşün bir
halüsinasyon olduğudur. Gerçekte, bu bölümde ele alınacağı üzere İslâm’ın
ortaya çıkışına dair birkaç somut öncül ve bir dizi emsal vardır. Bu arada,
aksi yöndeki yaygın Batılı izlenimin nasıl ortaya çıktığını incelemek için
biraz ara vermeye değer.
Bu
yanlış izlenime neden olan tarihsel olgulardan biri de Hz. Muhammed’in M.S. 622
yılında Mekke’den Medine’ye hicret etmesiyle başlayan otuz yıl içerisinde, İslâm’ın
dünya üzerindeki askerî ve siyasî etkisinin ölçeği, hızı ve devrimciliğidir. Bu
otuz yıl içerisinde İslâm Devleti, daha önce de belirtildiği üzere tüm
Arabistan’ı, tüm Sasanî Pers İmparatorluğu’nu ve Roma İmparatorluğu’nun Suriye
ve Mısır’daki sömürgelerini birleştirmişti. Bu geniş çaplı siyasî başarılar,
özellikle çağdaş Batılı âlimleri etkileme eğiliminde olmuştu. Zira çağdaş Batı toplumu
özellikle siyasî görüşlüydü. İslâm Devleti, neredeyse tek seferde geniş
topraklar ve büyük bir nüfusu fethetmiş, ancak fethedilen halkların dinî,
sanatsal ve entelektüel görünümünün dönüşümü konusunda Hıristiyanlık ya da
Budizm’den daha hızlı ve daha devrimci olmamıştı. Tebaalar, din
değiştirenlerden daha hızlı ve daha kolay kazanılıyordu. İslâm Devleti’nin
tebaalarının İslâm’a geçişi kademeli bir süreçti. En azından altı yüzyıl sürmüş
ve o zaman dahi tamamen tamamlanmamıştı.
Hz.
Muhammed’in, İslâm Devleti’nin hâkimiyetine boyun eğen gayr-i Müslim “Ehl-i
Kitap” ile ilgili olarak Kur’ân-ı Kerim’in Müslümanlara emrettiği hoşgörü
sayesinde Yahudî, Hıristiyan ve Zerdüştî azınlıklar bugüne kadar İslâm dünyasında
varlıklarını sürdürmüşlerdir. Ayrıca İslâm da diğer misyoner dinler gibi din
değiştirenlerin önceki dinlerinde yer alan birçok öğeyi üstü örtülü olarak
kendi bünyesine alarak ilerlemiştir. Bu durumda din değiştirme bedelinden taviz
verilmiştir.
Batılı
zihinlere İslâm’ın ortaya çıkışının tarihsel süreklilikle beraberinde getirdiği
izlenimini veren bir diğer tarihsel olgu da Arapçanın anî bir şekilde hâkim dil
konumuna gelmesidir. Halife Abdü’l-Malik döneminde (M.S. 685-705) Arapça, İslâm
Devleti’nin eskiden Roma İmparatorluğu’na ait sömürgelerinde resmî yönetim dili
olarak Yunancanın yerini almıştır. Ancak Arapçanın esas zaferi, gayrıresmî
edebiyat alanında olmuştur.
Hz.
Muhammed’in yaşamından bu yana İslâm tarihi çalışmaları için çok fazla kaynak
mevcuttur ve bunların büyük bir kısmı, tarihçinin profesyonel bakış açısından
birinci sınıf değere sahiptir. Hz. İsa’nın aksine, Hz. Muhammed’in kariyeri
adım adım, hatta bazı bölümleri tarihin ışığında neredeyse gün gün izlenebilir.
Bu değerli tarihî kayıtların tamamı Arapçadır ve bu durum, Herodot tarafından
Yunanca kaydedilen Ahameniş Pers İmparatorluğu’nun kuruluşunun öncülleriyle
başlayıp Pisidyalı George (aynı dönemde yaşamış olsalar Karyalı Herodot’un
komşusu olacaktı) tarafından aynı dilde kaydedilen, Roma İmparatoru
Heraklius’un seferlerine kadar yaklaşık 12 yıllık bir dönemi kapsayan, Yunanca
ve Latince yazılmış Güneybatı Asya ve Mısır tarihini takip eden Batılı
tarihçilerin önünü kesmiştir. Daha sonra Heraklius’un hâkimiyetinin sona
ermesinden önce İslâm’ın ortaya çıkışıyla birlikte Yunanca okuyan Batılı
tarihçi, 12 yüzyıl boyunca tarihin kapılarını açan dilin artık yeterli
olmadığını öğrenmiştir. Bu, tam bu noktada tarihin sürekliliğinde bir kesinti
ile karşılaştığı izlenimini doğrulamaktadır.
Burada
mesele, Yunan ve Latin dilleri ile edebiyatlarında eğitim görmüş, çıkış noktası
İskender öncesi Yunan dünyası olan ve komşu Ahameniş İmparatorluğu ve halefi
Yunan devletlerini Yunan bakış açısıyla gören Batılı tarihçiye nasıl
göründüğüdür. Tarihçi, Yunan bakış açısının en başından en sonuna kadar Güneybatı
Asya ve Mısır tarihine dair yetersiz bir tablo sunduğunun farkına varmaz ve
dolayısıyla Hıristiyanlık döneminin 7. yüzyılından bu yana Ekümen’in tarihi
için Arapça dilinde yazılmış tarihî kayıtların bariz zorunluluğuyla
karşılaştığında bu kafa karıştırıcı deneyimin ehemmiyetini görmez.
Burada söylenmek istenen, önceki 12 yüzyılın tarihine yönelik bir çalışma için Yunancanın yanı sıra diğer dillerin de elzem olduğudur. Tarihçi dikkatini tarihin siyasî yüzeyi ile sınırlasa bile, Herodot’un Yunanca anlatılarının doğruluğunu Ahameniş imparatorlarının günümüze ulaşan Med-Pers, Elam, Akad, Aramî ve Mısır dilleri ile yazıtlarındaki resmî belgelerle karşılaştırarak kontrol etmesi gereklidir. Siyasî yüzeyin altına inip ekonomik düzeye ulaşmak isterse, Ahameniş ve Selevkos rejimleri sırasında Akad dilinde yazılmış ve Babil’de gün yüzüne çıkartılmış ciltler dolusu özel ticarî işleme ait çivi yazısını incelemesi gerekecektir. Dicle-Fırat havzasının alt kısımlarındaki sulak alüvyonlu araziler, sırayla bu iki imparatorluğun ekonomik güç kaynağı olmuştur. Siyasî düzlemde Ahameniş İmparatorluğu’nun yerini Yunanca konuşan Selevkos Hanedanlığı’nın aldığı dönemde dahi Güneybatı Asya’nın ekonomi tarihine ilişkin herhangi bir çalışma için Akad dili, kilit dil olacaktır, Yunanca değil.
Araştırmacı,
ekonomik düzeyin de altına inip dinî düzeye erişmek isterse ve Baktriyalı
Demetrius’un topuklarında Hindistan’ı işgal edecekse, İbranîce, Aramîce, Süryanîce,
Zentçe, Pehlevî ve Pali dilleri ile Sanskritçe okumalıdır. Aslında Mısır ve
Güneybatı Asya tarihini araştıran, tarihe kapsamlı bir bakış açısıyla yaklaşan
herhangi bir araştırmacı için Yunanca dışındaki diğer diller sadece İslâm’ın ve
İslâm coğrafyasında Arapçanın doğuşundan itibaren değil, başından sonuna kadar
çok büyük öneme sahiptir. Bu bakış açısıyla Hıristiyanlık döneminin 7.
yüzyılından bu yana Arapçanın zorunlu olması ve Yunancanın yetersiz kalması, anî
bir devrimci sapma olarak görülmeyecektir. Arapçanın kendiliğinden ortaya
çıkması, araştırmacıyı her zaman zorlayan durumu göz ardı etmeye devam etmeyi
imkânsız hâle getirmiştir.
Roma
İmparatorluğu’nun M.S. 235 yılında içine düştüğü anarşi ve bölünme krizinden
kurtulamadığını ve aslında bir Kuzey Arabistan şehir devleti olan Palmira’nın
Kraliçesi olan Zenobia’nın Roma İmparatorluğu’ndan yıldırım hızında ele
geçirdiği toprakları koruyabildiğini varsayalım. Hatta Zenobia’nın toprakları,
en geniş olduğu zamanda Roma İmparatorluğu’nun doğudaki üçte birlik kısmının
tamamına yayılmış, kuzeybatıya doğru Karadeniz boğazlarına ve güneybatıya doğru
da Sitre Körfezi’ne kadar genişlemişti. Hatta Zenobia’nın Hıristiyan olduğunu
ve Hıristiyanlığı Mezopotamya Osroene Hıristiyan Krallığı’ndan Yunanca değil de
Süryanice olarak aldığını da varsayalım. Son olarak da sömürgeleri arasında Hıristiyanlığa
resmî bir statü verme konusunda Konstantin’in yarım yüzyıl önünde olduğunu
varsayalım. Bu varsayımların hiçbiri abartılı değil. Tarih kolaylıkla bu yöne
de sapmış olabilirdi. Şayet öyle olsaydı, Hıristiyanlık da Batılı tarihçiler
üzerinde İslâm’ın şu an bıraktığı etkiyi bırakabilirdi. Bu durum, Batılı
tarihçiyi dünyayı anlamak için ihtiyaç duyduğu dilsel anahtardan mahrum bırakarak
ona dünyanın çehresini anîden ve öngörülemez bir biçimde değiştirmiş gibi
görünürdü.
Zenobia’nın
farazî Hıristiyanlığı, Hz. Muhammed’in tarihî İslâm’ının yaklaşık dört yüzyıl
sonra Arapça için yaptığı gibi Süryanîceyi Yunan dilinin yerine yerleştirirdi.
Bu durum, Batı dünyasının gözünde devrim niteliğinde bir kırılmayla aynı
izlenimi bırakır ve tarihî olayda olduğu gibi bu farazî olayda da izlenim
yanıltıcı olurdu. Daha sonra üçüncü yüzyılda meydana gelecek her şey yedinci
yüzyılda meydana gelenlerin aynısı olur, Spengler’in kullandığı şekliyle bir “psödomorfoz”
bunun her zaman gerçekte olduğunu gizlemekle suçlanır ve de Yunan maskesi
altında her zaman var olan Güneybatı Asya yaşamının Yunan olmayan özünün
varlığı, bu maskenin çıkarılıp atıldığı gerçek tarihten yaklaşık dört yüzyıl
daha önce gün yüzüne çıkmış olurdu.
Ancak
bu durum 3. yüzyılda meydana gelseydi, 7. yüzyılda olduğundan daha fazla bir
devrim niteliğinde kırılma yaratmazdı. İslâm’ın, iddia edildiği üzere öncülünün
olmamasının Batılı bir Helenistin illüzyonundan başka bir şey olmadığı ortaya
çıkmış oldu.
İslâm
öncesi tarihe yeniden ve bu defa Yunan olmayan gözlerle bakacak olursak, bir
araya geldiğinde İslâm’ın ortaya çıkışını oluşturan birçok öncül ve emsal
bulmamız mümkün.
Arap
dünyası dışındakiler ilk başta yeni dinin ortaya çıkışından Arap yarımadasının
Sami dili konuşan Bedevîlerinin saldırgan başkaldırısıyla uyarıldı. Ancak 7.
yüzyıldaki Arap kavimler göçü, kendi türündeki ne ilk, ne de son ayaklanmaydı. Araplar
daha önce de iki defa Arabistan’da ayaklanmışlardı: Selevkos İmparatorluğu’nun “Bereketli
Hilâl”deki kontrolünü kaybettiği M.Ö. 2. yüzyılda ve daha önce Asur
İmparatorluğu’nun kendi kendisine yüklediği askerî yüklerle boğuştuğu M.Ö. 7.
yüzyılda…
Yeni
Mısır İmparatorluğu’nun düşüşe geçtiği M.Ö. 13. yüzyıldaki Aramî-Keldanî-İbranî
ayaklanması, büyüklük ve şiddet bakımından Müslüman Arap ayaklanması ile kıyaslanabilir.
Yaklaşık M.Ö. ikinci binyıl civarında Amoriler, Aramî haleflerinin nüfûz ettiği
kadar uzağa ilerlediler. Beş ya da altı yüzyıl önce de Akadlar çölden çıkıp
Sümer’in kuzeybatısındaki alüvyona doğru ilerlemiş ve Dicle’den yukarı doğru,
daha sonra “Asur” olacak bölgeye kadar devam etmişlerdi. Kenanlılar da
Arabistan’dan çıkmakta Akadlardan geç kalmamış ve Suriye’yi işgalleri daha önce
de olmuş olabilirdi.
Büyük
İslâm imparatorluğu tek bir vahayı kontrol eden tek bir şehir devleti iken, bir
nesil süresince geniş sınırlara erişti. Ancak Hz. Muhammed’in Medine’sinin
öncülleri, Zenobia’nın Palmira’sında ve daha küçük ölçekte Petra ve
Hatra’dadır. Daha erken örneklerin her birinde Arap vahasındaki şehir
devletlerinden biri, kayda değer siyasî bir iktidar meydana getirmişti. Roma
İmparatoru Trajan, minyatür Petra İmparatorluğu’nu tasfiye etmiş ve kendi
topraklarına katmış, ancak Hatra’yı ele geçirme teşebbüsünde yenilgiye
uğramıştı. Romalı işgalcilerin başarısız olan çevreleme hatları bugün bile
Hatra’nın bozulmamış duvarlarının etrafını sarmaktadır.
Suriye
merkezli ve başkenti Şam olan Emevî rejimi bünyesinde İslâm Devleti, Roma
İmparatorluğu’nun ilk ve en önemli halef devletiydi. Bu rolde de M.S. 6 ve 7.
yüzyıllarda Roma İmparatorluğu’nun çöl akınlarına muhafızlık eden Banu Ghassan Beyliği
ile 3. yüzyılda Zenobia’nın Palmira’dan yönettiği geniş ancak kısa ömürlü imparatorluk
olduğu varsayılmıştır.
Emevîler,
(sadece II. Umar hâriç) Helenizmi kendilerine İslâm’dan daha uygun bulmuşlardı.
Eriha’nın kuzey eteklerindeki Hisham’ın sarayındaki Helenik dekorasyonlar bunun
kanıtıdır. Bu Yunan hayranlığı bakımından kendilerinden önce İran ve Irak’taki
Aşkanîler ve Baktriya ve de Hindistan’daki Kuşanlar gibi daha önceden
Yunanlaşmış barbar fatihler geliyordu.
İslâm
devleti, Suriye ve Mısır’ın yanı sıra Irak ve İran’ı da fethederek kendisini
Roma İmparatorluğu’nun yanı sıra Sasanî İmparatorluğu’nun da halef devleti hâline
getirmişti. Irak’ın Arap fatihleri üzerindeki ekonomik etkisi, kendisini, Emevî
rejiminin yerini Abbasî rejimi aldığında ve İslâm Devleti’nin başkenti Şam’dan
yeni kurulan Bağdat’a taşındığında hissettirdi.
Abbasîlerin
yönetimindeki İslâm Devleti de Irak’ın ekonomik kaynaklarına dayalı uzun
imparatorluklar serisindeki yerini almış oldu. Bu seri, Sasanî, Parthia,
Selevkos, Ahameniş ve Yeni Babil İmparatorluklarından M.Ö. üçüncü bin yılda
Bereketli Hilâl’e siyasî birliği getiren Akad İmparatorluğu’na kadar
uzanmaktaydı.
-----------------------------
Arnold Joseph Toynbee