Arnold Joseph Toynbee’nin gözünden İslâm’ın tarihteki yeri (1)

Emevîler, Helenizmi kendilerine İslâm’dan daha uygun bulmuşlardı. Eriha’nın kuzey eteklerindeki Hisham’ın sarayındaki Helenik dekorasyonlar bunun kanıtıdır. Bu Yunan hayranlığı bakımından kendilerinden önce İran ve Irak’taki Aşkanîler ve Baktriya ve de Hindistan’daki Kuşanlar gibi daha önceden Yunanlaşmış barbar fatihler geliyordu.

İSLÂM’IN tezâhürü, Hıristiyanlık ve Budizm ile kıyaslandığında biraz daha dramatiktir. İsa’nın yaşamı ve ölümü, o dönemlerde kendi küçük Galilaen Yahudî müritleri dışında kimse tarafından fark edilmemişti. İsa’nın hizmetleriyle ilgili bilgilerimiziyse özellikle Hıristiyan Kilisesi’nin yazıtlarından edinmekteyiz. Kaynaklarımız sadece Yunanca ve Latince yazılmış Helen edebiyatına ve M.S. 1. yüzyıla ait Aramice yazılmış Yahudî edebiyatına dayalı olsaydı hemen hemen hiçbir şey bilemiyor olacaktık.

Benzer şekilde, Siddhartha Gautama’nın hizmetleri de sadece Hinayana’nın Pali yazıtlarından bilinmektedir. Gerçi bu kayıtlara göre Gautama, İsa’nın aksine, yaşadığı dönemde kamuya mâl olmuş biriydi. Bir kralın oğluydu ve dünyevî mirasından vazgeçtikten sonra, hizmeti süresince krallarla arkadaşlık etmeye devam etmişti. Ancak Budizm, kurucusunun yaşadığı zamandan iki yüzyıl, Hıristiyanlık ise üç yüzyıl sonrasına, onlara ait siyasî servetleri Ashoka ve Konstantine tarafından elde edilene kadar dünya üzerinde büyük ölçekli bir siyasî etki yaratmamıştı.

Diğer yandan İslâm, Kurucusunun yaşadığı süre içerisinde diğerleriyle mukayese edilebilir bir etki yaratmış ve siyasî serveti de bizzat Kurucusu tarafından elde edilmişti. Hz. Muhammed, peygamberliğinin ilk yıllarında çok küçük bir grubu İslâm’a döndürebilmiş, bunların çoğu da en sonunda Habeşistan’a sığınmak zorunda kalmıştı.

Hz. Peygamber, Medine halkının liderleri olması için kendisine yaptığı daveti kabul ettikten sonra yalnızca bir peygamber değil, aynı zamanda siyasî bir deha olduğunu da kanıtlamıştı. Hz. Muhammed, dünyasını değiştirmeden önce kendi doğduğu şehir olan Mekke’nin ticarî oligarşisini kendisine teslim olmaya mecbur bırakmış ve ileri sürdüğü koşulların ılımlılığı ile devlet adamlığını ve aynı zamanda karakter olarak cömertliğini ortaya koymuştur.

Ayrıca hâkimiyetini Medine’den Mekke’nin yanı sıra Arap yarımadasının büyük bir kısmına yaymış ve birlikleri, Roma İmparatorluğu’nun Mavera-i Ürdün’deki sömürgelerine taarruz gerçekleştirmişti. Bu cesaret örneği, Hz. Muhammed’in siyasî halefleri tarafından yapılacak büyük çaplı fetihlerin bir habercisiydi. Ölümünün ardından yirmi yıldan kısa bir süre içerisinde Sasanî Pers İmparatorluğu’nun tamamını ve Roma İmparatorluğu’nun büyük bir kısmını, yani en geniş anlamıyla Suriye’yi ve aynı zamanda Mısır’ı fethetmişlerdi.

Erken dönem İslâm’ın çarpıcı biçimde hızla elde ettiği askerî ve siyasî başarılar, bazı Batılı tarih öğrencilerinde İslâm’ın ortaya çıkışının Eski Dünya Ekümeni’nde alışılmadık keskin bir dönüşe neden olduğu ve bunun bir öncülü ve emsali olmadığı izlenimini bırakmıştır. Christopher Dawson’un, tarihin, “tüm dünyanın durumunun Hz. Muhammed ya da İskender gibi tek bir kişinin eylemleri tarafından anîden değişmesine müsaade ettiğine” dair görüşlerini daha önce alıntılamıştık. A. L. Kroeber de aynı görüşü ifade etmiş ve “İslâm’ın çocukluk ya da gerçek bir yetişme dönemi yoktur; Athena gibi, bir adamın hayatıyla birlikte tam yetişkin olarak ortaya çıkmıştır” demiştir.

Bu gerçek olsaydı bile, İslâm’ın bir öncülünün olmaması sadece ortaya çıkışının anî olmasına bağlı olamazdı. Bu, İslâm gibi tek bir tarihsel kurucusu olan, ancak kurucularının arkasında uzun bir geleneğe sahip -örneğin Hz. İsa’nın Musevîlik ve İsrail’in öncül dininde ve Guatama’nın Hint felsefesinin önceki gelişiminde olduğu gibi- diğer dinlerin ve felsefelerin ortaya çıkışından ne daha çok, ne de daha az anî olmuştur. Hz. Muhammed’in durumunda öncüllerin olmaması iddiasını açıklamak güçtür. Basit ve yeterli açıklama, bu Batılı görüşün bir halüsinasyon olduğudur. Gerçekte, bu bölümde ele alınacağı üzere İslâm’ın ortaya çıkışına dair birkaç somut öncül ve bir dizi emsal vardır. Bu arada, aksi yöndeki yaygın Batılı izlenimin nasıl ortaya çıktığını incelemek için biraz ara vermeye değer.

Bu yanlış izlenime neden olan tarihsel olgulardan biri de Hz. Muhammed’in M.S. 622 yılında Mekke’den Medine’ye hicret etmesiyle başlayan otuz yıl içerisinde, İslâm’ın dünya üzerindeki askerî ve siyasî etkisinin ölçeği, hızı ve devrimciliğidir. Bu otuz yıl içerisinde İslâm Devleti, daha önce de belirtildiği üzere tüm Arabistan’ı, tüm Sasanî Pers İmparatorluğu’nu ve Roma İmparatorluğu’nun Suriye ve Mısır’daki sömürgelerini birleştirmişti. Bu geniş çaplı siyasî başarılar, özellikle çağdaş Batılı âlimleri etkileme eğiliminde olmuştu. Zira çağdaş Batı toplumu özellikle siyasî görüşlüydü. İslâm Devleti, neredeyse tek seferde geniş topraklar ve büyük bir nüfusu fethetmiş, ancak fethedilen halkların dinî, sanatsal ve entelektüel görünümünün dönüşümü konusunda Hıristiyanlık ya da Budizm’den daha hızlı ve daha devrimci olmamıştı. Tebaalar, din değiştirenlerden daha hızlı ve daha kolay kazanılıyordu. İslâm Devleti’nin tebaalarının İslâm’a geçişi kademeli bir süreçti. En azından altı yüzyıl sürmüş ve o zaman dahi tamamen tamamlanmamıştı.

Hz. Muhammed’in, İslâm Devleti’nin hâkimiyetine boyun eğen gayr-i Müslim “Ehl-i Kitap” ile ilgili olarak Kur’ân-ı Kerim’in Müslümanlara emrettiği hoşgörü sayesinde Yahudî, Hıristiyan ve Zerdüştî azınlıklar bugüne kadar İslâm dünyasında varlıklarını sürdürmüşlerdir. Ayrıca İslâm da diğer misyoner dinler gibi din değiştirenlerin önceki dinlerinde yer alan birçok öğeyi üstü örtülü olarak kendi bünyesine alarak ilerlemiştir. Bu durumda din değiştirme bedelinden taviz verilmiştir.

Batılı zihinlere İslâm’ın ortaya çıkışının tarihsel süreklilikle beraberinde getirdiği izlenimini veren bir diğer tarihsel olgu da Arapçanın anî bir şekilde hâkim dil konumuna gelmesidir. Halife Abdü’l-Malik döneminde (M.S. 685-705) Arapça, İslâm Devleti’nin eskiden Roma İmparatorluğu’na ait sömürgelerinde resmî yönetim dili olarak Yunancanın yerini almıştır. Ancak Arapçanın esas zaferi, gayrıresmî edebiyat alanında olmuştur.

Hz. Muhammed’in yaşamından bu yana İslâm tarihi çalışmaları için çok fazla kaynak mevcuttur ve bunların büyük bir kısmı, tarihçinin profesyonel bakış açısından birinci sınıf değere sahiptir. Hz. İsa’nın aksine, Hz. Muhammed’in kariyeri adım adım, hatta bazı bölümleri tarihin ışığında neredeyse gün gün izlenebilir. Bu değerli tarihî kayıtların tamamı Arapçadır ve bu durum, Herodot tarafından Yunanca kaydedilen Ahameniş Pers İmparatorluğu’nun kuruluşunun öncülleriyle başlayıp Pisidyalı George (aynı dönemde yaşamış olsalar Karyalı Herodot’un komşusu olacaktı) tarafından aynı dilde kaydedilen, Roma İmparatoru Heraklius’un seferlerine kadar yaklaşık 12 yıllık bir dönemi kapsayan, Yunanca ve Latince yazılmış Güneybatı Asya ve Mısır tarihini takip eden Batılı tarihçilerin önünü kesmiştir. Daha sonra Heraklius’un hâkimiyetinin sona ermesinden önce İslâm’ın ortaya çıkışıyla birlikte Yunanca okuyan Batılı tarihçi, 12 yüzyıl boyunca tarihin kapılarını açan dilin artık yeterli olmadığını öğrenmiştir. Bu, tam bu noktada tarihin sürekliliğinde bir kesinti ile karşılaştığı izlenimini doğrulamaktadır.

Burada mesele, Yunan ve Latin dilleri ile edebiyatlarında eğitim görmüş, çıkış noktası İskender öncesi Yunan dünyası olan ve komşu Ahameniş İmparatorluğu ve halefi Yunan devletlerini Yunan bakış açısıyla gören Batılı tarihçiye nasıl göründüğüdür. Tarihçi, Yunan bakış açısının en başından en sonuna kadar Güneybatı Asya ve Mısır tarihine dair yetersiz bir tablo sunduğunun farkına varmaz ve dolayısıyla Hıristiyanlık döneminin 7. yüzyılından bu yana Ekümen’in tarihi için Arapça dilinde yazılmış tarihî kayıtların bariz zorunluluğuyla karşılaştığında bu kafa karıştırıcı deneyimin ehemmiyetini görmez.

Burada söylenmek istenen, önceki 12 yüzyılın tarihine yönelik bir çalışma için Yunancanın yanı sıra diğer dillerin de elzem olduğudur. Tarihçi dikkatini tarihin siyasî yüzeyi ile sınırlasa bile, Herodot’un Yunanca anlatılarının doğruluğunu Ahameniş imparatorlarının günümüze ulaşan Med-Pers, Elam, Akad, Aramî ve Mısır dilleri ile yazıtlarındaki resmî belgelerle karşılaştırarak kontrol etmesi gereklidir. Siyasî yüzeyin altına inip ekonomik düzeye ulaşmak isterse, Ahameniş ve Selevkos rejimleri sırasında Akad dilinde yazılmış ve Babil’de gün yüzüne çıkartılmış ciltler dolusu özel ticarî işleme ait çivi yazısını incelemesi gerekecektir. Dicle-Fırat havzasının alt kısımlarındaki sulak alüvyonlu araziler, sırayla bu iki imparatorluğun ekonomik güç kaynağı olmuştur. Siyasî düzlemde Ahameniş İmparatorluğu’nun yerini Yunanca konuşan Selevkos Hanedanlığı’nın aldığı dönemde dahi Güneybatı Asya’nın ekonomi tarihine ilişkin herhangi bir çalışma için Akad dili, kilit dil olacaktır, Yunanca değil.


Araştırmacı, ekonomik düzeyin de altına inip dinî düzeye erişmek isterse ve Baktriyalı Demetrius’un topuklarında Hindistan’ı işgal edecekse, İbranîce, Aramîce, Süryanîce, Zentçe, Pehlevî ve Pali dilleri ile Sanskritçe okumalıdır. Aslında Mısır ve Güneybatı Asya tarihini araştıran, tarihe kapsamlı bir bakış açısıyla yaklaşan herhangi bir araştırmacı için Yunanca dışındaki diğer diller sadece İslâm’ın ve İslâm coğrafyasında Arapçanın doğuşundan itibaren değil, başından sonuna kadar çok büyük öneme sahiptir. Bu bakış açısıyla Hıristiyanlık döneminin 7. yüzyılından bu yana Arapçanın zorunlu olması ve Yunancanın yetersiz kalması, anî bir devrimci sapma olarak görülmeyecektir. Arapçanın kendiliğinden ortaya çıkması, araştırmacıyı her zaman zorlayan durumu göz ardı etmeye devam etmeyi imkânsız hâle getirmiştir.

Roma İmparatorluğu’nun M.S. 235 yılında içine düştüğü anarşi ve bölünme krizinden kurtulamadığını ve aslında bir Kuzey Arabistan şehir devleti olan Palmira’nın Kraliçesi olan Zenobia’nın Roma İmparatorluğu’ndan yıldırım hızında ele geçirdiği toprakları koruyabildiğini varsayalım. Hatta Zenobia’nın toprakları, en geniş olduğu zamanda Roma İmparatorluğu’nun doğudaki üçte birlik kısmının tamamına yayılmış, kuzeybatıya doğru Karadeniz boğazlarına ve güneybatıya doğru da Sitre Körfezi’ne kadar genişlemişti. Hatta Zenobia’nın Hıristiyan olduğunu ve Hıristiyanlığı Mezopotamya Osroene Hıristiyan Krallığı’ndan Yunanca değil de Süryanice olarak aldığını da varsayalım. Son olarak da sömürgeleri arasında Hıristiyanlığa resmî bir statü verme konusunda Konstantin’in yarım yüzyıl önünde olduğunu varsayalım. Bu varsayımların hiçbiri abartılı değil. Tarih kolaylıkla bu yöne de sapmış olabilirdi. Şayet öyle olsaydı, Hıristiyanlık da Batılı tarihçiler üzerinde İslâm’ın şu an bıraktığı etkiyi bırakabilirdi. Bu durum, Batılı tarihçiyi dünyayı anlamak için ihtiyaç duyduğu dilsel anahtardan mahrum bırakarak ona dünyanın çehresini anîden ve öngörülemez bir biçimde değiştirmiş gibi görünürdü.

Zenobia’nın farazî Hıristiyanlığı, Hz. Muhammed’in tarihî İslâm’ının yaklaşık dört yüzyıl sonra Arapça için yaptığı gibi Süryanîceyi Yunan dilinin yerine yerleştirirdi. Bu durum, Batı dünyasının gözünde devrim niteliğinde bir kırılmayla aynı izlenimi bırakır ve tarihî olayda olduğu gibi bu farazî olayda da izlenim yanıltıcı olurdu. Daha sonra üçüncü yüzyılda meydana gelecek her şey yedinci yüzyılda meydana gelenlerin aynısı olur, Spengler’in kullandığı şekliyle bir “psödomorfoz” bunun her zaman gerçekte olduğunu gizlemekle suçlanır ve de Yunan maskesi altında her zaman var olan Güneybatı Asya yaşamının Yunan olmayan özünün varlığı, bu maskenin çıkarılıp atıldığı gerçek tarihten yaklaşık dört yüzyıl daha önce gün yüzüne çıkmış olurdu.

Ancak bu durum 3. yüzyılda meydana gelseydi, 7. yüzyılda olduğundan daha fazla bir devrim niteliğinde kırılma yaratmazdı. İslâm’ın, iddia edildiği üzere öncülünün olmamasının Batılı bir Helenistin illüzyonundan başka bir şey olmadığı ortaya çıkmış oldu.

İslâm öncesi tarihe yeniden ve bu defa Yunan olmayan gözlerle bakacak olursak, bir araya geldiğinde İslâm’ın ortaya çıkışını oluşturan birçok öncül ve emsal bulmamız mümkün.

Arap dünyası dışındakiler ilk başta yeni dinin ortaya çıkışından Arap yarımadasının Sami dili konuşan Bedevîlerinin saldırgan başkaldırısıyla uyarıldı. Ancak 7. yüzyıldaki Arap kavimler göçü, kendi türündeki ne ilk, ne de son ayaklanmaydı. Araplar daha önce de iki defa Arabistan’da ayaklanmışlardı: Selevkos İmparatorluğu’nun “Bereketli Hilâl”deki kontrolünü kaybettiği M.Ö. 2. yüzyılda ve daha önce Asur İmparatorluğu’nun kendi kendisine yüklediği askerî yüklerle boğuştuğu M.Ö. 7. yüzyılda…

Yeni Mısır İmparatorluğu’nun düşüşe geçtiği M.Ö. 13. yüzyıldaki Aramî-Keldanî-İbranî ayaklanması, büyüklük ve şiddet bakımından Müslüman Arap ayaklanması ile kıyaslanabilir. Yaklaşık M.Ö. ikinci binyıl civarında Amoriler, Aramî haleflerinin nüfûz ettiği kadar uzağa ilerlediler. Beş ya da altı yüzyıl önce de Akadlar çölden çıkıp Sümer’in kuzeybatısındaki alüvyona doğru ilerlemiş ve Dicle’den yukarı doğru, daha sonra “Asur” olacak bölgeye kadar devam etmişlerdi. Kenanlılar da Arabistan’dan çıkmakta Akadlardan geç kalmamış ve Suriye’yi işgalleri daha önce de olmuş olabilirdi.

Büyük İslâm imparatorluğu tek bir vahayı kontrol eden tek bir şehir devleti iken, bir nesil süresince geniş sınırlara erişti. Ancak Hz. Muhammed’in Medine’sinin öncülleri, Zenobia’nın Palmira’sında ve daha küçük ölçekte Petra ve Hatra’dadır. Daha erken örneklerin her birinde Arap vahasındaki şehir devletlerinden biri, kayda değer siyasî bir iktidar meydana getirmişti. Roma İmparatoru Trajan, minyatür Petra İmparatorluğu’nu tasfiye etmiş ve kendi topraklarına katmış, ancak Hatra’yı ele geçirme teşebbüsünde yenilgiye uğramıştı. Romalı işgalcilerin başarısız olan çevreleme hatları bugün bile Hatra’nın bozulmamış duvarlarının etrafını sarmaktadır.

Suriye merkezli ve başkenti Şam olan Emevî rejimi bünyesinde İslâm Devleti, Roma İmparatorluğu’nun ilk ve en önemli halef devletiydi. Bu rolde de M.S. 6 ve 7. yüzyıllarda Roma İmparatorluğu’nun çöl akınlarına muhafızlık eden Banu Ghassan Beyliği ile 3. yüzyılda Zenobia’nın Palmira’dan yönettiği geniş ancak kısa ömürlü imparatorluk olduğu varsayılmıştır.

Emevîler, (sadece II. Umar hâriç) Helenizmi kendilerine İslâm’dan daha uygun bulmuşlardı. Eriha’nın kuzey eteklerindeki Hisham’ın sarayındaki Helenik dekorasyonlar bunun kanıtıdır. Bu Yunan hayranlığı bakımından kendilerinden önce İran ve Irak’taki Aşkanîler ve Baktriya ve de Hindistan’daki Kuşanlar gibi daha önceden Yunanlaşmış barbar fatihler geliyordu.

İslâm devleti, Suriye ve Mısır’ın yanı sıra Irak ve İran’ı da fethederek kendisini Roma İmparatorluğu’nun yanı sıra Sasanî İmparatorluğu’nun da halef devleti hâline getirmişti. Irak’ın Arap fatihleri üzerindeki ekonomik etkisi, kendisini, Emevî rejiminin yerini Abbasî rejimi aldığında ve İslâm Devleti’nin başkenti Şam’dan yeni kurulan Bağdat’a taşındığında hissettirdi.

Abbasîlerin yönetimindeki İslâm Devleti de Irak’ın ekonomik kaynaklarına dayalı uzun imparatorluklar serisindeki yerini almış oldu. Bu seri, Sasanî, Parthia, Selevkos, Ahameniş ve Yeni Babil İmparatorluklarından M.Ö. üçüncü bin yılda Bereketli Hilâl’e siyasî birliği getiren Akad İmparatorluğu’na kadar uzanmaktaydı.

 

-----------------------------

Arnold Joseph Toynbee