Göç
kızı “İda”
GÖÇ, insan hayatının
“doğum” ve “ölüm” sonrasındaki en önemli hadiseleri arasında yer alır. Bu
röportajımızda bir göç kızının, diş hekimi Aida Keşmer’in (İda) hayatını
işleyecek, yaşadığı göçün yaşamını nasıl şekillendirdiğini ve bunun üstesinden
nasıl geldiğini öğreneceğiz.
İda,
ismini bir prensese yazılan operadan alır. “Aida”, “parıldayan, ışık saçan”
anlamına geliyor. Bizdeki isim karşılığı “Nurefşan”. Bu, aynı zamanda üç çocuğumdan
biri olan büyük kızımın adı…
Beyaz
zambak
Bosna’ya
ayak bastığımızda, “Boşnaklar
randevularına sadıktırlar ve muhataplarının da öyle olmasını isterler, aman ha
dikkat!” uyarılarını teyit ediyordu Aida Keşmer. Saat tam 10:00’da otelin
kapısından içeri girdi. Kış mevsiminde olmamıza rağmen henüz kar düşmemişti ama
bembeyaz bir pamuk tarlasını andırıyordu her yer. Ondaki bu beyaz tutkusunu
öğrenmek için esprili bir üslupla soruyoruz: “Bunu neye borçlusunuz? Mesleğiniz gereği üzerinize çektiğiniz önlüğe mi,
yoksa sağlığına kavuşturmaya çalıştığınız dişlere mi? Gülerek cevap veriyor:
“Ben beyaz hastasıyım. Evim de böyle;
beyaz ve krem ağırlıklı... Beyaz, ortamı aydınlığa kavuşturup ferahlık veriyor,
aynı zamanda temizliğin sembolü.”
Otele
geldiği aracın renginin dahi beyaz olduğunu hatırlatınca, röportaj sırasında
yanımızda bulunan Balkan Tur Yönetim Kurulu Başkanı Selim Dilek, “Bembeyaz bir ofisi var” diyerek beyaz
faslını tamamlıyor. Evet, Aida, savaşın ortasında hayatını idame ettiren
milyonlarca beyaz zambaktan sadece biri; kirlenmemiş, solmamış, kurumamış,
çoğalmış...
İlle
de çay
Aida
Keşmer röportajına hangi soru ile başlayacağımıza karar vermek için Dr. İkbal
ile birbirimizin gözünün içine bakarken, masayı dolduran çaylar ilişiyor gözümüze
ve çayın insan hayatındaki yerini soruyoruz.
“Yapılan bir araştırmaya göre siyah çayın diş etlerine iyi geldiğini biliyorum,
dolayısıyla ben de içiyorum ve herkese öneriyorum.”
Aida,
1980 yılında Boşnak kökenli bir anne babanın kızı olarak Kosova’da dünyaya
gelir. Kendi araştırmaları sonucu büyük dedelerinin Türk olduğunu öğrenir; bunu
da gururla söylüyor: “Annemi biliyordum; annem,
Haydar Paşa’nın soyundan geliyor.”
Doğumundan
iki yıl sonra, 1982’de, Kosova’da sürekli tekrarlanan Sırp-Arnavut çatışmasının
olduğu dönemde annesi ve babası ile birlikte Bosna’ya (Eski Yugoslavya) taşınıyorlar.
“Eğer Sırp veya Arnavut değilseniz, orada
kalmanız zorlaşıyor.” O zamanlar buraların daha huzurlu olduğunu, Sırp,
Hırvat ve Boşnakların iç içe yaşadığını yine Aida’dan öğreniyoruz.
Gel gör ki, bu huzur kısa sürer ve aradan geçen on yılın ardından savaş patlak verir. Aida 12’sine basmış ergen bir kızdır. Annesi ve babası, kendisinden üç buçuk yaş küçük olan kız kardeşini de alarak önce Hırvatistan’a (1992) kaçar, ardından da Türkiye’ye geçerler (1993).
Neden Türkiye?
Türkiye’yi
neden tercih ettiklerini sormadan o sözü alıyor: “Bizim yakın tarihte yaşadıklarımızı dayımlar, annemler ve halamlar İkinci
Dünya Savaşı sırasında yaşamışlar. Sadece babaannem ve evli olan halam
Kosova’da kalıyor. Diğerleri Türkiye’ye gelip yerleşiyorlar.” Savaştan önce
her yıl olmasa da iki yılda bir mutlaka Türkiye’ye gidip geldiklerini, Türkçe
bilmeseler de babalarının bildiğini, dolayısıyla zorlanmadıklarını söylüyor. “Savaş sonrasında tekrar Türkiye’ye
gittiğimizde bunu avantaja çevirdim.”
“Benim
adım Aida…”
İstanbul,
onun ikinci vatanı... Boşnakların genellikle Beşyüzevler semtinde kaldığını, kendilerinin
Göztepe’deki üç katlı bahçeli bir evde babaannesi, halası ve halasının
çocukları, annesi, babası ve kız kardeşiyle birlikte kalabalık ama sakin, mazbut
bir hayat yaşadıklarını, yine burada ortaokula başladığını, teyzesinin, “Benim adım Aida Keşmer. Ben
Bosna-Hersek’ten geliyorum. Türkçe bilmiyorum” şeklinde uzun bir cümleyi kendisine
ezberlettiğini ve ne sorulursa sorulsun, hepsine aynı cevabını verdiğini, bir
süre sonra öğretmeni ve sınıf arkadaşlarının bu cevaptan usanır hale geldiğini
yine gülerek aktarıyor.
“Yeniden
sev”
“13 yaşındaydım ve
acıdan kaçış için kendimi müziğe verdim” diyen Aida, repertuvarına
Türkçe şarkılar alır. Bunlardan biri de Nilüfer’in “Yeniden sev” isimli
şarkısı. “Bizim için mırıldanır mısın?” dediğimizde,
kendini bir anda o günlerin kucağına atıyor:
“Yine bana gel,/ Yana yana yine beni sev…/ Hadi beni yine sev,/ Beni deli deli sev/ Beni yine yeni yeni yeniden sev!” Şarkıyı
bitirdiğinde yüzünde bahar yansımalarını andıran rengârenk çiçekler açıyor.
Güne
çok erken başladığını öğreniyoruz Aida’nın. Sabah kalkar kalkmaz ilk olarak
müziği açtığını, akabinde kahvaltısını yaptığını söylüyor. Yine Boşnakların
ortak özelliğinden birini onda fazlasıyla buluyoruz: Direnen ve mutlu kalan bir
beden taşıyor.
Boşnaklar,
yaşadıkları onca şeye rağmen hayatla mücadele etmekten hiç yorulmamışlar ve hiç
kopmamışlar. Tıpkı Aida Keşmer gibi… Koptuklarında, çok iyi biliyorlar ki
yarıştan da kopacaklar. Onları ayakta tutan saiklerin başında inanç, ümit, azim,
onur ve gurur geliyor. Mücadelelerini ise cesaretle şekillendiriyorlar. Doğuda
Selçuklular Anadolu kültürünün derin izlerini taşırken, batıda da Osmanlılar
tipik Balkan özelliğini taşırlar. Dışarıdan disipline edilmeyen karakteristik bir
yapıya sahip oluşlarından olsa gerek, “Boşnaklar
bir şeyi istemedikçe, onlara bunu yaptırmak neredeyse imkânsız. Örneğin dışarı
çıktığında belki ölecek, ama makyajını yapıyor, adeta ölüme gülerek ve
güzelleşerek gidiyor. Bu, tamamen buraya özgü bir kültürün sonucu” diyor Aida.
Yeri gelmişken, dünyanın hayran kaldığı Meliha Varesanoviç
isimli bir kadından bahsetmek istiyorum.
1992, savaşın en çetin yılıydı ve Bosna ateş altındaydı. Her
taraf keskin nişancı doluydu. Uzun boylu Meliha bunlara aldırış etmedi, giyindi
ve kendini dışarı attı. Sırp askerlerinin gözü önünde dimdik, gururla ve
cesaretle yürüyerek 90'lı yıllara ait ironi bir fotoğrafın kahramanı haline
geldi. Onun bu pozu, Marie Claire gibi birçok magazin dergisinde yayınlandı.
İhtimal, onu keskin nişancılardan koruyan da kendisine duyduğu bu özgüvendi.
“Bizde, Saraybosna’da alışagelmiş bir kural vardı: Eşofmanla dışarıda gezen birini göremezdiniz. O içeri giysisidir. Bu, bizim önce kendimize, sonra başkalarına olan saygımızdır.”
“Mileska”,
Saraybosna şehrini ikiye bölen nehrin adı. Etrafı kooperatif işçiliğiyle,
tabiri diğerle “sosyal proje” anlayışıyla örülü taş duvarlarla çevrili. Sık
aralıklarla kurulan bu ve buna benzer köprüler, şehrin iki yakasını birbirine
bağlıyor.
Nehrin
hemen başında tarihî bir bina dikkatimizi çekiyor. Rehberlerimizden “İnat Kuca”
isimli yapının hikâyesini dinliyoruz… 19. yüzyıldayız; Avusturya-Macaristan
İmparatorluğu Saraybosna’yı işgal etmiş. Devletin gücünü göstermek için bulduğu
her yere görkemli devlet binaları yapıyor. Posta ofisi, müzeler, üniversite
binaları ve niceleri… En sonunda “Öyle bir belediye sarayı yapalım ki
Balkanlar’da eşi benzeri olmasın” diyerek Miljacka nehrinin kenarını
seçiyorlar. Ancak bir sorun var; koca monarşinin karşısına “Benderija” isimli
bir adam çıkıyor. “Burada benim evim var,
hiçbir şey yapamazsınız” dediğinde Avusturyalılar perişan oluyorlar.
Benderija’nın
inadı inat; kendisini ikna etmek için araya şehrin ileri gelenleri giriyor,
pazarlıklar öne sürülüyor ama Boşnak inadını kırmak mümkün olmuyor. Adam, sırf yapmaktan
vazgeçsinler diye ufak bir şart koşuyor: “Tamam!
Ama tuğlaları tek tek söküp karşıya tek tek taşıyacak ve aynı yere koyacaksınız…”
Onlar da bu teklifi kabul ediyorlar ve “Aynısından
nehrin karşısına yapacağız” diye söz veriyorlar. Böylelikle Benderija’nın evi nehrin hemen karşı kıyısına taşınıyor.
İşte
onun bu inadı yüzünden “İnatçı Adam” olarak kalır evin adı. Boşnakların inadını
temsil eden ve millî sembol haline gelen İnat Kuca (İnat Evi), 1997’den beri lokanta
olarak hizmet vermektedir.
Arnavut
mahallesi
İstanbul’da
kaldıkları dönem, orada bulunan diğer akrabalarının kendilerine destek
verdiklerini, dışarıya karşı bir fanus görevi gördüklerini ve koruyup
kolladıklarını şükranla yâd ediyor. Babasının işe başlamasıyla refaha kavuşmuşlar.
1996 yılında Boşnaklar, Kosovalılar, Arnavutlar ve Makedonyalıların ağırlıkta
olduğu ve “Arnavut mahallesi” olarak bilinen Erenköy’e (Sahra-ı Cedit)
taşınırlar. Aida, nereye giderse gitsin hayallerini ve ümidini de oraya taşır.
Türkiye’ye gittiklerinde umutsuzluğa hiç mi hiç düşmemiş. Zaten anne babasının böyle bir şeyi asla kabul etmediğini, başarısızlık diye bir kelimenin onların lügatlerinde olmadığını şu sözlerle açıklıyor: “Annem, ‘Senin bunu başaramayacağını bilsem zaten zorlamam. Ama sen bunu başarabilirsin’ derdi.” Anne ve babasının kendisine olan inancı ve desteğiyle bu günlere geldiğinin, yine onların sayesinde her şeyin çok rahat gerçekleştiğinin de farkında.
Kara
kaplı sözlük
İlk
sınavı Türkçedir. Annesiyle babası, “Sınava
girme! Biraz Türkçe öğren, üç ay sonra gir” demesine rağmen bu teklifi
kabul etmez ve öğretmenine, “Eğer izin
verirseniz sınava sözlükle girmek istiyorum” şeklinde bir teklifte bulunur,
o da bunu kabul ederken, “Ama sana ek
süre tanıyamam!” der.
Aida,
Saraybosna’da okurken sürekli ilk üçte yer alan başarılı bir öğrencidir. “Oraya (Türkiye) gidince de sonuçta özne,
fiil ve gramer aynıydı. Yanımdaki arkadaşa, ‘Eğer anlamazsam bana kopya
(yardım) verir misin?’ dedim, o da ‘Tabiî’ dedi. Sınava başladım. Takıldığım
bir iki yer vardı, ona baktım ama cevaplar farklı. Elimde kara kaplı
Türkçe-Boşnakça sözlüğüne baktım. Hayır, benim cevabım doğru. Ona, ‘Yaptığın
yanlış!’ diye ikazda bulundum. Ama o bana, ‘Sen sus, Türkçe bilmiyorsun!’ dedi.
‘Peki!’ diyerek önüme döndüm. Bana verilen sürede soruların sadece yarısını
yapabildim. Sınavların sonucu açıklandığında yanımdaki arkadaş ‘1’ aldı. Hocamız,
‘Senin notunu söylemeyeceğim, ama (sınıfa dönerek) ‘Size de ayıp! Soruların
yarısına cevap vermiş ama hepsi doğru; artık notunu siz düşünün!’ dedi. Ve ben
o sınavdan ‘3’ almıştım. ‘Demek ki ona zaman versem yahut anlıyor olsa
hepinizden çok daha iyi yapacak’ dedi öğretmen. Bunun üzerine bana karşı bir
tepki oluşmaya başladı.”
Teşekkürden
takdire…
“Veli
toplantılarında öğretmenler, anne ve babamı dışarı çıkarıp notlarımı söylüyorlardı.
Fizikten ‘5’, kimyadan ‘5’, matematikten ‘5’ alıyordum. Bahsini ettiğim
dersleri seviyordum da. Sınavlara sözlükle giriyordum. Zaman azdı ve benim
bunları çok hızlı yapmam gerekiyordu. Soruyu anlayınca sözlüğü bırakıyor,
cevaba geçiyordum.”
Aida,
ikinci dönemin sonunda sözlüğü elinden bırakır ve sınıfın en iyisi olur. 6. sınıfın
ilk döneminde “teşekkür”, bitiminde ise “takdir” alır. Başarı grafiği, mezun
olana kadar bu şekilde devam eder. Türkçesini müzik dinleyerek, televizyon izleyerek
ilerletir. Bugün kendisiyle rehbersiz, pürüzsüz, yalın bir Türkçe ile konuşuyor ve anlaşabiliyorsak,
bunu o günlerdeki azmine bağlıyor.
Daha önce de belirtmiştim, Bosna’da okuryazar oranı, ters orantılı da olsa işsizlik gibi oldukça yüksek. Annesi kimya, babası harita mühendisidir Aida’nın. Annesinin estetiğe ve modaya karşı ilgisinin olduğunu, ayrıca çok güzel gelinlik diktiğini öğreniyoruz. “Umarım güzel kızlarına da dikmek nasip olur” dediğimizde, önce “İnşallah” dese de akabinde, “Annelerin kızlarına dikmemesi gerekiyormuş” diye düzeltme gereği duyuyor.
Liseye
yazıldığı sene birbirlerini çok seven anne ve babası maalesef ayrılırlar.
Kendisi ve kız kardeşi, ikinci evliliğini yapan anne ve üvey babasıyla birlikte
kalmaya başlar. Öz babalarıyla da irtibatı kesmez, görüşmeye devam ederler. “Biz annemin de, babamın da bizim okumamızda,
başarımızda payını, desteğini inkâr etmiyoruz. Hatta annem bize, ‘O babanızdır,
onunla görüşmek zorundayız’ diye tembihte bulundu. ‘Biz arkanızdayız’ dediler.”
“Aysela”
isminde evli bir kız kardeşi var. İsmini, kendisini bırakmış. O da kendisi gibi
aynı bölümü tercih etmiş. Halen Bosna’da, diş hekimliğinde okuyor. Şimdi olmasa
da ileride Türkiye’de kardeşi ile birlikte bir diş kliniği açmayı düşünüyor.
Kardeşi hakkında küçük bir detay da veriyor: 2006 yılında, 14 yaşındayken,
Gana’da düzenlenen yarışmada “Dünya Yüz Güzeli” seçilmiş. Uzun boylu ve esmer...
“Mankenlik teklifi gelince, menajerlere 14
yaşında olduğunu söylediğimde, uzun boyuna aldananlar bana inanmadılar. Mankenliği
dört yıl kadar sürdürdü, sonra sonlandırıp eğitimine devam etti.”
Annesinin
yaptığı ikinci evlilik sayesinde erkek kardeşlere kavuşur. Üvey babasının
oğullarından biri kendisinden bir yaş büyük, diğeri bir yaş küçüktür. Üçüncüsü
ise üniversiteye gitmektedir. Üvey kardeşleri ve babasıyla çok iyi anlaştığını,
elinden geldiğince onlara yardım ettiğini söylüyor.
Zorlukları
azmiyle aşar
Atatürk
Anadolu Lisesi’ni kazanır. O yaz ilk kez Bosna-Hersek’e giderler. Tatil bittikten
sonra Türkiye’ye döndüklerinde acı gerçekle karşılaşır: “Ön kayıt yaptırmadığın
için yerine başkasını aldık…” Bu cevap, onun için bambaşka bir kapının
aralanmasına sebebiyet verecektir. Yaşadığı bu talihsizliği, “Demek ki hakkımda hayırlısı buymuş” diyerek
değerlendiriyor.
Okul
idarecisinin telkini ve referansıyla Özel Üsküdar Sahra-ı Cedit Fen Lisesi’ne burslu
olarak kaydı yapılır. Son yıl ise buradan ayrılıp devlet lisesine geçer.
Sebebini sorduğumuzda “Keşke geçmeseydim!
Gerek yokmuş” diyor ve gülüyor: “Çünkü yabancı olduğum için Türk
vatandaşlığım yoktu, dolayısıyla devlet lisesinden gelecek ek puana da ihtiyaç yoktu.
Sadece yabancılarla yarışa giriyorsunuz. Ayrı bir sistem ve bildiğim kadar hâlâ
geçerliliğini koruyor YÖS (Yabancı Uyruklu Öğrenci Sınavı). Tek dezavantajı dil;
dil bilmeyenler TÖMER görüyordu, ama ben Türkçe bildiğim için buna gerek yoktu.
Bunun yerine İngilizce gördüm.”
Dönem
sonu elde ettiği okul puanı ile birinci sıradadır. Ancak yönetim, kendisinden
bir fedakârlıkta bulunmasını ister. Sırasını diğer arkadaşlara devrederse, hem
okulun puanı yükselecektir, hem de diğer arkadaşları daha iyi bir üniversiteye yerleşecektir.
“Sorun değil” diyerek bu teklifi
düşünmeden kabul eder. Birinci yapılan arkadaşı İstanbul Üniversitesi
Bilgisayar Mühendisliği’ne, ikinci yapılan da Çapa Tıp Fakültesi’ne kayıt
yaptırır. Üçüncü ise kendisidir ve bu dereceyle Ankara’nın yolunu tutar. Sıra
YÖK’e başvuruya gelmiştir. Görevli, “Şimdiye
kadar alınan en yüksek puan, istediğiniz bölüme yerleşebilirsiniz” der ama o
ısrarla diş fakültesini tercih ettiğini söyler. Kayıt görevlisi ikinci kez sorar:
“Emin misin?” “Evet, ben Hacettepe Üniversitesi
Diş Hekimliği Fakültesi’ni istiyorum” cevabını verir.
“O dönem 12 tercih
hakkımız vardı, ben sadece dört tercih yazdım. Hacettepe, Ankara, İstanbul ve
Ege Diş Hekimliği Fakültesi… Babam, ‘Ne olur, ne olmaz, kimya, matematik
mühendisliği yaz’ dese de ben inat ettim ve yazmadım. ‘İstediğim yere gelirim; bunu
yaparken başkalarını ezerek gelmem’ diye düşündüm. Kendimle uğraşarak ulaşırım
o hedefe...”
“Dünyaya yeniden
gelsem yine diş doktoru olurdum” diyecek kadar mesleğine âşık, bir o kadar
da hayat dolu. Bunu söylerken bembeyaz simasına o derin gamzeler yerleşiyor.
“Babaannem,
ölmeden evvel torunlarını başına toplayıp ‘Sen benim göz, sen benim kalp, sen
benim göğüs, sen de benim diş doktorum olacaksın’ diye bizi okumaya
yönlendirirdi. Tabiri caiz ise organlarını paylaştırdı. Okumayı
hedefleyen vasiyetiyle babaannesi üç yıl önce İstanbul’da dünyaya gözlerini
kapar.
Küçük
yaşlardan beri “Plastik cerrahı olmak istiyorum”
diye dillendirdiği hedefinde küçük bir sapma olur ve 2001 senesinde doktor olan
teyzesinin oğlunun, “6 yıl okuyacaksın,
bunun uzmanlığı var. Ömrün okumakla geçecek. İstediğin yere 40-45 yaşında
geleceksin. Değer mi? Sonuçta sen bayansın. Doktorluk erkek işi, diş
hekimliğini tercih et, bu senin için daha iyi” telkini ile kendisini bir
anda Hacettepe Diş Hekimliği Fakültesi’nde bulur. Hacettepe’yi okurken burs
alır ve 2007 yılında buradan mezun olur.
Diplomasını
alınca hocaları öğretim üyeliği teklif ederler, ama o hocalarını ağlatan cevabı
verir: “Ülkeme hizmet için Bosna’ya
döneceğim.” Bunu anlatırken, hocalarının kendisine yaptığı teklifi Hacettepe’den
alınmış dereceyle eş tutuyor ve Hacettepeli olmanın ayrıcalığını her alanda
yaşadığını, bunu inkâr edemeyeceğini belirtiyor. Kendisini yetiştiren hocalara,
emeği geçenlere olan minnet duygularını ise şükranla diye getiriyor.
Vefa
Türkiye’den
ülkesine dönüşünde, bunu bir vefa projesiyle taçlandırmayı aklından geçirip
geçirmediğini öğrenmek istiyoruz: “Yani
Türk Devleti’nin yaptığı, burs vermeden tutalım da öğrenciye barınma ve okuma
imkânı veren eğitim hizmetini Aida tek başına verebilir mi?”
“Neden olmasın?” diye başlıyor söze, “Ama sonuçta Türkiye bu hizmeti zaten veriyor. Hatta ben kendi
yeğenlerime bunu tavsiye ediyorum, ‘Güzel bir imkândır bu, gidin, değerlendirin’
diyorum. Zor mu? Evet, zor! Ben Ankara’ya gidince ailem Bosna’ya dönmek zorunda
kaldı. Bu zorlukların başında özlem geliyor, sonra dil… Senede bir defa
görüyorsunuz, ama ne olursa olsun, ‘Çekilen zorluğun bir sonu var. İleride
bunun fazlasını yapacağım, ama önce eğitimimi alayım, sonra istediğim her şeyi
yapabileceğim’ diyerek bugünlere geldim.”
Kaderci
ve şükreden kul
Ülkesine
dönünce ilk iş olarak denklik başvurusunu yapar ve asgarî ücret karşılığında Sarajevo
Üniversitesi’nde stajını tamamlar. 2009 yılında bir sempozyum için Bosna’ya
gelen hocası, halen çalışmakta olduğu kliniğin sahibiyle tanıştırır ve “Ondan iyisini bulamazsın” diyerek
kendisine referans olur.
“O gün devlet sınavına girmiştim. O akşam,
şimdiki patronum ‘Yeni bir muayenehane açmak istiyorum ve yeni mezun elemanlara
ihtiyacım var’ deyince teklifi kabul ettim, sabah da işe başladım. O gün
bugündür, çalıştığım Pirović Diş Hekimliği Kliniği’nde 5’i bayan, 5’i erkek
olmak üzere, 10 diş hekimi, 4 hemşire ve 6 tane de teknisyen çalışıyorum. Gayet
güzel! Burada huzurluyum. Müşteri potansiyeli ve tercih bakımından Bosna’da
birinci sıraya geldik diyebiliriz. Bizim bir müşteri politikamız var: ‘Gel,
bütün dişlerini yapalım, hiçbir sorunun kalmasın; sonra sen ne kadar
getirebiliyorsan getir, bize onu öde.’ Hasta ancak bu şekilde gelebiliyor.
Çünkü gelir düzeyi düşük ve ödeme sorunu var.”
Sıfırdan
başladıkları klinikte, bugün hasta yetiştiremeyecek pozisyona gelirler. Randevu
almak isteyenlere bir ay sonrasını verebiliyorlar. “Çok şükür” kelimesi dökülüyor ağzından, “Kendime, aileme ve baktığım öğrencilere yetecek kadar kazanıyorum ve
bir arabam var. Genele ve Türkiye koşullarına bakıldığında kazancım düşük, ama
bu rakam bana yetiyor; üst gelir gurubuna dâhilim diyebilirim.”
Bosna’da şükreden kullara sıklıkla rastlıyorsunuz, ama gelin görün ki Aida bambaşka biri. O kadar şükürdar ki, elde ettiği tüm kazanımlarını bu kanaatine bağlayabilirsiniz. Birtakım planlarının olduğunu ama hayatında yaşadığı tesadüflerin (tevafukların) çokluğundan bahsederek son noktayı koyuyor: “Çünkü ben kadere inanırım. Sonuçta burada bir işsizlik sorunu var. Benim buraya gelip kolayca bir iş bulmam da kaderin bir cilvesi...”
“Bir arkadaşım var, Türkçeyi sevdiği için kursa yazıldı ve öğrendi. Boşnaklardan ziyade Türklerin de bu konuda bir adım atması beklenebilir; Boşnakçayı öğrenme adına...”
Yaşayan
bilir
“Bizim tek umudumuz
var, o da Türkiye…”
Oradan
gelen baskıyla bir şeyler yapıldığını, ülkelerinde bir şeyler yapılıyorsa, bunda
Türklerin parmağının olduğunu öğrenirken savaşın haksız rekabeti, hatta kazancı
da beraberinde getirdiğine dair ilginç bir anekdotu paylaşıyor. Eski
zenginlerin konumunu koruduğunu, bunun yüzde 10’luk bir oranı oluşturduğunu,
ama yüzde 90’nın da savaş sonrası zengin olduğunu, bunun da “savaş zenginliği”
kavramıyla ifade edildiğini vurguluyor: “Ve
ne yazık ki bu, savaşın olduğu her yerde var olan bir gerçek.”
Karaborsaya
düşen bir ürünü bulup getiren tacir, onu fahiş fiyatla satabiliyor. Savaş
sırasında sigaranın paradan daha değerli olduğunu yine Aida’dan öğreniyoruz: “Yani bir sigara ile her şeyi satın
alabilirdiniz. Daireden tutun da arabaya, yiyeceğe, giyeceğe, aklınıza
gelebilecek her şeye sahip olabilirdiniz.” Bu tespit karşısında insan donup
kalıyor…
“Her şeyi
anlatamıyorsunuz; yaşayan bilir, yaşamayan ise bilmez!”
Savaş
sırasında üç buçuk yaşındaki kız kardeşiyle birlikte çıkardığı suçiçeğini
unutamıyor: “Babam yiyecek bulmak için
evden çıkar çıkmaz bombalar düşmeye başladı. Aramızda 200 metre vardı, ama ne o
bize geliyordu, ne de biz ona gidebiliyorduk. Evimiz Başbakanlık binasına yakın
olduğu için, oturduğumuz ev, en çok bombanın düştüğü yerdi…”
“Evden çıkıp gidenin kapattığı kapıdan kimin gireceğini bilememek kötü, korkunç, hatta iğrenç bir durum olsa gerek. Ya gidenin yerine sizin canınıza, malınıza kast edecek, eli silahlı, gözü dönmüşler gelse?” Bunları anlatırken sesinde buğulu bir acı yankılanıyor, yutkunuyor, toparlanıp öyle devam ediyordu.
Külümüz
ve kültürümüz bir…
Osmanlı-Türkler
ve Boşnaklar… Ortak özellikleri “inanç, azim, onur ve mücadele”…
“Kendimi Türkiye
ile Bosna arasında mekik dokuyan bir elçi gibi hissediyorum. Yaptığım iş
itibariyle çok insanla muhatap oluyorum. Bana sorduklarında Türkiye için güzel
şeyler söylüyorum. Türkiye’de iken Bosna için, Bosna’da iken de Türkiye için ‘Gidin
ve görün’ diyorum…”
Ve
bir durum tespiti yapıyoruz: “Herkes
Türkiye’ye gelmeli, Balkanlardakiler de Türkiye tarafından ziyaret edilmeli…”
Annesiyle
ilgili bir itirafta bulunuyor: “Annem
eskiden Türkiye’yi pek sevmezdi. Ne zamanki oraya gitti, gördü, tanıdı ve
yaşadı, o zaman fikri değişti. ‘Keşke
Türkiye’de kalsaydım’ der.” Annesi de kendisi gibi Türkiye hakkında ileri
geri konuşanlara kızarak cevap veriyor: “Önce
git ve gör, sonra konuş! Görüp gezmekle
yetmiyor, orada yaşamak lazım. Orada yaşamak, insanın hayatını değiştiriyor.
Çok yönlü bir insan oluyorsunuz...”
Hayat
kısa…
Enerji
ve sinerjisini aynı ritimde devam ettiren biriyle röportaj yapmak inanılmaz
keyif vericiydi. Hayat kısa… Eğer sürekli “Sorunlarla boğuşuyorum, ben
dayanamıyorum, edemiyorum” dersen zaten bir anlamı kalmıyor. Parası olduğunda, “Gel bugün ziyafet çekelim, yarının çaresine
bakarız” anlayışıyla hareket edildiğini, bu anlayışın yeni yeni değiştiğini
ve ülkenin kabuğunu kırdığını ifade ediyor. “Mesela
bizde insanlar Cuma namazından sonra işe dönmezler. Şayet mevsim yaz ise, buraya
yaklaşık 30 kilometre mesafede, Hırvatistan bölgesinde yer alan tek kıyı şeridi
olan Neum’a giderler. Kış ise, Bjelaşnica bölgesine kayak yapmaya giderler.”
Avrupa’ya
takılan hayaller
Bosna’nın
gelir düzeyi düşük. İşsizlik oranını yüzde 50 olarak açıklıyor ve “Çalışkanı
çalışkan, tembeli tembeldir” diyerek sosyalizmin bir getirisinin, bir de
götürüsünün olduğunu açık sözlülükle dile getiriyor. “Avrupa ülkeleri, Bosna’nın sanayi ve bilimde kalkınmasını, ekonomisinin
canlanmasını, dolayısıyla büyük fabrikaların açılmasını istemiyorlar. Bunu
engellemek için ellerinden geleni yapıyorlar. Çünkü Avrupa, bizim gibi
ülkelerin alanını daraltıyor. Kabaca sömürge ülkesi haline getirmeye
çalışıyorlar. Dayton Antlaşması’yla bütün yatırım ve projeler, tabiri caiz ise
hayaller bürokrasiye (üçlü yönetime) takılıyor. Bu da yatırımların, daha kolay imkânlar
sunan Hırvatistan ve Sırbistan’a kaymasına sebebiyet veriyor. Üçlü koalisyon
anlaşmadıkça, burada birtakım şeylerin ilerlemesi neredeyse imkânsız. Özelleştirme
ciddi boyutlara varmış durumda. Bu hem iyi, hem kötü. Çünkü özelleştirme sonucu
işten çıkarılanların yerine kendi adamlarını almaları riski var.”
“Din
ile tanıştık, dil ile tanıdık”
“Dil sorununu Türk
dizileri çözmüş durumda. Bu konuda ciddi bir sorun olacağını düşünmüyorum.
Zaten Türkiye’ye okumaya giden, TÖMER’de bir yıllık bir eğitimden geçiyor. Öyle
ki, benim bir arkadaşım var, Türkçeyi sevdiği için kursa yazıldı ve öğrendi.
Boşnaklardan ziyade Türklerin de bu konuda bir adım atması beklenebilir;
Boşnakçayı öğrenme adına...” Burada
Yunus Emre Enstitüsü’nün büyük bir boşluğu doldurduğunu, özellikle Türkçe ve
Boşnakça öğrenmek isteyenler için bulunmaz bir fırsat olduğunu söylüyor.
“Konya-Saraybosna
Kardeş Derneği var; bu, Konya’da bir hareketliliğe sebebiyet vermiş ama
İstanbul’da, Ankara’da çeviri yapabileceğiniz bir tercüman bürosu bulma zorluğu
var. Ben Ankara’da iken sorunu şöyle aşıyordum: Önce İngilizceye, sonra
Türkçeye çeviriyordum.”
Gökten
üç elma düştü, biri sana…
“Ben önce sağlık
istiyorum. Sağlıktan sonra her şey gelir. Çalışıyorsanız, mutlusunuz demektir.”
Sağlığını
ve güzelliğini de her gün düzenli olarak yaptığı spora borçlu olduğunu,
yüzdüğünü, bir dönem basketbol oynadığını, voleybol ve hentbol hakemliği yaptığını
söyleyince, siması yüzümüze düşen bir yakamoza dönüşüyor ve bu sefer mütebessim
olan biz oluyoruz.
Kendisini
dinledikçe, görünenden ziyade onun görünmeyen iç dünyasına tanıklık ettik. Onu
dinlemek, acılarına şahitlik etmek… Sanırım dişleriyle ilgili sorun yaşayan hiçbir
hasta, oturduğu o koltuktan kalmak istemiyordur. Röportajın başından sonuna
kadar güleryüzünde gözle görülebilecek hiçbir değişiklik olmadı. Kendini ve
hayatını idealize eden “zümrüt coğrafyanın beyaz zambağı” Aida Keşmer’e bundan sonraki
hedeflerine ulaşması için dua ediyor olacağız.