Zulme direnmek: Daima!

Dünyayı adalet ve merhamet kurtaracak. Bu duyguları en yoğun yaşayanlarsa “ama”sız, “fakat”sız zalimlerin karşısına duranlardır. Hırslarından arınmış olarak, hangi inanca mensup olursa olsun, bu dik duruşu gösterenler, diğer zayıflara da örneklik teşkil ederler. Bu domino etkisi gösterir ve tepkiler çığ gibi büyür.

İYİLİK nedir, kötülük nedir? Buna mukabil, mutluluk nedir? Hangi durumlarda mutlu oluruz? İyilik ve kötülükte insan iradesi ve seçimlerinin etkisi nedir?

Bu gibi sorular insanlığı hep meşgul etmiştir. Bu soruları takip ederek önemli anahtar kavramlar ve düşünürlere gideriz. Ama o değerli düşünürleri okuyup anlasak da, anlamasak da kendi aklımız ve vicdanımızla varacağımız yer bellidir. Ne olursa olsun, hangi inanışta olursak olalım, mutluluğun anahtarı iyilik, dürüstlük ve adalettir. Haklının yanında olabiliyorsak, bir ihtiyacı gideriyor, sıkıntıyı sonlandırıyorsak, bizim de gönlümüze bir ferahlık geliyor.

Mutluluk sadece “ben”in mutlu olmasıyla ilgili değildir; “sen, siz, biz” diyebiliyorsak, çevremize ördüğümüz mutluluk ağı büyüdükçe büyür. Artık küçülmüş küresel dünyamızda canlı yayınlar ya da anlık ulaştığımız haber kaynaklarıyla olaylara vâkıf oluyoruz. Mutluluk, çekirdek ailemizin dışına çıktı. Eski zamanlarda, bağında bahçesinde, komşusuyla iyi geçinen, kendi kendine yeten insanların mutluluğunu yakalayamıyoruz. Çoğaldıkça, geliştikçe, geçmişte yaşananları öğrendikçe hayatı sorgulamaya başlıyoruz. İnsanlığın nerede hata yaptığını bulup ders almaya çalışıyoruz.

Gözlerimizi gerçeklere kapatamayız, kendimize güvenli bir dünya yaratmaya çalışıp, deyim yerindeyse koza örüp dışarıda yaşananları yok sayamayız. Zira bu dünyada güvenli bir alan yok; her an tetikte olmayı çoktan öğrenmiş olmalıyız. Artık dünyada ne olup bitiyorsa, ister istemez gördüğümüz için olup bitenden biz de sorumluyuz. “Of! İçim dayanmıyor, seyretmeye gönlüm elvermiyor” diye hemen haber kanalını kapatmamak, gezindiğimiz siteden çıkmamak gerek. Gören gözlerimiz, duyan kulağımızla hesap vereceğiz. Öyle ki, bazı simgelere odaklanıp onlar üzerinden kitlelerin vicdanını etkilemeliyiz. Dünyadaki bir avuç zengin ve merhametsiz azınlığın elinde ezilen çoğunluk, bizden yardım bekliyor.

Görsel hafızamız bizi yönetiyor. Hep simgelerle düşünüyoruz. Acı verici olaylar ve mutluluklar genellikle simge fotoğrafla beliriveriyor. Bıraktığı etki de kalıcı oluyor.

Dünya, var olduğundan beri türlü savaşlara ve acılara sahne oldu. Yıkımlar, katliamlar yaşandı. Bazıları unutuldu, bazıları hafızamıza kazındı. Savaşların şekli ve kuralları değişti değişeli masumların canı çok yandı. Artık savaşlar meydanlarda ve kuşatmalarla olmuyor. Savaşlar topyekûn halkı yok etmeye ve oraların kaynaklarına, topraklarına el koymaya yönelik sürdürülüyor. Hırslar ve masa başında oluşturulan haritalar belirliyor insanların kaderini.

Kurtuluş Savaşı’nda, köylerde ve kasabalarda yaşayan insanımızın nasıl bebeklerle, kadınlarla, yaşlılarla kılıçtan geçirildiğini unutmadık; anlatılan hikâyeler, eldeki kayıtlar hafızamızda yer etti. Gelecek neslin de unutmamasını diliyoruz. Biz, ülke olarak kendimizi toparladıktan sonra hep mazlumun ve mağdurun yanında olmaya özen gösterdik. Bunun sonunda bazı ekonomik ve birçok farklı alanda bedeller ödedik. Hâlâ ödüyoruz.


Kimyasal saldırıların, bombalı eylemlerin görüntüsü de hafızamızdan hiç silinmedi. Ülkemiz terörle mücadele ederken, kayıplar verirken mültecilere kucak açtı. Aylan bebek uzun süre dünya gündeminde kaldı. Merhametli Türk askerinin kucağındaki resmi gözümüzün önüne geliyor. Onun gibi umuda çıkan yolculuklar azalmadı, hep arttı. Fakat sanki tüm dünya o sarsıcı görüntüleri unuttu ya da göz ardı etti. Ana vatanından sürülen halkın ilk sığınağı hep biz olduk. Sınırlardan itmeye, bile bile ölüme göndermeye devam ettiler. Biz bu yazıları kaleme alırken, dergimizi okurken, her dakika botlarla yeni yolculuklar başlıyor, bitiyor, sonra yeniden başlıyor ve yeniden bitiyor...

Artık umuda yolculuklar insanların doğduğu topraklara yapılsın, hoş kokulu verimli topraklarında son bulsun yolculuklar. Parçalanan aileler birleşsin. Bu tür simgeler çoğaltılabilir.

İnternet ortamında ne ararsak önümüze geliyor. Demir parmaklıklar arkasında hapsolmuş Uygur Türklerini unutmadık. O fotoğraflar içimizi acıtmaya devam ediyor. O kadar köklü bir millet, medeniyete katkı sunmuş olan bir halk, esaret altında yaşamaya çalışıyor. Onların asırlar önce yüksek bir medeniyet inşâ ettiklerini biliyoruz. Günümüze gelebilen eserler, onların mirasını devraldığımızı gösteriyor. Daha ortaya çıkarılmayan, üstü örtülen, yakılan, yok edilen ne kadar eser var kim bilir!

Yerlerinden edilen Arakan Müslümanlarını da unutmadık. Gemilere doldurulup bir adaya bırakılan insanların açık hava hapishanesinde ölümü bekleyişlerini hafızamızda canlandırabiliyoruz.

Ambulansa oturan, bombalanan bir enkazdan çıkarılan, yüzü gözü kan içinde, şaşkın ve olgun bakışlarla bizlere mesaj veren Suriyeli bebeği unutmadık. Sokakta mikrofon uzatılan, ağlarken gülmeye çalışan, kaybolmuş, konuşamayan güzel gözlü kız çocuğunu unutmadık. Ama ne yapabildik? Onların dramı nasıl son bulacak?

Gazze âdeta açık hava hapishanesi ve abluka altında inliyor. Sistematik bir şekilde saldırıya uğruyorlar. En ağır saldırılar biterken, ateşkes sağlanıyor. Peki, ateşi kesseler de yaşamları geri verecekler mi? Ateşin azgınca kol gezdiği topraklara kim su taşıyacak, o topraklarda güller açacak mı, sokaklarda şen çocuk kahkahaları duyulacak mı? Şimdi yaraları kim onaracak, kim enkazın yerine onları tekrar güvenle yerleştirecek? Ateşi kesmekle beraber yaşama umudumuzu, barışa inancımızı ve mutluluğumuzu da kesip attılar.

Ateşin dumanı tüterken, tekrar plânlar devreye giriyor. İnsanların beyinleri ve görsel hafızaları artık alışıyor. Yeni mağdur oluşuyor, eski simgeler unutuluyor, yenileri geliyor, hepsi ayrı birer hikâye… Beyin görsellere alışıyor. Çözümsüzlük kabul ediliyor. Çünkü devlet eliyle finanse edilen her eylem kabul ediliyor, her türlü terör ve katliam meşru görülüyor.

Son aylarda yaşanan olaylar izleyenlerin vicdanın kanattı. Hangi kanalı açsak, canlı yayında bomba yağdı üzerlerine. Biz çayımızı yudumlarken bazı nefesler son buldu. Yüreğimiz dayanmadı, kapattık. “Bu iş çözümsüz, bu dram bitmez” dedik. Zaten böyle düşünmemizi istiyorlar. Adım adım çözümsüzlükle bu sorunu kendilerince çözmeye çalışıyorlar.

Yine son zamanlarda basında yer alanların hepsi önemli fotoğraflar. O temiz yüzlü, pembe ceketli çocuk, annesinin sarıldığı, babasının kucağında sallanan bebek, çocuklarını teselli edip oyuna yönlendirdikten günler sonra ölen baba, mikrofona ağlayan kız çocuğu… Babasının cenazesinde feryat figan bağıran çocuk… Hele o koca gözlü, kıvırcık saçlı kız var ya? Çevremizde nerede güzel çocuk görsek içimiz acıyor artık. Güzellik, sevinç, mutluluk, özgürlük, sağlık, huzur; bunlar seçkin insanların elde edebileceği duygular oldu.

Ama dünyayı adalet ve merhamet kurtaracak. Bu duyguları en yoğun yaşayanlarsa “ama”sız, “fakat”sız zalimlerin karşısına duranlardır. Hırslarından arınmış olarak, hangi inanca mensup olursa olsun, bu dik duruşu gösterenler, diğer zayıflara da örneklik teşkil ederler. Bu domino etkisi gösterir ve tepkiler çığ gibi büyür.

İyilik de, kötülük de bulaşıcıdır. Yüzyıllar boyunca bu böyle olmuştur. Toplumlar bazen kendileriyle aynı düşünceye sahip, onları cesaretle savunacak bir cesur yürek beklerler. Bilinmez ki o cevher kendinde vardır. Fark ederse çevreye de bulaştıracaktır. İyilik herkes tarafından arzulanan bir kavramdır. Hayatta en gaddar, kötülük bakımından iz bırakmış insanlar bile eylemlerinin amacını iyiliğe bağlamış, yaptıklarına bir neden bulmuş, nihayetinde de kendilerini alkışlayan, eylemlerinden çıkar elde eden kesimler tarafından cesaretlendirilmişlerdir. Yaptıklarına kılıf bulmakta usta olanlar, göz boyamakta da ustadırlar. Hatta öyle ileri giderler ki, Yüce Yaratıcımızı şahit tutarlar. Yeryüzünün üstün ırkı, seçilmiş insanları, mutluluğu en çok hak eden toplulukları oldukları varsayımını dillendirirler. Ama yeryüzünde fesat çıkaranların hiçbir dinde yerinin olmadığını düşünmezler.

Onları destekleyen kendi halklarını, onaylamasak da bir dereceye kadar anlamak mümkündür. İnanç sistemleri ve değerleri münasebetiyle kendilerinden bekleneni yapıyorlar. Peki, o zalimleri ayakta alkışlayan, her yaptığı eyleme meşruiyet kazandıran farklı milletten insanlara ne demeli? Sadece gelişmiş ülke vatandaşları ve siyasetçileri değil, az gelişmiş veya gelişmekte olanlar da zalimleri alkışlıyorlar. Bunu anlamak çok zor! Bizim ülkemizde de bu durum geçerli.

Bir araya geldiğimiz arkadaş grubumuzda bile bu konularda farklı görüşler dillendiriliyor. Her ne olursa olsun, mutluluğun yolu erdemli olmaktan geçiyor. Erdemli olmanın yolu da haklıyı savunmak, ezilmişin yanında olmaktır. Elimizle, gücümüzle, kuvvetimizle engel olamıyorsak, dilimizle; onunla engel olamıyorsak, kalemlerimizle; o da mümkün olmuyorsa kalbimizle reddederek engel olmaya çalışmalıyız.

Ne olursa olsun, her zaman zulme direnmeliyiz!