İYİLİK nedir, kötülük
nedir? Buna mukabil, mutluluk nedir? Hangi durumlarda mutlu oluruz? İyilik ve
kötülükte insan iradesi ve seçimlerinin etkisi nedir?
Bu
gibi sorular insanlığı hep meşgul etmiştir. Bu soruları takip ederek önemli
anahtar kavramlar ve düşünürlere gideriz. Ama o değerli düşünürleri okuyup
anlasak da, anlamasak da kendi aklımız ve vicdanımızla varacağımız yer
bellidir. Ne olursa olsun, hangi inanışta olursak olalım, mutluluğun anahtarı iyilik,
dürüstlük ve adalettir. Haklının yanında olabiliyorsak, bir ihtiyacı gideriyor,
sıkıntıyı sonlandırıyorsak, bizim de gönlümüze bir ferahlık geliyor.
Mutluluk
sadece “ben”in mutlu olmasıyla ilgili değildir; “sen, siz, biz” diyebiliyorsak,
çevremize ördüğümüz mutluluk ağı büyüdükçe büyür. Artık küçülmüş küresel
dünyamızda canlı yayınlar ya da anlık ulaştığımız haber kaynaklarıyla olaylara
vâkıf oluyoruz. Mutluluk, çekirdek ailemizin dışına çıktı. Eski zamanlarda, bağında
bahçesinde, komşusuyla iyi geçinen, kendi kendine yeten insanların mutluluğunu
yakalayamıyoruz. Çoğaldıkça, geliştikçe, geçmişte yaşananları öğrendikçe hayatı
sorgulamaya başlıyoruz. İnsanlığın nerede hata yaptığını bulup ders almaya
çalışıyoruz.
Gözlerimizi
gerçeklere kapatamayız, kendimize güvenli bir dünya yaratmaya çalışıp, deyim
yerindeyse koza örüp dışarıda yaşananları yok sayamayız. Zira bu dünyada
güvenli bir alan yok; her an tetikte olmayı çoktan öğrenmiş olmalıyız. Artık
dünyada ne olup bitiyorsa, ister istemez gördüğümüz için olup bitenden biz de sorumluyuz.
“Of! İçim dayanmıyor, seyretmeye gönlüm elvermiyor” diye hemen haber kanalını
kapatmamak, gezindiğimiz siteden çıkmamak gerek. Gören gözlerimiz, duyan
kulağımızla hesap vereceğiz. Öyle ki, bazı simgelere odaklanıp onlar üzerinden
kitlelerin vicdanını etkilemeliyiz. Dünyadaki bir avuç zengin ve merhametsiz
azınlığın elinde ezilen çoğunluk, bizden yardım bekliyor.
Görsel
hafızamız bizi yönetiyor. Hep simgelerle düşünüyoruz. Acı verici olaylar ve
mutluluklar genellikle simge fotoğrafla beliriveriyor. Bıraktığı etki de kalıcı
oluyor.
Dünya,
var olduğundan beri türlü savaşlara ve acılara sahne oldu. Yıkımlar, katliamlar
yaşandı. Bazıları unutuldu, bazıları hafızamıza kazındı. Savaşların şekli ve
kuralları değişti değişeli masumların canı çok yandı. Artık savaşlar
meydanlarda ve kuşatmalarla olmuyor. Savaşlar topyekûn halkı yok etmeye ve oraların
kaynaklarına, topraklarına el koymaya yönelik sürdürülüyor. Hırslar ve masa
başında oluşturulan haritalar belirliyor insanların kaderini.
Kurtuluş Savaşı’nda, köylerde ve kasabalarda yaşayan insanımızın nasıl bebeklerle, kadınlarla, yaşlılarla kılıçtan geçirildiğini unutmadık; anlatılan hikâyeler, eldeki kayıtlar hafızamızda yer etti. Gelecek neslin de unutmamasını diliyoruz. Biz, ülke olarak kendimizi toparladıktan sonra hep mazlumun ve mağdurun yanında olmaya özen gösterdik. Bunun sonunda bazı ekonomik ve birçok farklı alanda bedeller ödedik. Hâlâ ödüyoruz.
Kimyasal
saldırıların, bombalı eylemlerin görüntüsü de hafızamızdan hiç silinmedi.
Ülkemiz terörle mücadele ederken, kayıplar verirken mültecilere kucak açtı.
Aylan bebek uzun süre dünya gündeminde kaldı. Merhametli Türk askerinin
kucağındaki resmi gözümüzün önüne geliyor. Onun gibi umuda çıkan yolculuklar azalmadı,
hep arttı. Fakat sanki tüm dünya o sarsıcı görüntüleri unuttu ya da göz ardı
etti. Ana vatanından sürülen halkın ilk sığınağı hep biz olduk. Sınırlardan
itmeye, bile bile ölüme göndermeye devam ettiler. Biz bu yazıları kaleme
alırken, dergimizi okurken, her dakika botlarla yeni yolculuklar başlıyor, bitiyor,
sonra yeniden başlıyor ve yeniden bitiyor...
Artık
umuda yolculuklar insanların doğduğu topraklara yapılsın, hoş kokulu verimli
topraklarında son bulsun yolculuklar. Parçalanan aileler birleşsin. Bu tür simgeler
çoğaltılabilir.
İnternet
ortamında ne ararsak önümüze geliyor. Demir parmaklıklar arkasında hapsolmuş
Uygur Türklerini unutmadık. O fotoğraflar içimizi acıtmaya devam ediyor. O
kadar köklü bir millet, medeniyete katkı sunmuş olan bir halk, esaret altında
yaşamaya çalışıyor. Onların asırlar önce yüksek bir medeniyet inşâ ettiklerini
biliyoruz. Günümüze gelebilen eserler, onların mirasını devraldığımızı
gösteriyor. Daha ortaya çıkarılmayan, üstü örtülen, yakılan, yok edilen ne
kadar eser var kim bilir!
Yerlerinden
edilen Arakan Müslümanlarını da unutmadık. Gemilere doldurulup bir adaya
bırakılan insanların açık hava hapishanesinde ölümü bekleyişlerini hafızamızda canlandırabiliyoruz.
Ambulansa
oturan, bombalanan bir enkazdan çıkarılan, yüzü gözü kan içinde, şaşkın ve
olgun bakışlarla bizlere mesaj veren Suriyeli bebeği unutmadık. Sokakta
mikrofon uzatılan, ağlarken gülmeye çalışan, kaybolmuş, konuşamayan güzel gözlü
kız çocuğunu unutmadık. Ama ne yapabildik? Onların dramı nasıl son bulacak?
Gazze
âdeta açık hava hapishanesi ve abluka altında inliyor. Sistematik bir şekilde
saldırıya uğruyorlar. En ağır saldırılar biterken, ateşkes sağlanıyor. Peki,
ateşi kesseler de yaşamları geri verecekler mi? Ateşin azgınca kol gezdiği
topraklara kim su taşıyacak, o topraklarda güller açacak mı, sokaklarda şen
çocuk kahkahaları duyulacak mı? Şimdi yaraları kim onaracak, kim enkazın yerine
onları tekrar güvenle yerleştirecek? Ateşi kesmekle beraber yaşama umudumuzu,
barışa inancımızı ve mutluluğumuzu da kesip attılar.
Ateşin
dumanı tüterken, tekrar plânlar devreye giriyor. İnsanların beyinleri ve görsel
hafızaları artık alışıyor. Yeni mağdur oluşuyor, eski simgeler unutuluyor, yenileri
geliyor, hepsi ayrı birer hikâye… Beyin görsellere alışıyor. Çözümsüzlük kabul
ediliyor. Çünkü devlet eliyle finanse edilen her eylem kabul ediliyor, her
türlü terör ve katliam meşru görülüyor.
Son
aylarda yaşanan olaylar izleyenlerin vicdanın kanattı. Hangi kanalı açsak,
canlı yayında bomba yağdı üzerlerine. Biz çayımızı yudumlarken bazı nefesler
son buldu. Yüreğimiz dayanmadı, kapattık. “Bu iş çözümsüz, bu dram bitmez”
dedik. Zaten böyle düşünmemizi istiyorlar. Adım adım çözümsüzlükle bu sorunu
kendilerince çözmeye çalışıyorlar.
Yine
son zamanlarda basında yer alanların hepsi önemli fotoğraflar. O temiz yüzlü,
pembe ceketli çocuk, annesinin sarıldığı, babasının kucağında sallanan bebek, çocuklarını
teselli edip oyuna yönlendirdikten günler sonra ölen baba, mikrofona ağlayan
kız çocuğu… Babasının cenazesinde feryat figan bağıran çocuk… Hele o koca gözlü,
kıvırcık saçlı kız var ya? Çevremizde nerede güzel çocuk görsek içimiz acıyor
artık. Güzellik, sevinç, mutluluk, özgürlük, sağlık, huzur; bunlar seçkin
insanların elde edebileceği duygular oldu.
Ama
dünyayı adalet ve merhamet kurtaracak. Bu duyguları en yoğun yaşayanlarsa “ama”sız,
“fakat”sız zalimlerin karşısına duranlardır. Hırslarından arınmış olarak, hangi
inanca mensup olursa olsun, bu dik duruşu gösterenler, diğer zayıflara da örneklik
teşkil ederler. Bu domino etkisi gösterir ve tepkiler çığ gibi büyür.
İyilik
de, kötülük de bulaşıcıdır. Yüzyıllar boyunca bu böyle olmuştur. Toplumlar
bazen kendileriyle aynı düşünceye sahip, onları cesaretle savunacak bir cesur
yürek beklerler. Bilinmez ki o cevher kendinde vardır. Fark ederse çevreye de
bulaştıracaktır. İyilik herkes tarafından arzulanan bir kavramdır. Hayatta en
gaddar, kötülük bakımından iz bırakmış insanlar bile eylemlerinin amacını
iyiliğe bağlamış, yaptıklarına bir neden bulmuş, nihayetinde de kendilerini
alkışlayan, eylemlerinden çıkar elde eden kesimler tarafından cesaretlendirilmişlerdir.
Yaptıklarına kılıf bulmakta usta olanlar, göz boyamakta da ustadırlar. Hatta
öyle ileri giderler ki, Yüce Yaratıcımızı şahit tutarlar. Yeryüzünün üstün
ırkı, seçilmiş insanları, mutluluğu en çok hak eden toplulukları oldukları varsayımını
dillendirirler. Ama yeryüzünde fesat çıkaranların hiçbir dinde yerinin
olmadığını düşünmezler.
Onları
destekleyen kendi halklarını, onaylamasak da bir dereceye kadar anlamak
mümkündür. İnanç sistemleri ve değerleri münasebetiyle kendilerinden bekleneni
yapıyorlar. Peki, o zalimleri ayakta alkışlayan, her yaptığı eyleme meşruiyet
kazandıran farklı milletten insanlara ne demeli? Sadece gelişmiş ülke
vatandaşları ve siyasetçileri değil, az gelişmiş veya gelişmekte olanlar da
zalimleri alkışlıyorlar. Bunu anlamak çok zor! Bizim ülkemizde de bu durum
geçerli.
Bir
araya geldiğimiz arkadaş grubumuzda bile bu konularda farklı görüşler
dillendiriliyor. Her ne olursa olsun, mutluluğun yolu erdemli olmaktan geçiyor.
Erdemli olmanın yolu da haklıyı savunmak, ezilmişin yanında olmaktır. Elimizle,
gücümüzle, kuvvetimizle engel olamıyorsak, dilimizle; onunla engel olamıyorsak,
kalemlerimizle; o da mümkün olmuyorsa kalbimizle reddederek engel olmaya çalışmalıyız.
Ne olursa olsun, her zaman zulme direnmeliyiz!