
EĞİTİM, insanlığın en
kadim eylemlerinden biridir. Bundan dolayı her toplum kendi değerlerini üretme,
yeni nesillere aktarma, ideolojik tavır geliştirme gibi eylemler için eğitimden
beklenti içine girer.
Bugün
herkesin bir şekilde parçası olduğu ve hayatının belli bir dönemini harcamak
zorunda kaldığı mecburî kamu eğitiminin geçmişi çok eski değildir. Kimi eğitim
bilimcilerine göre bu, Haçlı Seferlerine kadar giden Avrupa hümanizma hareketi
ve ardından gelen Rönesans ile Reform birikiminin teknolojiyle transferi gibi etkenler
sayesinde gerçekleşen Sanayi Devrimi’nin meydana getirdiği yepyeni bir hayat ve
zihniyet dünyasının sonucudur.
Böylece
geleneksel zihniyet ve yaşantıdan, klasik Orta Çağ kral ve imparatorluklarından
farklı bir devlet yapısı, toplumsal hayat, ekonomik, sosyal ve kültürel tarz
oluşturuldu, buna da “modern” denildi. Bu tarz bir tabloda devlet ve fert
ilişkileri ve birbirlerine karşı olan rol, sorumluluk ve beklentiler yeniden
tanımlandı. Modernizm meşruiyetini tesis için kendine özgü kurumlar ihdas etti
ve en başında ise “modern eğitim sistemi” oluştu.
Temel
amaçları, bilginin kaynağı, öznesi, üretim tarzı, meşruiyeti ve aktarımı gibi
konularda Orta Çağ felsefesinden kökten ayrılan bu sistem, modern devlet,
ekonomi ve toplum hayatının en kuvvetli zamkı oldu. Bundan sonra devletler
eğitime, o güne kadar görülmemiş ölçüde önem atfetti ve bütçe ayırdı.
Eğitimin
bütün insanlar için bir zorunluluk olarak ortaya çıkmasının iki önemli boyutu
vardır: Bunlardan birincisi modern devlet (ulus-devlet) formülasyonu, diğeri de
modern ekonomi, diğer adıyla kapitalizmdir. Bu iki yeni oluşum, varlık ve
sürekliliğini devam ettirebilmek için eğitime mutlak olarak ihtiyaç duyar. Zira
modern devletin işlerlik ve süreklilik kazanabilmesi için bütün bireylerin
belli ölçüde bilgili olması, vergi ve oy verebilecek kadar devlet ve toplum
işlerinden haberdar olması, sorumluluklarını öğrenmesi, askerlik hizmetini
görecek kadar bilinç düzeyine sahip olması (ve benzeri) gerekir.
Eğitimde
uzak hedefler politik felsefeyi yansıtır; eğitim hizmetlerinin yönünü ve
varmayı plânladığı amaçları işaret eder. Genel hedefler bir bakıma uzak
hedeflerin yorumu veya dökümüdür. Özel hedefler ise öğrenciye kazandırılması
uygun görülen nitelikler, davranışlar ve değerlerdir. Eğitimde uzak ve genel
hedeflerin politik felsefe çerçevesinde şekillenmesi, bir anlamda ideolojik
olması olağan bir durumdur ve her ülke, yeni nesillerini benimsemiş olduğu
dünya görüşü, ideolojisi ve kendi değer sistemi doğrultusunda yetiştirebilmek
için uzak ve genel hedefler belirleyerek bu doğrultuda özel hedeflerini
şekillendirmektedir.
Dikkat
edilmesi gereken husus, insan hakları, demokrasi ve evrensel hukuk temelinde
mevcut dünya görüşü ile değerlerin anlamlı olarak sentezlenmesi ve insanlara
sunulmasıdır. Fakat her türlü hedef kapsamını ideolojiyle çevreleyen,
kanunlarında yetiştirmek istediği insan tipini ayrıntılı olarak tarif etmek
özel bir sıkıntıdır.
Eğitim
fakültelerinde eğitimin tanımı yapılacağı zaman ilk akla gelen, eğitim
bilimcisi ve felsefecisi Selahattin Ertürk’ün geliştirdiği tanımdır: “Eğitim,
bireyin davranışında kendi yaşantısı yoluyla ve kasıtlı olarak istendik değişme
meydana getirme sürecidir.”
Çoğunlukla yanlış anlaşıldığı gibi buradaki “istendik” kelimesi, bireyin istediği değişiklikten çok, eğitimi plânlama konumunda olanların bireylerde gerçekleştirmek istedikleri değişimi ifade etmektedir. Bir anlamda yetiştirilmek istenen insan tipinin plânlanması, iyi bir eğitim mühendisliğidir. Eğitimde hedeflerin kimler tarafından belirleneceği ve hangi temel değerler üzerinde yükseleceği, o ülkedeki politik felsefeyi belirleme ve yürütme durumunda olan otoritelere bağlıdır. “Bu durumda okullar devletin vatandaş yetiştirme fabrikaları, eğitimciler ve öğretmenler de bu fabrikaları işletmek için parayla tutulmuş ustalardır” diyor S. Ertürk.
Okulun sadece bilgi aktarma rolüne yoğunlaşması, standartlaştırılmış programlara dayalı öğretim ve tek tip insan tipi yetiştirmesi ve sınav başarısına odaklanması, ciddî bir eleştiri konusudur.
Çok
değişkenli sosyal bir gerçeklik
Eğitimde
uzmanlık bakış açısıyla ideolojik bakış açısının çatıştığı bilinir. Bu, bizim
ülkemizde sıklıkla yaşanan bir durumdur. O kadar ki, aynı iktidarın yönetiminde
dahi her bakan değişimi birçok değişime kapı aralar. Bu ise iktidarların eğitim
uzmanlarınca hazırlanmış ciddî bir eğitim politikalarının olmadığı ve dönemsel
eğitim politikaları sürdürdüğü anlamına gelmektedir. Bundan dolayı da halk,
hiçbir zaman adı “millî” olan bu eğitime tam anlamıyla ısınamamıştır.
Eğitim
uzmanları zamanın yöneticilerini ikna edebildikleri ölçüde eğitimde etkin
olurken, yöneticiler ise uzman görüşlerinden yararlanabildikleri oranda
isabetli olmuşlardır.
Eğitimde
politika belirleyicilerin ve karar sürecinde etkili makamların toplumla ilgili
cevaplamak durumunda oldukları sorular vardır. Bunlardan bazıları şunlardır:
Toplumun ihtiyaçları nelerdir? İnsanlara nasıl bir eğitim sunulmalıdır?
Eğitimde hangi değerler ön plâna çıkmalıdır? Var olan kültürel birikim korunup
geliştirilmeli midir, yoksa değişme zamanı gelmiş midir? Değişime karşı halkın
direnme gücü nedir? İnsanlar için neyin iyi, güzel ve faydalı olduğuna
kendileri mi karar vermeli, yoksa onların yerine bu kararları yöneticiler mi
almalıdır?
Bu
ve benzeri sorulara verilecek cevaplar oldukça karmaşık ve çok fonksiyonlu
durumların birlikte değerlendirilmesini gerektirir. Bu, aynı zamanda politik ve
toplumsal boyutları olan, sosyolojik bir bakış açısıyla çok değişkenli sosyal
bir gerçekliktir.
Kanunların
ruhunu oluşturan ve ona şekil veren temel güç ile coğrafya, iklim, din,
özgürlük, üretim ve yönetim biçimi, ticarî faaliyetin türü, örf ve âdetler
arasında uyumdan söz edilir. Ülkemizdeki tarihsel sürece bakıldığında, bu
sorular açısından oldukça karmaşık bir durumun var olduğu görülebilir. Adeta,
Tanzimat döneminden itibaren toplum için neyin iyi ve neyin güzel olduğuna
yönetim gücüne sahip olanlar karar vermiş, eğitim sistemi çoğunlukla farklı kültürlere
ait reçetelerle şekillendirilmiş ve bu doğrultularda eğitim verilerek üstün bir
sınıf oluşturulmaya çalışılmıştır.
Ülkemizde yenileşme ve Batılılaşma hareketinin başladığı 19’uncu yüzyıldan itibaren ülke şartlarına uyan bir eğitim sistemi tam anlamıyla geliştirilememiştir. Sıkıntılı sıkıntısız süreçlerin tamamında eğitim örgütlerinin yöneticileri yerine eğitime ilişkin sadece sözü geçen mülkî ve idarî amirler yetkili olmuş, her zamanki gibi bürokrasinin elindeki güç ve yetki farklı boyutlarda bir şekilde devam etmiştir. Bu bürokrasinin, eğitimci kişiliklerden ziyade daha çok ideolojik tutuculukları ve genetik korkularıyla öne çıktıkları tartışılmasız bir gerçektir. Bundan dolayı her konuda olduğu gibi eğitim konusunda da “merkezî otorite” olarak tanımlanan bürokratlar söz sahibi olmayı sürdürmüşlerdir. Halkın beklentileri ve değerleri, örnek alınan farklı ülke eğitim sistemlerinden dolayı yeterince karşılanamamıştır.
“Zorunlu
ve kesintisiz eğitim” ne kadar pedagojik?
Ülkemizde
yakın geçmişte gerçekleştirilen ve asla pedagojik olmayan kesintisiz eğitimin ilköğretimden
itibaren sekiz yıla çıkarılması sürecinin tam olarak sivil bir yönetim
tarafından gerçekleştirilmediği bilinmektedir. Zaten meselenin daha sonra en
çok tartışılan, insanları zor durumda bırakan yönü de budur. 54’üncü Hükûmet’in
bazı uygulamalarından rahatsız olan çevreler, el ele vererek hükûmeti yıkmak ve
yerine kendi siyâsî ve ekonomik çıkarlarını güvence altına alacak bir sistem
kurmak için harekete geçmiş ve tarihe de “28 Şubat post-modern darbesi” notu
düşülmüştür. Bu süreçte “sekiz yıllık kesintisiz eğitimin” kanunlaşmasında,
eğitim konusunda en son söz alacak kişilerse “aktör” olmuşlardı.
28
Şubat sürecinde, hiçbir bilimsel altyapı ve pedagojik formasyon gözetilmeden,
siyâsî ve ideolojik beklentilerle eğitim, yatay ve dikey olarak dilim dilim
edilmiştir. O dönemde sekiz yıllık kesintisiz eğitim projesinin
üniversitelerdeki eğitim bilimciler ve Millî Eğitim Bakanlığı’ndaki ilgili
uzmanlar tarafından tartışılması ve konu hakkında kararların alınması
beklenirken, bu tartışmanın bütünüyle siyâsî kulislerde tartışılması ve alınan
kararların uygulanması noktasında sert önlemlerin getirilmesi, yapılmak
istenenlerin çok farklı niyetler içerdiğini açıkça ortaya koymuştu.
Sonrasındaki
birkaç yılın siyaset, sosyalite, kültür ve eğitim verilerine bakıldığında ise eğitimin
siyâsî hesaplaşmaya kurban gittiği ve topluma birçok yönden çok büyük zararlar
verdiği görüldü.
Sekiz
yıllık kesintisiz eğitim, askerî telkin ve bazı çevrelerin etkisiyle 28 Şubat
süreci sonrasında keskin biçimde uygulamaya konularak eğitim sisteminde yeni bir
uygulamaya geçildi. Eğitimin bu türden “zorunlu” ve “kesintisiz” bir şekilde
yeniden düzenlenmesi pek çok tartışmayı da beraberinde getirdi. Örneğin beş
yaşındaki çocuğun bale, tiyatro, resim, satranç, yüzme gibi kurslara rahatlıkla
gönderilmesi serbestken, din, ahlâk ve maneviyat eğitimi aldırmak için
çocukların farklı eğitim mekânlarına gönderilmesi yasaklandı. Bu uygulama, hedefin
belirlenmiş bir nokta olduğunun açık deliliydi. Bu zorunluluğu, ayrımcılığı ve
tek-tipçiliği benimsemeyenler alternatif çözümler üretti. Bu süreçte,
imam-hatip okullarını sınırlamak ve kıskaca almak uğruna, diğer bütün meslek
okullarına getirilen kısıtlamalar ve negatif ayrımcılıklar binlerce gencin
geleceğini kararttı.
“Eğitim,
insanî bir eylem olarak ezelî ve ebedîdir”. Bu hüküm, insanlık tarihi için
olduğu gibi, bireylerin hayatı için de böyledir ve doğumdan ölüme kadar da devam
eder. Ancak sürekliliği formel ve geometrik kalıplara dökmek, bireyleri mengeneye
kıstırmaktan farklı değildir. Böylesi bir uygulama, bireysel farklılıklara,
kişi hak ve özgürlüklerine, uluslararası rekabet ve küresel değerlere her gün
vurgu yapıldığı ve yüceltildiği bir ortamda hiç rasyonel olmamıştır. Devletin
ve yetkililerin eğitimin sürekliliği konusunda yapacakları görev, bireylere ve
topluma bu sürekliliğin gereklerini anlatmak ve onu vazgeçilmez bir ihtiyaç hâline
getirmek için cazip yönlerini göstermektir. Böylece vatandaş gerçek anlamda “seçen”
konumuna getirilmiş olacaktır. Aksi durumlar, bireyler adına önceden kararların
verilmesi ve bu kararlardan dönülmemesi için kalın duvarların inşâ edilmesi
anlamına gelir ki bu apaçık bir hak ihlâlidir.
Sonrasında
ise insanların diledikleri eğitimi diledikleri biçimde alabilmelerine zemin
hazırlamak gerekir. Zaten bu aşamadan sonra insanlar hayatlarını belli bir
dönemde bir kaç yıl sürekli bir eğitim içinde değil, çok daha büyük bir eğitim
hayatı içinde geçireceklerdir.
Mevcut
hâliyle formel ve sınırları kat’i kaidelerle çizilmiş kesintisiz eğitim sistemi,
eğitimi dilim dilim ederek “kesintisiz hayatlar” ve “yaralı vicdanlar”
üretmekten başka bir işe yaramamıştır.
Tek
tip insan mı, alternatif okullar mı?
Okulun
rolü, öğrenmedeki yeri, örgütsel sosyal sorumluluğu, eğitimin süresi,
yetiştirmeyi hedeflediği insan tipi, eğitim süresinin kesintili veya kesintisiz
olması, mevcut yapısal dönüşümler çerçevesinde değerlendirilmelidir.
Teknolojinin, iletişim araçlarının, ulaşım imkânlarının hızlı değiştiği zaman
diliminde okullarla ilgi tartışmaların temelinde okulun temel programlarının
sadece devlet tarafından mı şekillendirileceği yani “Okul kamusal alanda mı
kalacak, yoksa bu konuda üstünlük sivil toplumun mu olacak?” çekişmesi yer
almaktadır.
Okulun
sadece bilgi aktarma rolüne yoğunlaşması, standartlaştırılmış programlara
dayalı öğretim ve tek tip insan tipi yetiştirmesi ve sınav başarısına
odaklanması, ciddî bir eleştiri konusudur. Tek tip insan yetiştirmek yerine
alternatif okul modelleri daha çok tartışılmalıdır.
Ülkemizde
eğitimin süresinin daha uzun olmasının istenmesi ve bu sürenin kesintili mi, yoksa
kesintisiz mi olacağı şeklindeki tartışmaların örtük nedenleri arasında, okulun
kamusal kimliğini koruması veya toplumcu bir kimliğe sahip olup olmama durumu
yer almaktadır. Bu bağlamda dünyadaki hızlı ekonomik ve teknolojik değişmeler
karşısında okulların tamamen kamusal örgütler şeklinde düşünülemeyeceği
muhakkaktır.
Nihayetinde
okul da sosyal bir örgüttür. Çevresel girdi ve beklentileri dikkate alması
gerektiği gibi, ürünlerini de çevresel beklentiler doğrultusunda değerlendirebilmelidir.
Bundan dolayı alternatif okullar tüm dünyada olduğu gibi bizde de son yıllarda
daha fazla gündem olmaktadır. Montessöri okulları, evlilik okulları, iş
okulları, meslek edindirmeye yönelik okullar, ana-baba gibi okullar yetişkin
tabanlı toplumsal talepleri yansıtmakta ve bu durum okul çeşitliliğinin
artmasını zorunlu hâle getirmektedir.
Uzaktan
eğitimin lisans ve lisansüstü seviyesinde yaygınlaşmaya başlaması, eğitimde
zorunlu devam tartışmalarını ve klasik sınıf ortamı algısını değiştirmektedir.
Yeni üretim ilişkileri ve yeni teknolojiye bağlı olarak çalışma biçimleri oluşmaya
başlamıştır. Evde eğitim, uzaktan eğitim, e-ofis tipi mekânlar giderek
yaygınlaşmaktadır.
Yakın
gelecekte insanlar daha az aynı mekânı paylaşacak, aynı iş ve okul ortamında
bulunmak yerine iletişim araçlarıyla uzaktan katılımlarını
gerçekleştirebilmelerine yasal dayanak tanıyacak imkânlar bulacaktır. Bu durum
eş zamanlılık ve eş mekânlılığın yerini çok mekânlılık ve esnek zaman dilimine
bırakacaktır. Bu bağlamda mevcut değişimlerin nasıl bir ilişkiler ağını ortaya
çıkaracağı tahmin edildiğinde, mevcut eğitim politikalarının yeniden
değerlendirilmesi zorunlu olacaktır.
Özellikle
ülkemizde zorunlu eğitimin kesintisiz 12 yıla çıkarılmasının plânlanmasında iş
dünyasının ve farklı kuruluşların beklentilerinin, öğrencilerin ilgi ve yeteneklerinin
yani bilginin toplum yararına evirilmesi konusu değerlendirilerek yeniden kesintili
olması ekseninde düşünülmesi, her şekilde sosyal bir fayda oluşturacaktır.
Teknolojik, ekonomik ve sosyal değişmelere bağlı olarak, zorunlu eğitimin
süresinin artırılması yani 12 yıla çıkarılması tartışma konusu bile yapılmaksızın,
gençlerin ilgi ve yeteneklerine göre yönlendirilebilecekleri savunulmuştur.
Alternatif olarak da proje okulları, iş okulları, aile okulları, anne-baba
okulları, evlilik okulları, iş başında eğitim gibi tezler önerilmiştir.
Ancak
her ne kadar temelinde plânlanmış gibi olsa da geçen zaman diliminde sonucun
beklenenden her boyutta düşük olduğu görülmüştür. Hâlbuki bu öneri büyük bir
iddiayı içermekteydi: Türkiye’nin demokratikleşme sürecinde ve daha güçlü bir
ekonomik yapıya kavuşabilmesi açısından donanımlı insan gücü kaynaklarından
daha fazla verim alınabilmesini kolaylaştıracaktı. Ama Temmuz 2022 YKS’de 96
bin 542 kişinin sıfır çektiği haberi, bir gerçeğin feryadından başka bir şey
değildir.
Bugün
hâlâ 28 Şubat sürecinden kalan ve kısmen ilk uygulandığı şekliyle sürdürülen,
birbirinden kopuk bir süreç devam ettirilmektedir. İlk ve ortaokul programlarını
“olduğu gibi devam ettirmek”, aynı binaları paylaşsalar bile ilkokul
öğretmenleri ile ortaokul öğretmenleri arasında bir eşgüdüm ve bir işbirliği
sağlanamadan uygulamayı bu hâliyle sürdürmek hem psikolojik, hem sosyolojik,
hem de pedagojik değildir.
Zorunlu
eğitim konusundaki süreçlere en başından bakıldığında, 8 yıllık süre ve uygulaması
konusunda, özellikle 1980 Askerî Darbesi’nden sonra, ilgili kurumlar arasında
genel olarak çok da ihtilafın olmadığı görülür. Ancak bunun kesintili mi,
kesintisiz mi olacağı konusundaki tartışmalar daha çok post-modern darbe olarak
da adlandırılan 28 Şubat 1997 sürecinde dillendirildi. Ancak 8 yılık eğitimin
kesintisiz ve zorunlu olması yönündeki görüşler konjonktürel olarak ağırlık
kazandı ve karşıt görüşler ise asla dikkate alınmadı.
Sadece
“imam-hatip liselerinin önünün kesilmesi” mantığıyla geçilen 8 yıllık
kesintisiz eğitim uygulaması, tüm meslek liselerini de olumsuz etkiledi. Zaten
yapılan bu değişimin tek amacı, imam-hatip okullarının orta kısmının
kapatılmasıydı. Fakat bu uygulama, ülkenin çıkarlarıyla asla örtüşmediği gibi,
toplum nezdinde de kabul görmedi. 2002 seçim sonuçlarını halkın buna verdiği
bir tür cevap olarak yorumlamak mümkündür.
“Siyâsî
hayatıma mâl olsa dahi eğitim kesintisiz olacak” sözüyle savunulan ve post-modern
darbenin bu ülkeye “armağan” (!) ettiği 8 yıllık kesintisiz zorunlu eğitim, 298
ülke içinde sadece 20 ülkede uygulanmaktadır. UNESCO verilerine göre bunların
bazıları “EI Salvador, Seysel Adaları, Ruanda, Bolize, Bolivya, Virjin Adaları,
Dominik Cumhuriyeti, Solomon Adaları ve Porto Riko” gibi az gelişmiş üçüncü
dünya ülkeleri, kabile ve aşiretlerin hâkim olduğu ülkeler olup, bunların tamamına
yakınının yönetim şekilleri baskıcı ve totaliter sistemlerdir. 28 Şubat döneminin
etkin siyasetçileri ve askerlerinin, medya sahiplerinin, bir kısım iş adamları
ve bazı sivil toplum kuruluşlarının ülkeye dayattıkları ve günümüzde kısmen
devam eden kesintisiz eğitim sisteminin başarısız olduğu çok açıktır.
Sadece din eğitiminin önüne geçmek için üçüncü dünya uygulaması 8 yıllık kesintisiz eğitimi ülkemize reva gören ruh, o dönemdeki kesintisiz eğitimi bir darbe modeline dönüştürdü. Hani denir ya, “bir deli bir kuyuya bir taş atar, kırk akıllı çıkaramaz”. Şimdi tam da bunu yaşıyoruz! “Revana pirince giderken evdeki bulgurdan oluyoruz”, “ne İsa’ya yaranabiliyoruz, ne de Musa’ya”. Zira 8 yıl yetmezmiş gibi, “Haydi Kızlar Okula” kampanyalarının da etkisiyle, bir anda kontrolsüz okuma ve okullu olma sevdasıyla başı dönen siyâsî erk 12 yılla toplumun karşısına çıktı. Ama geçen zaman zarfında bu zorunluluğun eğitimdeki niteliğin azalmasına ve sadece niceliğin artmasına imkân tanıdığı görüldü. İlk 8 yıllık zorunlu uygulamada asıl amaç din eğitimiydi ama bununla beraber çıraklık eğitimi de çökmüştü. 12 yıllık kesintisiz eğitimin sonucunda ise ülkemizin ekonomik kalkınmasının altyapısını oluşturan meslek liselerinin niteliği yok edildi. Bunun nedeniyse, 18’inci Millî Eğitim Şûrâsı’nda alınan “1+4+4+4” kesintili eğitim önerisinin daha sonra zorunlu olarak uygulanmasıdır.
28 Şubat 1997’den bu yana yaklaşık 25 yıl geçti. Zorunlu olmaktan çıkarılıp kesintili hâle getirilmesi gereken eğitim yerine, çocukların gelişim sürecini ve yeteneklerinin farklılıklarını dikkate almayan, onların arzu ve isteklerini umursamayan, zorunlu kesintisiz eğitim devam ettirilmektedir.
Kesintisiz
zorunlu eğitimin göç ve terör etkisi
Mevcut
kesintisiz eğitim modelinin ana çatısının hem darbe ürünü olduğu, hem de pedagojik
olmadığı açık bir gerçekliktir. Meselâ ilköğretim birinci sınıf öğrencisi ile
sekizinci sınıf öğrencisi arasında gerek fizikî, gerekse ruhsal gelişim
bakımından çok büyük fark var. Çok farklı ilgi, ihtiyaç ve meraka sahip çocuk
ve gençler aynı fizikî ortamda eğitim görüyor. Ortak alanlar 7 yaşındaki çocuk
için de 14 yaşındaki genç için de aynı. Birisi korumaya, şefkate, desteğe ve
yeteneklerine göre erken yaşta yönlendirmeye muhtaç; öteki kabına sığmaz,
enerji dolu ve hayat için yol haritası çizme noktasında. Bu kadar farklılığa
rağmen çocuklar hâlâ aynı binalarda bir arada eğitim görmeye devam etmekte. Sanki
maksat ne eğitimde kalite, ne de çocuklarımızın yeteneklerinin keşfedilip
geliştirilmesi.
“Yeni
bir eğitim modeli” deyip bütün öğrencilere aynı düzey ve tipteki okullarda 4
yıl eğitmek, sonrasında ise yine zorunlu olarak bir 4 yıl daha onların
özgünlüklerini ellerinden almak, iyi bir eğitim programcılığı değildir ve bu
açıdan da sıkıntılıdır.
Kesintisiz
eğitim, eğitim ve öğretimden fayda elde etmeyi uman, değişik düzey ve alanlarda
eğitim almayı amaçlayan ülkemiz yapısına uygun düşen bir uygulama değildir. 28
Şubat 1997’den bu yana yaklaşık 25 yıl geçti. Zorunlu olmaktan çıkarılıp
kesintili hâle getirilmesi gereken eğitim yerine, çocukların gelişim sürecini
ve yeteneklerinin farklılıklarını dikkate almayan, onların arzu ve isteklerini
umursamayan, zorunlu kesintisiz eğitim devam ettirilmektedir. “Darbe anayasası”
ifadesi kadar “darbe eğitim sistemi” de konuşulup uzmanları tarafından
tartışılmalıdır.
Bilindiği
gibi çocuklarda ruhsal, zihinsel ve duygusal gelişim, ergenlik çağına kadar
büyük oranda tamamlanıyor. Bu sebeple yetenekler çok önceden fark edilmeli,
yönlendirme erken yaşlarda yapılmalı ve yeteneklerin gelişmesi için ergenlik
yaşına kadar yoğun bir çaba sarf edilmelidir. Kesintisiz eğitim ise bunu
engelliyor. Bu eğitim sistemi bu şekliyle de başka bir yetersizliğe sahiptir.
Çünkü olay sadece eğitim sistemi olmaktan çıkmış, tarım, hayvancılık ve sanayi
sektörünü de etkisi altına almış durumdadır. Atalarımızın bir güzel sözü daha
var, “Taşıma suyuyla değirmen dönmez”. Değirmenin dengeli dönemediği, çıkardığı
seslerden anlaşılıyor.
Eğitim-öğretim
süreçlerinin ülkemizde kesintili ya da kesintisiz uygulanmasının
sosyo-psikolojik temelleri ve bu uygulamanın başlangıç yıllarına ait nasıl bir
konjonktürel zorlamalar olduğu bilinmektedir. Asıl önemli olan ise, uygulamanın
kesintili ya da kesintisiz olmasının eğitime kattıkları ve katamadıklarıdır.
Ülkemizde, “Eğitim, eğitimcilere bırakılmayacak kadar önemli” şeklindeki genel
yargıdan hareket ederek, eğitim-öğretim sürecinin konjonktürel zorlamalarla
yapılandırılması, bilimsel kriterlerin ötesinde, eğitim-öğretim uygulamalarında
zorlamaların ortaya çıkması sonucunu doğurmaktadır. Meselâ 8 yıllık zorunlu
eğitimin gerekçesindeki bir cümle, “Gençlerin özgür irade ve kararlarıyla
meslekî eğitime yönelmelerini sağlamak” şeklindedir. Yasa gerekçesine dikkat
edilirse, asıl hedefin gençler olduğu vurgulanmaktadır. Hâlbuki kesintisiz
eğitim uygulaması, öğrencileri meslek edinme yaşında genel eğitime devam etmek
yani tek bir yola girmek zorunda bırakmaktadır. Bu bağlamda zorunlu kesintisiz
eğitimin böyle bir hedef belirlenerek uygulanması mümkün olmamalıdır.
Bir
başka önemli husus ise, ülkemiz tarihinin en önemli projelerinden biri olan köy
okullarının bir gecede yok edilmiş olmasıdır. Yıllar önce bir gecede okuryazarlığını
kaybeden toplum, bu süreçte de hiç iyi şeyler yaşayamadı. Zira tüm çocuk ve
gençlerin ya yatılı bölge okullarına gitmeye mecbur bırakılarak negatif
sosyopsikolojik sonuçların ortaya çıkmasına neden olundu ya da “taşımalı eğitim”
adı altında çocuklar okul yollarında sefil edildiler. Devlet anlamsız bir süreç
için milyarlarca parayı boşa savurdu. Hatta savurmaya devam etmekte!
Bu
zorunluluklardan dolayı köylerden kentlere göçün ivmelenmesi muhakkak olmuştur.
Zira imkânı olanlar çocuklarının yatılı bölge okullarına gitmelerine veya taşımalı
eğitim adı altında biraz yürüyerek, biraz da minibüs ve diğer araçlarla taşınarak
yollarda sersefil edilmelerine razı olmamışlardır. Dolayısıyla insanlar, köylerini
bırakarak şehirlere ve kasabalara göç etmek zorunda kaldılar. Köyler
boşaltıldı, ekilecek tarım alanları ekilemez oldu, hayvancılık bitme noktasına
geriledi, şehirlerde işsizler ordusu meydana geldi. Bu, kesintisiz eğitimin
hemen hemen hiç konuşulmayan önemli taraflarından biridir.
Bu
boşluk, kırsal alanda art niyetli insanların prim yapmasına imkân sağlamıştır. İnsanlar
daha kolay terör ve terörist sever hâle gelmiştir. Doğu ve güneydoğudaysa
köyler malûm terör örgütlerinin fikir adamlarına teslim edilerek ideolojik
altyapılarının güçlenmelerine katkı sağlanmıştır. Bugün, terör örgütünün o
bölgedeki hâkimiyetini tamamen ortadan kaldırmak için nasıl bir mücadelenin
verildiğine de şahidiz.
Bana
göre kesintisiz eğitimin ortaya çıkardığı tüm olumsuz durumlar bilinçli olarak
ülke gündemine hiç getirilmemiş ve de akademik düzeyde ciddî olarak tartışılmamıştır.
Meselâ terörden ve cahillikten kaçan köylülerimiz, farkında olmadan da olsa
eylemlerini kırsaldan büyükşehirlere kaydırarak daha fazla kamuoyu oluşturmak
için çalışan terör örgütünün ekmeğine yağ sürmüştür. Terör örgütleri, göç
ederek işsiz kalan ailelerin zorla okula gönderilen çocuk ve gençlerini şehir
eylemlerinde ve soygunculukta para karşılığında kullanmaya devam etmektedir.
Zamanla bu gençlerin çoğu, fikirleri çalınarak, değişik ikna yöntemleriyle terör
örgütlerinin eylemlerinde kullanılabilirler. Bu nedenlerden dolayı terör örgütleri
bu süreci istismar ederek kamuoyu oluşturmaya devam etmektedirler.
Millî Eğitim Bakanlığı, kesintisiz eğitim nedeniyle “taşımalı eğitim kazaları” arasında sıkıntılar yaşamaktadır. Bu durum için bu şekliyle herhangi bir çözümün üretilmesi de imkânsızdır. Bunun için sistemin tamamen ve ciddiyetle revize edilmesi en akılcı yoldur. Öğrencileri kesintisiz eğitime zorlamak, onları alterternatifsiz bırakmak, farklılığa ve çeşitliliğe kapıları kapatmak, yeteneği ve özgünlüğü sıfırlamak demektir. Tekrar vurgulamakta fayda var; köylerdeki hayvancılık ve tarımın gerilemesi ile şehirlerde sanayi istihdamında yaşanan eleman sıkıntısı, kesintisiz eğitimin en kötü sonuçlarından sadece biridir.
İşsizler
ordusu sorunu
Okumak
istemeyen gençleri zorla okutmak, sonra meslek yüksekokulu ve açık öğretimle
üniversite mezunu yapmak, akademik olarak yetersizliktir. Sonuçta, sayısı her
yıl artan üniversite mezunu bir işsizlik ordusu oluşturmaktadır. Bu ise
toplumsal dinamikler için iyi bir gösterge değildir. Yani bu, bir
sosyopsikolojik sorundur. Bu şekilde toplumun akademik seviyesinin
yükseltilmesi yöntemi yanlıştır.
Belirtilmesi
yararlı olabilecek bir husus da şudur: Açık öğretim fakülteleri her şekilde amaçlarını
tamamladığı için, acil bir eylem plânı geliştirilerek kapatılmalarının tartışmaya
açılmasını sağlamak önemlidir. Bu şekilde hem gereksiz oyalanmaların önüne
geçilmiş, hem de bürokraside haksız kadro taleplerinin önüne set çekilmiş olur.
Çünkü her ilde bir veya birden çok üniversite vardır ve açık öğretimdeki
bölümler ise her üniversitede mevcuttur. Açık öğretim fakülteleri, zorunlu
eğitimdeki gençlerin bir 4 yıl veya daha fazla oyalanma alanı olmaktan başka
bir fonksiyon icra etmemektedirler. Bu ciddî bir zaman israfı ve ekonomik
kayıptır. Bu olay gerçekleşebilirse, örgün eğitim daha da kalite kazanacaktır.
Eğitimin
kalitesi, her türlü siyâsî mülâhazadan üstündür. Eğitim önemli bir süreçtir. Bu
süreç, farklılığa ve çeşitliliğe en fazla yatırımın yapılmasını gerekli kılar. Gerekli
yatırımların yapıldığı eğitimin zorunluluk kaleminde taşımacılığa aktarılan
miktarsa azımsanmayacak orandadır. Bu kalemdeki yatırımın gereksiz bir yük
olduğu görülmektedir. Hem toplumsal çıktıları açısından, hem de istihdam
açısından zorunlu eğitim kısır bir döngü oluşturmaktadır.
Şayet toplum bir yetenekler havuzu ve eğitim sistemleri bu havuzu doğru kanalize etmekle sorumlu ve zorunlu ise, bu havuzun tek tip ve tek kanalla yönlendirilmesi, toplumun geleceği açısından sıkıntı doğuracaktır. Herkesin yeteneklerinden farklı bir fakülte mezunu olduğu toplum, farklı doğrultuda rastgele ilerleyen kaya parçaları gibidir. Eğitim her alanda istikrarlı olursa, kalkınmanın kapıları aralanır ve istihdam sıkıntısı da oluşmaz.
Eğitimde
verim sorunu
Kesintili
eğitim-öğretim süreci alternatiflere açık olmalıdır. Bugün gelişmiş ülkelerde
eğitimin yaklaşık yüzde 65’i meslekî eğitim, yüzde 35’i de genel eğitimle ve
zorunlu olmadan yapılmaktadır. Kesintisiz eğitimle insan kaynaklarının zorunlu
eğitime mahkûm edilmesi, dünyayı doğru okumaktan uzaktır. Çünkü 12 yıllık
kesintisiz eğitim uygulaması ile birlikte, orta öğretimde yeni okul ve yeni
öğretmenlere olan talep zaman içinde artarak devam edecektir. Artan bu talep,
orta öğretim kurumlarında öğretmen ihtiyacını da aynı oranda artıracağı için öğretmen
açığı asla kapatılamayacaktır. Sınıflarda öğrenci sayıları özellikle büyük
şehirlerde hem ideal olanın çok üzerindedir, hem de değer üretmekten yoksundurlar.
8 yıllık kesintisiz eğitim sürecinde yüksek sesle dillendirilin imam-hatip
liselerinin nicel sayıları 12 yıllık süreçte artmasına rağmen, nitelik için
aynı cümleyi kurmak imkânsızdır. Çünkü imam-hatip okullarına giden gençlerin
çoğu ya başka bir okul bulamayan ya da ailelerinin zorunlu tercihlerinin
kurbanlarıdır. Kesintisiz eğitim-öğretim, eğitim sisteminin işini kolaylaştırmadığı
gibi, değer ve anlam kaybına da yol açmaktadır.
Eğitimin
daha verimli olabilmesi için yönlendirmeler yapılarak ve öğrencilerin
gelecekteki kabiliyet ve düşünceleri dikkate alınarak akademik bir yol haritası
belirlenebilir. Örneğin, üniversite mi, meslekî eğitimi mi, kalifiye eleman mı,
yoksa en kısa sürede işe atılmak mı? Ya da daha erken yaşta kapasitelerine
uygun olan fen liseleri, Anadolu liseleri, sosyal bilimler liseleri, imam-hatip
liseleri veya meslek liseleri mi? Ülke için gelecek vaat edecek çok kapsamlı
bir çalışma, çok boyutlu olarak acilen yapılmalıdır.
Öğrencilerin
tamamı akademik (test sınavı) başarılarına göre alternatif tercihlere
zorlanarak bir artı 4 yıla daha mahkûm edilmemelidir. Meslekî yönlendirmelerin
yapılmadığı ve yapılamadığı (ki bu konuda ailelerin gereksiz ısrarları ayrı bir
konu) 8 yıllık eğitimden sonra liselere geçiş düzenlemesinin hiçbir sorunu çözemediği
görülmektedir.
Ayrıca,
çocukların gelişim özelliklerinin farklı düzeylerde olmasının ortaya çıkardığı
pedagojik sorunların ortadan kaldırılması gerektiği de özel bir öneme sahiptir.
Bunun için ilköğretim okullarında uygulanan 8 yıllık zorunlu eğitimin,
öğrencilerin yaş ve gelişim özellikleri dikkate alınarak yeniden düzenlenmesi,
fiziksel mekânların öğrencilerin kademelerine göre ayrı alanlarda eğitim
görmelerini sağlayacak hâle getirilmesi, okulların öğrenme alanları olmanın
yanı sıra bir kültür merkezi ve yaşam alanı olarak düzenlenmesi gerekir. Bu
durum, öğrencilerin ilkokuldan sonra yeteneklerine göre daha kolay yönlendirilmesine
imkân sağlayacak pedagojik bir süreç olacaktır.
Eğitimin
zorunlu olmasından ziyade eğitimin sevdirilmesi ve eğitimli insan farkı
gösterilerek gençlerin kendiliğinden okumaya yönlendirilme yöntemleri
geliştirilmesi sağlanmalıdır. Okumak istemeyen, okumayı sevmeyen ve zorla
okullarda tutulmaya çalışılan bazı gençler, ailelerine çok ciddî sıkıntılar
yaşatmakta ve okulları disiplin yönünden de çok kötü durumlara
sürüklemektedirler. Her türden yasal olmayan yollara kolaylıkla
akabilmektedirler. Bu ise toplum güvenliği açısından ciddî bir sorundur.
Gelinen
noktada şimdilik din eğitimi konusunda endişe edilecek bir durumun söz konusu
olmadığı görülmektedir. Her aile kendi inanç sistemine göre çocuklarının
eğitimini yapma ve yaptırma hürriyetine sahiptir. Nasıl ki çocukların bir
mesleğe yönelmesine çocuk, okul, aile ve çevre olarak karar verebiliyor, aynı
şekilde dinî eğitimde de aile, tüm faktörleri dikkate alarak kendi çocuğuna nasıl
bir dinî eğitim ve yönlendirme yapacağına karar verebilmektedir. Dindar
ailelerin çocuklarına din eğitimi almasına karşı çıkanlar, kendi çocuklarını
yetiştirirken yaptıkları telkinler veya çevre etkilerinden dolayı sekülerleşmeler,
çocukların toplumun değerlerinden uzaklaşmalarına yol açmaktadır. Bu durum,
değerler boyutunda endişe vericidir. Hiç kimseye bir başkasının özgür ve özgün
eğitim alabilmesine müdahale imkânı verilmemelidir. Herkes kendi çocuklarını ülkenin
kutlu geleceği için hiçbir baskı altında olmadan en güzel şekilde
eğitebilmelidir.
12 yıllık zorunlu ve kesintisiz eğitimin bu hâliyle amaçlarına ulaşması günümüz şartlarında zor görünmektedir. Bundan dolayı eğitimin son kademesinin yani son 4 yıllık lise eğitiminin yukarıda anlatılan nedenselliklerden dolayı kesinlikle zorunluluktan çıkarılması ülke yararınadır.
Eğitimin bütün insanlar için bir zorunluluk olarak ortaya çıkmasının iki önemli boyutu vardır: Bunlardan birincisi modern devlet (ulus-devlet) formülasyonu, diğeri de modern ekonomi, diğer adıyla kapitalizmdir.
Sonuç
Pandemi (Kovid-19 Salgını) sürecinde ülkemizin gündemine
hızlı bir şekilde giren, online/ çevrimiçi/ dijital/ uzaktan eğitim, iyi bir
ilkokul ve ortaokul eğitimi almış öğrencileri 4 yıl boyunca liselerde zorunlu
öğretime tutmayı daha da gereksiz hâle getirmiştir. Arzu eden, örgün eğitimde
kalabilir. Ancak farklı kabiliyetleri ve girişimci ruhu olan öğrencilere
zorunluluk kaldırılarak fırsatlar tanınmalıdır. Dijital çağ, artık öğretimi
okulun ve sınıfın dışına taşımada çokça alterternatif sağlamaktadır. Önemli
olan, temel eğitimde öğrencilerimizi çağın imkânlarını faydalı şekilde
kullanacak donanımda yetiştirebilmektir. Bu da eğitimde kalitenin sağlanması
için ciddî çalışmaların yapılmasının önemini bir kat daha gerekli kılmaktadır.
Köy
ilkokullarına dönüş yapılarak, eski “köy enstitülerinin” öğretmen yetiştirme
programları revize edilmeli, yeni bir öğretmen yetiştirme projesi başlatılmalıdır.
Zira günümüz eğitim fakülteleri o niteliklerden oldukça uzak müfredata sahiptir.
Hiçbir uygulaması olmayan, sadece altı hafta okul sıralarında öğretmen takip edilerek
öğretmenlik öğrenilemez. Ayrıca salt başına uygulanabilirliği olmayan teorik
bilgilerin ise ilköğretimde işe yaramadığı tartışılmazdır.
Kısacası,
pedagojik olmayan tüm eğitim yöntemlerinden vazgeçilmelidir. Toplumun ihtiyacı
olan “Pedagoji nedir, ne değildir?” sorusu üzerinde de titizlikle
çalışılmalıdır. Toplum gittikçe değerlerini kaybediyorsa, mevcut pedagojik
yöntemler sorgulanmalıdır. Zira “ortak vatandaş tipi”ni yetiştirme amacına
yönelik olarak, ilköğretimin toplumun devamında önemi çok büyüktür. Bu nedenle
eğitimdeki kademe gibi niteliklerin de kademeli verilmesi daha kalıcı olur.
Bunun gerçekleştirilmesi için öncelikle uygulamaya yön verecek eğitim
mevzuatının, öğretim programlarının ve uygulamaların ülkemiz dinamiklerine
uygun olarak revize edilmesi gerekir. Bunun için, sürekli araştırma yapılması,
daha da önemlisi bunu gerçekleştirecek yeterlikteki farklı eğitim uzmanlarından
istifade edilmesi ve kendi modelimizin oluşturulması gerekir. Bu komisyonlarda
görev alacakların millî düşünce yapısına sahip olmaları ve eğitim konusuna
gerçekten duyarlı olmalarına dikkat edilmelidir. Bütün bu sorunlar uzmanlar
tarafından uzunca tartışılmalı, ondan sonra uygulamaya geçirilmelidir. Toplum
mühendislerinin eğitim ve diğer alanlardaki düzenleme, plân ve projeleri
ülkemizin önceliklerine yeniden gözden geçirmeleri gerekir.
Bu
dosyada, eğitimde bilinçli olarak attırılmış olan çok gizli “kesintisiz” adımı
farklı yönleriyle ele alındı. Şimdiye kadar çok dillendirilmeyen ve ortaya
konulmayan tarafları irdelendi. Bu, her vatanseverin içinde sürüp gelen bir
sancıdır. Herkes eğitimdeki bu zorunluluğun sektörlerde yarattığı tıkanıklığın
farkındadır. Eğitim sistemi farklı boyutlardan ve çok geniş açılardan görülmeli
ve ülkemizin gelişmesine engel olan bu “kesintisiz eğitim” sorunu ivedilikle
revize edilmelidir.