
BİR önerme…
Yazmak
için mi düşünülüyor, düşünüldüğünden mi yazılıyor?
Ne
mi fark eder? Çok şey!
Meselâ,
ikisi arasındaki en belirgin ve hayatî farkı hemen söyleyeyim: Yazmak için
düşünenin satırları eğretidir. Uyumsuz, ritimsiz ve yüzeyseldir. Bu, zorlama
bir eylemdir. Fakat mecbur kalınan bir düşünce -ya da duygu- eyleminden sonra
tek çareyi yazmakta bulanlar var ya, işte o zaman yazılanlar derin, anlamlı ve
kalplere erişebilecek bir kıymettedir.
Aslında
sadece edebiyatta geçerli bir önerme değil bu. Yapılan bütün işler,
yapılmasının gerekliliği bir kenara atılarak ve kazancı hesap edilmeksizin
yapıldığında samimiyet meydana çıkıyor. İnsanın yaptığı işe kendinin bile
yönlendirme yetkisinin bulunmadığı bir duyguyla birlikte yönelmesi, sonucun da
fevkalâde farklı bir güzelliği temsil etmesini sağlıyor. Sanki her şey, insanın
kabiliyet ve kapasitesini zorlaması dışında, olağan ve plânsız bir güzergâhta
anlamlanıyor.
Şimdi
bir yandan da çocuklarını kendi akıllarınca yüksek statülü mesleklere
yönlendiren iyi niyetli kazazedeler var. Hayır, kastım çocukların
yönlendirilmesini küçültmek veya eleştirmek değil. Fakat dozun aşırıya
kaçırılmasındaki vahameti de söylemek gerek. Amiyane birkaç örnekle olayın
hangi kısmını yergi süjesi seçtiğimi daha net açıklayabileceğim kanısındayım…
Bir
zürafadan yerde sürünmesini istersen, hem beklentiyi bir akamete bağlamış, hem
de zürafanın asıl yeteneklerini köreltmiş olursun. O zürafanın yaşamını da
faydasız ve geçersiz kılarsın. Ama zürafa “İllâki sürüneceğim” derse, bu şahsî
bir tercih olur ve kısmen de olsa başarı sağlar. Kısmen ama… Çünkü ne de olsa
fizikî kapasitesi tutkun olduğu sürünmek eylemine yeterli değildir.
Aynı
şekilde, bir balıktan uçmasını istemek, daha da ileriye gidip onu buna
zorlamak, başarısız bir denemeyle birlikte, mahkûm olunacak bir hayâl
kırıklığına ve belki de hayatın son bulmasına varacaktır.
Hâşâ,
insanı hayvana benzetmek niyetinde değilim. Sadece absürt ve zıt örneklerin
bazı hususlar üzerinde çok etkin olduğuna inanıyorum. İnsanı insanî kabiliyetlerle
örneklendirmek, çoğunlukla zekâya mağlûp olmakla sonuçlanıyor. Çünkü ben bir
insanın müziğe ya da spora kabiliyeti olmadığı hâlde o kulvara zorlanmasının
yanlışlığını dile getirdiğimde, insanın üstün meziyetli bir yaratılmış
olmasının da verdiği savunma güdüsü devreye girecek ve herkesin, istediğinde
her şeyi başarabileceğine yönelik yeni bir iddialaşma süreci başlamış
olacaktır.
Fakat
affınıza sığınarak, zürafa üzerinden bir örnek verdiğimde, buradaki aşikâre
zıtlık, beni anlatmak istediğim noktaya daha kısa ve kestirme bir yoldan
vardırıyor.
İnsan,
bir sonsuzluk âşığıdır. Bu yüzden de dünya denilen fâni düzlemde dengede
durabilmek her zaman mümkün olmuyor. Yaratılış gayemiz var olmak üzerineyken,
zamanın ve ömrün sürekli bir bitiş duygusunu insana hatırlatıp durması, kalbin
ve ruhun yetersizlik duygusunu tetikliyor. İşte bu da çok daha üst seviyeden
bir örnekti.
“İnsanı
ait olmadığı yere koymak zulümdür” demiş Hazreti Ali (ra). Buradaki lâyık
olunmayan yer, sadece bir insana menfi bir hareketle yapılan haksızlık olamaz.
Elbette ağırlık bu anlamdadır. Fakat zorla iyiliğe, güzelliğe ve insanın kendi
referansıyla karar verdiği doğruluğa da iteklemek, insanın ve kâinatın
dengesini altüst edecek bir zulümdür. İşte o yüzdendir ki, ailelerin -sırf kendileri
istiyor diye- çocuklarını zorla bir mesleğe yönlendirmesi de, kişinin içinin
kabul etmediği bir statüye zoraki lâyık görmesi de zulümdür. Faydasızlık ve
zaman kaybı da bu zulmü katmerli bir hâle getirecektir.
Her
insan, yaratılıştan gelen birtakım yeteneklere sahiptir zaten. İllâki insan
insana yön verecekse, ancak bu yeteneklerin keşfiyle hareket etmek
durumundadır. Gayrısı ne zorlayana, ne de zorlanana fayda verir. Ama daha da
büyük bir esefle, zarar verecektir. İnsan kaybetmenin yollarından biri de bu
olsa gerek.