Zorbalığın kutsallaşması

Türkiye’de ayrılıkçı/bölücü sayılan akımlar, şiddet içerse de, içermese de daima gelecek/beka endişesini büyütmüşlerdir. Özelikle askerî okullarda bu tür endişeleri ortadan kaldırma gibi “kutsal bir görevin sahibi” olarak donatılan öğrenciler, yüz yıllık ve tek taraflı bir şartlandırma ile ve her zaman bu kutsal görevi için alarm hâlinde meslek hayatlarını sürdürmektedirler. Dolayısı ile istenmeyen her yanlış olay, o kutsal görevin icrası için tetikleyici olmaktadır.

HEMEN hemen her ülkede olduğu gibi Türkiye tarihinde de askerî darbelerin yıldönümlerinde, darbe mağduru olan toplum kesimlerinin yaşadığı büyük insanî felâketler hatırlanmaktadır. Elbette bu durum gelecek adına umut verici bir gelişmedir. Çünkü bir çeşit toplumsal baskı oluşmasından dolayı olmalı ki en azından bugünlerde darbeleri övenlere ve savunanlara rastlamak mümkün olmuyor.

Başka ülkelere göre askerî darbecilik bakımından Türkiye tarihi zengindir. Çok sayıda askerî darbe olmuştur. Türkiye’de rejim değişiklikleri de büyük ölçüde askerî darbelerin sonunda olmuştur. Rejim değişikliklerinin, siyâsete hevesli askerlerin eliyle gerçekleştiğini söylemek inandırıcı olmaz. Bu değişimlerdeki dış etkiyi/yardımı da göz önüne almak icap eder.

Birinci ve İkinci Meşrutiyetlerin ilânı da, Cumhuriyet’in ilânı da büyük ölçüde askerî darbelerle tayin edilmiş siyâsî değişimlerdir. Meşrutiyet ya da cumhuriyet idarelerinden memnun kalan kişiler her nedense bu değişimleri getiren askerî darbeleri görmez, görmek istemezler. Oysa Türkiye tarihinde hiçbir siyâsî değişim, hayatın doğal akışı içinde toplumsal bir ihtiyacın, isteğin sonunda ortaya çıkmış değildir.

Türkiye tarihindeki önemli siyâsî değişiklikler askerî darbelerin ya da dış nedenlerin zorlaması ile ortaya çıkmıştır.

Askerî darbeler konusunda halk içinde genel bir uzlaşma yoktur. Bir kesimin beğendiği darbeyi diğer kesim kınamaktadır. 1980 öncesinde olduğu gibi sokak çatışmaları ve terör olayları nedeniyle hayat ve gelecek endişesi yaşayan toplum kesimleri çoğunlukla “bir kurtarıcı” beklentisi içinde olmuştur. 1980 darbecilerinden Bedrettin Demirel de, “darbeyi 1979’da yapacaklarını ama şartlar olgunlaşsın diye bir yıl daha beklediklerini” yazmıştır. Yani darbecilerin yaptığı da aslında var olan hayat ve gelecek endişesini köpürterek kendilerine bir meşruiyet oluşturma çabasıdır.

Toplum kesimleri arasında kendi beklentisine uygun olan askerî darbeyi övme ve ona taraf olma tutumu, benzer ya da karşı bir askerî darbenin sonradan ortaya çıkışına da zemin hazırlamıştır. Çünkü halk içinde her zaman darbeyi hoş ve gerekli gören bir anlayış taraftar bulmuştur. Toplum kesimlerinde, kendine yakın bulduğu bir askerî darbe ile karşı tarafı sindirme, misilleme yapma isteği daima darbe heveslileri için özendirici olmuştur. Toplumun ezici çoğunluğu hiçbir zaman bütün askerî darbelere karşı olmamıştır. Belki tek istisnası, 15 Temmuz darbe girişimine karşı gösterilen halk tepkisidir.

27 Mayıs 1960 Askerî Darbesi’ni CHP’li toplum kesimi, günümüzde bile doğru ve meşru görmektedir. Seçimle iktidar olmuş Demokrat Parti’nin “meşruiyetini kaybettiği için böyle bir sonucu hak ettiği” gibi iddiaları sahiplenmektedir. İktidara gelme, iktidar olmak için tek meşruiyet sebebinin halkın seçimi olması gibi bir kural, 27 Mayıs Darbesi söz konusu olduğunda CHP seçmeni için geçerli değildir.

Sol kesimin 27 Mayıs Darbesi’ni sahiplenmesine karşılık, neredeyse bütün darbelerin mağduru durumundaki İslâmî kesimin darbelere bakışı farklı mıdır? Böyle bir farkı bulmak zordur. İslâmî kesimin çok önemli saydığı isimlerden birisi olan Necip fazıl Kısakürek, 12 Eylül 1980 Askerî Darbesi’nden iki hafta sonra çıkardığı “Rapor” adlı küçük risalesinde şunları yazabilmiştir:

“Hareketin mahiyeti... Malûm klasik darbelerden biri değildir... Bu hareket olmasaydı, yıl değil, ay değil, belki hafta ve gün hesabiyle Türkiye’nin çöküşü gerçekleşebilirdi. 27 Mayıs 1960 ile 12 Eylül 1980 Hareketi arasında şu fark vardır ki, ilki millî iradeye tam zıt ve fikirsiz bir gece baskını olmuşken, ikincisi millî ihtiyaca tam uygun bir imdat davranışı olmak istidadındadır... 27 Mayıs 1960 hareketi ‘millete rağmen’ diye belirtilirken, 12 Eylül 1980 müdahalesi ancak ‘millet için’ formülüyle ifade edilebilir…”  

Kısakürek bunları yazdığı için İslâmî kesim tarafından bir tepki ile karşılaşmamıştır. Aksine gördüğü rağbette hiçbir azalma olmamıştır. Günümüzde adına şiir ve sanat yarışmaları düzenlendiği gibi adına ödüllerin verildiği törenlerde bazı askerî darbeleri eleştiren ateşli konuşmalar bile yapılmaktadır.

Kısakürek’te görülen bu ikircikli tutumun benzeri 27 Mayıs benzeri darbeciler için sol kesimde fazlası ile vardır. Çünkü her kesimde toplumun rıza ve iradesine bağlı bir değişim beklentisi yerine, hayat ve gelecek endişesi sebebi olan hususların bir kurtarıcı eliyle ortadan kaldırılması, bu arada mümkünse karşı taraftan da bir öç alınması beklentisi vardır. Günümüzde “kendi yaşam tarzı için endişeli” olan bazı kesimler, geçmişte toplumun diğer kesiminin yaşam tarzına yöneltilmiş olan zulümleri, Kemalist inkılapları, devletin baskılarını hâlâ özlem ve heyecanla gözyaşları arasında alkışlamaktadırlar.

Toplum kesimleri ve onların sözcüsü sayılacak olan kimselerin bu tür ikircikli tutumları yeni darbe heveslerini büyütmektedir. Darbe heveslerini büyüten nedenlerin arasında beka/gelecek kaygısı da önemli bir yer tutmaktadır.

Darbeyi meşru sayan zihniyet yetiştirmek

Türkiye’de ayrılıkçı/bölücü sayılan akımlar, şiddet içerse de, içermese de daima gelecek/beka endişesini büyütmüşlerdir. Özelikle askerî okullarda bu tür endişeleri ortadan kaldırma gibi “kutsal bir görevin sahibi” olarak donatılan öğrenciler, yüz yıllık ve tek taraflı bir şartlandırma ile ve her zaman bu kutsal görevi için alarm hâlinde meslek hayatlarını sürdürmektedirler. Dolayısı ile istenmeyen her yanlış olay, o kutsal görevin icrası için tetikleyici olmaktadır.

Halkın seçimiyle teşekkül etmiş meşru bir iktidarın verdiği görevin dışında hiçbir toplum kesiminin kendisinde bir kurtarıcılık araması doğru değildir. Sorun çözmediği gibi yeni ve büyük sorunların da temel nedeni olmaktadır bu.

Meşruiyet dışı özel görevlerin öncelikle halka karşı işlenmiş bir suç mahiyetinde olduğunu toplumun her kesimi kabullenmedikçe darbe heveslerini ortadan kaldırmaya imkân yoktur.

Darbe yapan, darbeleri özendiren isimlerin yollara, binalara, okullara, üniversitelere ad olarak verilmesinden sonra “Niye bizde bu kadar darbe heveslisi oluyor?” diye yakınmanın bir anlamı yoktur. Darbecilerin el üstünde tuttuğu isimlerin darbeden sonra olağan dönemlerde de akademide, siyâsette, medyada, iş dünyasında el üstünde tutulmaya devam edilmesi, adâlet duygusunu yok ettiği gibi darbe heveslerini de büyütmektedir.

“Biz seçim kazanamayız, bu halk bizi seçmez” gibi bir önyargısı olan sol kesim, darbeyle iktidarı gasp etme, iktidar imkânları ile halkı “terbiye etmek” gibi bir takıntının sahibidir. Darbeciliği bir kurtuluş hareketi olarak nitelendirme nedenlerinin temeli budur.

Çünkü bizde iktidara yüklenen anlam hâlâ her şeyi kapsamaktadır. İktidar olan kadronun ya da kişinin istediği her şeyi yapmaya hakkının olacağı, toplumu istediği gibi şekillendirmeye hak ve yetki sahibi olacağı gibi bir ön kabul vardır. Oysa bu ön kabulün temeli, dikkat edilirse zorbalığa dayanmaktadır. Zorbalığı kutsallaştırmaktadır. Böylece zorbalığı herkes kendisi yaparsa meşru ve kutsal bilirken, karşı taraf yapınca ise lânetli bir iktidar icraatı olarak görmektedir.

Bu aslında halka karşı duyulan bir saygısızlığın, sevgisizliğin de sonucudur. Çünkü normal bir insan, sevip saygı duyduğu birisine, bir topluma karşı asla zorbalık kurgusu içinde olmaz. Halka teklif ettiği bir görüşü, bir ideolojisi olabilir. O görüşün, ideolojinin halk tarafından kabul edilmesini de isteyebilir. Ancak bu bir istek, bir teklif sınırını aşamaz. Çünkü o teklif, istek sınırını aşan görüş/ideoloji devlet zoruyla halka kabul ettirilmeye çalışıldığında halkın nasıl canından bezdirildiğinin örnekleri insanlık tarihinde fazlası ile vardır.

Kutsallık örtüsüne büründürülen askerî darbe zorbalıklarının en büyük haksızlık olduğunu herkes kabul etmelidir. “Bize yakın olanların darbesi kurtarıcıdır, uzak olanların darbesi zulümdür” değil, “Bütün darbeler zulümdür, halka karşı işlenmiş büyük bir suçtan başka bir şey değildir” demek gerekir.

“İktidar olmanın tek meşru yolu, yalnızca halkın seçmesidir” kuralını herkes içselleştirmelidir. Atatürkçülükten sapmayı, lâiklikten sapmayı engellemek için darbe yapanları, o darbecileri heveslendirip özendirenleri, ibretlik cezalardan sonra bir büyük rehabilitasyon merkezinde özel korumaya ve tedaviye almak icap eder.

Son yüz yıllık darbeler için “Atatürkçülükten sapma ve lâiklik” bir neden olmuşsa, ciddi olarak Atatürkçülüğün ve lâikliğin gözden geçirilmesi, bunların içeriğinde darbeciliği teşvik eden hangi unsurların bulunduğunun uzman bir heyet tarafından incelenmesi, Türkiye’nin geleceğine büyük bir hizmet olacaktır.

Türkiye, başarısız darbecilerin cezalandırıldığı ama başarılı darbecilerin baş tâcı edilerek kurtarıcı sayıldığı bir garip ülkedir. Başarılı olanı meşru görme, başarısız olanı gayr-i meşru görme gibi bir tutum maalesef yaygındır. Bu tutumu hepimiz terk etmeliyiz. Türkiye hiç kimsenin özel mülkü değildir. İktidar olmanın, iktidarda kalmanın meşruiyeti de bir kimseye sadakatle ölçülemez. 21’inci yüzyılda böyle takıntılar çağdışı bir anlayışın tutsağı olmak demektir.

Üzerinde en çok konuşulan darbelerden 28 Şubat Darbesi’nin bile yargılanması tamamlanamamıştır. Türkiye tarihi için bu durum utanç verici değil midir?

28 Şubat Darbesi’nin medya ve sendika ayağı hakkında dâvâ bile açılmamıştır!

Oysa o darbeciler ve onların destekçileri, halk tarafından tükürükle boğulmalıydı. Sokağa çıkamamalıydılar!

Evet, o ayarı bozuk darbeciler, yaptıklarının bin yıl süreceğini söylemelerine karşılık beş yılda tükendiler. Ancak bu tükenme bir teselli sebebi olmamalıdır.