HEMEN hemen her ülkede olduğu gibi Türkiye tarihinde de
askerî darbelerin yıldönümlerinde, darbe mağduru olan toplum kesimlerinin
yaşadığı büyük insanî felâketler hatırlanmaktadır. Elbette bu durum gelecek
adına umut verici bir gelişmedir. Çünkü bir çeşit toplumsal baskı oluşmasından
dolayı olmalı ki en azından bugünlerde darbeleri övenlere ve savunanlara
rastlamak mümkün olmuyor.
Başka ülkelere göre askerî darbecilik bakımından
Türkiye tarihi zengindir. Çok sayıda askerî darbe olmuştur. Türkiye’de rejim
değişiklikleri de büyük ölçüde askerî darbelerin sonunda olmuştur. Rejim
değişikliklerinin, siyâsete hevesli askerlerin eliyle gerçekleştiğini söylemek
inandırıcı olmaz. Bu değişimlerdeki dış etkiyi/yardımı da göz önüne almak icap
eder.
Birinci ve İkinci Meşrutiyetlerin ilânı da, Cumhuriyet’in
ilânı da büyük ölçüde askerî darbelerle tayin edilmiş siyâsî değişimlerdir.
Meşrutiyet ya da cumhuriyet idarelerinden memnun kalan kişiler her nedense bu değişimleri
getiren askerî darbeleri görmez, görmek istemezler. Oysa Türkiye tarihinde
hiçbir siyâsî değişim, hayatın doğal akışı içinde toplumsal bir ihtiyacın,
isteğin sonunda ortaya çıkmış değildir.
Türkiye tarihindeki önemli siyâsî değişiklikler askerî
darbelerin ya da dış nedenlerin zorlaması ile ortaya çıkmıştır.
Askerî darbeler konusunda halk içinde genel bir
uzlaşma yoktur. Bir kesimin beğendiği darbeyi diğer kesim kınamaktadır. 1980
öncesinde olduğu gibi sokak çatışmaları ve terör olayları nedeniyle hayat ve
gelecek endişesi yaşayan toplum kesimleri çoğunlukla “bir kurtarıcı” beklentisi
içinde olmuştur. 1980 darbecilerinden Bedrettin Demirel de, “darbeyi 1979’da
yapacaklarını ama şartlar olgunlaşsın diye bir yıl daha beklediklerini”
yazmıştır. Yani darbecilerin yaptığı da aslında var olan hayat ve gelecek
endişesini köpürterek kendilerine bir meşruiyet oluşturma çabasıdır.
Toplum kesimleri arasında kendi beklentisine uygun
olan askerî darbeyi övme ve ona taraf olma tutumu, benzer ya da karşı bir askerî
darbenin sonradan ortaya çıkışına da zemin hazırlamıştır. Çünkü halk içinde her
zaman darbeyi hoş ve gerekli gören bir anlayış taraftar bulmuştur. Toplum
kesimlerinde, kendine yakın bulduğu bir askerî darbe ile karşı tarafı sindirme,
misilleme yapma isteği daima darbe heveslileri için özendirici olmuştur.
Toplumun ezici çoğunluğu hiçbir zaman bütün askerî darbelere karşı olmamıştır.
Belki tek istisnası, 15 Temmuz darbe girişimine karşı gösterilen halk
tepkisidir.
27 Mayıs 1960 Askerî Darbesi’ni CHP’li toplum kesimi,
günümüzde bile doğru ve meşru görmektedir. Seçimle iktidar olmuş Demokrat Parti’nin
“meşruiyetini kaybettiği için böyle bir sonucu hak ettiği” gibi iddiaları
sahiplenmektedir. İktidara gelme, iktidar olmak için tek meşruiyet sebebinin
halkın seçimi olması gibi bir kural, 27 Mayıs Darbesi söz konusu olduğunda CHP
seçmeni için geçerli değildir.
Sol kesimin 27 Mayıs Darbesi’ni sahiplenmesine
karşılık, neredeyse bütün darbelerin mağduru durumundaki İslâmî kesimin
darbelere bakışı farklı mıdır? Böyle bir farkı bulmak zordur. İslâmî kesimin
çok önemli saydığı isimlerden birisi olan Necip fazıl Kısakürek, 12 Eylül 1980
Askerî Darbesi’nden iki hafta sonra çıkardığı “Rapor” adlı küçük risalesinde
şunları yazabilmiştir:
“Hareketin mahiyeti... Malûm klasik darbelerden biri
değildir... Bu hareket olmasaydı, yıl değil, ay değil, belki hafta ve gün
hesabiyle Türkiye’nin çöküşü gerçekleşebilirdi. 27 Mayıs 1960 ile 12 Eylül 1980
Hareketi arasında şu fark vardır ki, ilki millî iradeye tam zıt ve fikirsiz bir
gece baskını olmuşken, ikincisi millî ihtiyaca tam uygun bir imdat davranışı
olmak istidadındadır... 27 Mayıs 1960 hareketi ‘millete rağmen’ diye
belirtilirken, 12 Eylül 1980 müdahalesi ancak ‘millet için’ formülüyle ifade
edilebilir…”
Kısakürek bunları yazdığı için İslâmî
kesim tarafından bir tepki ile karşılaşmamıştır. Aksine gördüğü rağbette hiçbir
azalma olmamıştır. Günümüzde adına şiir ve sanat yarışmaları düzenlendiği gibi
adına ödüllerin verildiği törenlerde bazı askerî darbeleri eleştiren ateşli konuşmalar
bile yapılmaktadır.
Kısakürek’te görülen bu ikircikli
tutumun benzeri 27 Mayıs benzeri darbeciler için sol kesimde fazlası ile
vardır. Çünkü her kesimde toplumun rıza ve iradesine bağlı bir değişim
beklentisi yerine, hayat ve gelecek endişesi sebebi olan hususların bir
kurtarıcı eliyle ortadan kaldırılması, bu arada mümkünse karşı taraftan da bir
öç alınması beklentisi vardır. Günümüzde “kendi yaşam tarzı için endişeli” olan
bazı kesimler, geçmişte toplumun diğer kesiminin yaşam tarzına yöneltilmiş olan
zulümleri, Kemalist inkılapları, devletin baskılarını hâlâ özlem ve heyecanla
gözyaşları arasında alkışlamaktadırlar.
Toplum kesimleri ve onların sözcüsü
sayılacak olan kimselerin bu tür ikircikli tutumları yeni darbe heveslerini
büyütmektedir. Darbe heveslerini büyüten nedenlerin arasında beka/gelecek
kaygısı da önemli bir yer tutmaktadır.
Darbeyi meşru sayan zihniyet yetiştirmek
Türkiye’de ayrılıkçı/bölücü sayılan
akımlar, şiddet içerse de, içermese de daima gelecek/beka endişesini
büyütmüşlerdir. Özelikle askerî okullarda bu tür endişeleri ortadan kaldırma
gibi “kutsal bir görevin sahibi” olarak donatılan öğrenciler, yüz yıllık ve tek
taraflı bir şartlandırma ile ve her zaman bu kutsal görevi için alarm hâlinde
meslek hayatlarını sürdürmektedirler. Dolayısı ile istenmeyen her yanlış olay,
o kutsal görevin icrası için tetikleyici olmaktadır.
Halkın seçimiyle teşekkül etmiş meşru
bir iktidarın verdiği görevin dışında hiçbir toplum kesiminin kendisinde bir
kurtarıcılık araması doğru değildir. Sorun çözmediği gibi yeni ve büyük
sorunların da temel nedeni olmaktadır bu.
Meşruiyet dışı özel görevlerin öncelikle
halka karşı işlenmiş bir suç mahiyetinde olduğunu toplumun her kesimi
kabullenmedikçe darbe heveslerini ortadan kaldırmaya imkân yoktur.
Darbe yapan, darbeleri özendiren
isimlerin yollara, binalara, okullara, üniversitelere ad olarak verilmesinden
sonra “Niye bizde bu kadar darbe heveslisi oluyor?” diye yakınmanın bir anlamı
yoktur. Darbecilerin el üstünde tuttuğu isimlerin darbeden sonra olağan dönemlerde
de akademide, siyâsette, medyada, iş dünyasında el üstünde tutulmaya devam
edilmesi, adâlet duygusunu yok ettiği gibi darbe heveslerini de büyütmektedir.
“Biz seçim kazanamayız, bu halk bizi
seçmez” gibi bir önyargısı olan sol kesim, darbeyle iktidarı gasp etme, iktidar
imkânları ile halkı “terbiye etmek” gibi bir takıntının sahibidir. Darbeciliği
bir kurtuluş hareketi olarak nitelendirme nedenlerinin temeli budur.
Çünkü bizde iktidara yüklenen anlam hâlâ
her şeyi kapsamaktadır. İktidar olan kadronun ya da kişinin istediği her şeyi
yapmaya hakkının olacağı, toplumu istediği gibi şekillendirmeye hak ve yetki
sahibi olacağı gibi bir ön kabul vardır. Oysa bu ön kabulün temeli, dikkat
edilirse zorbalığa dayanmaktadır. Zorbalığı kutsallaştırmaktadır. Böylece
zorbalığı herkes kendisi yaparsa meşru ve kutsal bilirken, karşı taraf yapınca
ise lânetli bir iktidar icraatı olarak görmektedir.
Bu aslında halka karşı duyulan bir
saygısızlığın, sevgisizliğin de sonucudur. Çünkü normal bir insan, sevip saygı
duyduğu birisine, bir topluma karşı asla zorbalık kurgusu içinde olmaz. Halka
teklif ettiği bir görüşü, bir ideolojisi olabilir. O görüşün, ideolojinin halk
tarafından kabul edilmesini de isteyebilir. Ancak bu bir istek, bir teklif
sınırını aşamaz. Çünkü o teklif, istek sınırını aşan görüş/ideoloji devlet
zoruyla halka kabul ettirilmeye çalışıldığında halkın nasıl canından
bezdirildiğinin örnekleri insanlık tarihinde fazlası ile vardır.
Kutsallık örtüsüne büründürülen askerî
darbe zorbalıklarının en büyük haksızlık olduğunu herkes kabul etmelidir. “Bize
yakın olanların darbesi kurtarıcıdır, uzak olanların darbesi zulümdür” değil, “Bütün
darbeler zulümdür, halka karşı işlenmiş büyük bir suçtan başka bir şey değildir”
demek gerekir.
“İktidar olmanın tek meşru yolu,
yalnızca halkın seçmesidir” kuralını herkes içselleştirmelidir. Atatürkçülükten
sapmayı, lâiklikten sapmayı engellemek için darbe yapanları, o darbecileri
heveslendirip özendirenleri, ibretlik cezalardan sonra bir büyük rehabilitasyon
merkezinde özel korumaya ve tedaviye almak icap eder.
Son yüz yıllık darbeler için
“Atatürkçülükten sapma ve lâiklik” bir neden olmuşsa, ciddi olarak
Atatürkçülüğün ve lâikliğin gözden geçirilmesi, bunların içeriğinde darbeciliği
teşvik eden hangi unsurların bulunduğunun uzman bir heyet tarafından
incelenmesi, Türkiye’nin geleceğine büyük bir hizmet olacaktır.
Türkiye, başarısız darbecilerin
cezalandırıldığı ama başarılı darbecilerin baş tâcı edilerek kurtarıcı
sayıldığı bir garip ülkedir. Başarılı olanı meşru görme, başarısız olanı gayr-i
meşru görme gibi bir tutum maalesef yaygındır. Bu tutumu hepimiz terk
etmeliyiz. Türkiye hiç kimsenin özel mülkü değildir. İktidar olmanın, iktidarda
kalmanın meşruiyeti de bir kimseye sadakatle ölçülemez. 21’inci yüzyılda böyle
takıntılar çağdışı bir anlayışın tutsağı olmak demektir.
Üzerinde en çok konuşulan darbelerden 28
Şubat Darbesi’nin bile yargılanması tamamlanamamıştır. Türkiye tarihi için bu
durum utanç verici değil midir?
28 Şubat Darbesi’nin medya ve sendika
ayağı hakkında dâvâ bile açılmamıştır!
Oysa o darbeciler ve onların
destekçileri, halk tarafından tükürükle boğulmalıydı. Sokağa çıkamamalıydılar!
Evet, o ayarı bozuk darbeciler,
yaptıklarının bin yıl süreceğini söylemelerine karşılık beş yılda tükendiler.
Ancak bu tükenme bir teselli sebebi olmamalıdır.