Zor bir gün

Biri, ne dediğini anlayamadığı ama dakikalarca kıpırdayan, açılıp kapanan dudakları seyrederken gülümsemek zorunda kaldı; onun için zordu. Ama en zoru, bir yaz günü öğle sonrasında, Eminönü’nden kalkan tramvaydaki bu üç kişiyi gecenin bir vakti bir araya getirebilmekti sanırım.

İlmiye’yi gören:

“EMİNÖNÜ tramvay durağında elindeki poşetlerle top gibi yuvarlanarak, kapıda birikmiş kalabalıkla birlikte içeri girmeye çalışırken çekmişti dikkatimi.

Aksıyor muydu, yoksa bacakları bedeninin üst kısmını taşımakta zorlandığı için mi, bir sağa, bir sola yaylanıyordu, anlayamadım. Obezliğin tel örgülerini dağıtıp sınırlarını çoktan aşmış bir görüntüye sahipti. Yürürken karnında bir gıda çuvalı ile birlikte hareket ediyordu sanki.

Üstünde bol çiçekli pazen bir etek, siyah uzun bir hırka ve yer yer terden koyulaşmış eflâtun renkli penye bir bluz vardı. Beyazlamış saçlarının ön kısmını açıkta bırakan başörtüsünü çenesinin altında düğümlemişti.

Girer girmez ilk önce yalpalayan bedenini düşmemek için emniyete aldı. Bir eliyle en yakın direğe tutunurken, gözleriyle de vagonun içini tarayıp kendine uygun boş yer aradı. Olmadığını görünce de beden dili devreye girdi hızla. Gözleri küçüldü, yüzü ekşidi, ağzından tıslamayla nefes verme arası bir ses çıkardı. Her şeye rağmen umudunu kaybetmediği belli oluyordu.

Kadının elindeki poşetler ve yorgun hâli yani fiziksel argümanlar oturanları yeterince ajite edememişti anlaşılan ki yer verme konusunda hiçbir hareketlenme olmadı vagon içerisinde. “Ben çok gördüm sizin gibi yer vermek istemeyenleri, görürsünüz birazdan” der gibi gezdirdi gözlerini oturanların yüzlerinde…

Oturacak yer bulduğu için kendini şanslı hissedenlerin bir kısmı camdan dışarıyı seyrederken, bir kısmı telefonuna bakıyor, kısmen yaşlı olanları ise kadınla göz göze gelmekten çekinmiyordu. Ben ise kadının hareketlerini izlerken yaptığım vicdan muhasebesi empati duygumun da baskısıyla birleşince, o tazyikle kendimi bir anda ayakta, kadına yer verirken buldum. Öyle ya, gençler ya da genç sayılanlar kadar duyarsız değildim; yaşlılar ya da yaşlı sayılanlar kadar da kendimi rahat rahat oturma hususunda hak sahibi görmediğime (daha doğrusu kendimi o kadar yaşlı bulmadığıma) göre, en uygun aday ben olmalıydım.

Baş hareketim teyzemizi az önceki gibi iki yana yaylanarak koşturmaya yetti. Koşturmak fiilî olarak gerçekleşemese de eminim içinden uçuyordu bile. Görevimi yerine getirmiştim; sanki o tombul, kırmızı yanaklı yaşlı teyzeye yer tutmak için binmiştim ben tramvaya. Çünkü neredeyse oturmamla kalkmam bir olmuştu. Artık gönül huzuru ve bacak huzursuzluğu ile ayakta dikilerek, askılara tutunarak, biraz da yaptığım iyiliğe karşılık başka bir yer bulma umuduyla Bağcılar’a kadar gidebilirdim.

Oturduğum koltuk zaten onun hakkıymış gibi teşekkür etme gereği bile duymadan heyecanla yerime oturan teyzeyi bir an önce unutmak için arkaya doğru ilerlerken son bir bakış attım geriye doğru. Teyzemiz, yanına oturduğu genç hanımı başıyla selâmlarken mırıldanarak bir şeyler anlatmayı da ihmâl etmiyordu…

İlmiye’nin kendisi:

“Burası da güneşe karşıymış, pişerim ben burada gidene kadar. Keşke gölge taraftan biri yer vereydi. Kimsede büyüklere saygı kalmadı ki, böyle miydi eskiden? Görüyorsunuz, elimde yüküm var, kollarım dolu, yaşlıyım. Ama yok, kimse kılını kıpırdatmıyor. Çok bir şey de almadım aslında ama sıcakta dolaşmak yordu beni galiba.

Sen de Bağcılar’a mı gidiyorsun kızım? Çok uzak kuzum değil mi çok uzak! Gelip gidilecek gibi değil aslında ya… Allah’tan şu tramvay var da tek vâsıtayla gelip dönebiliyoruz. Bir de şu ayakta kalma korkusu olmasa! Poşetlerin bir kısmını şu tarafa koysam seni rahatsız etmez, değil mi? Sağ olasın kızım! Allah ne muradın varsa versin! Muradın yoksa da arzulayacağın bir murat versin!

Hanife’ye, bizim küçük geline, ‘Gel beraber gidelim, bir iki poşetin kulpundan da sen tutarsın’ dedim, ‘İşim var’ dedi. Ben bilmiyorum sanki onun işinin ne olduğunu. Ne olacak, yeni açılan kafeyi merak ediyorlarmış; dün Melahat’la konuşurken duymuştum. ‘Yarın gidelim de bir kahve içelim’ diye plânlar yapıyorlardı. Çoluk yok, çocuk yok; işi gücü gezip eğlenmek. Bizim oğlan kazanıp getiriyor, o da kafelerde harcıyor. ‘Otur evinde, bir tencere yemek yap, bir tas çorba pişir kocana’ desen, kabahatli oluyorsun. Kaynanayız ya, her lâfımızı diken belliyorlar, batıyor bir taraflarına. Yanlış bir şey mi söylüyorum?

Yapamazmış. Niye? Psikolojisi bozukmuş. Demiyor ki ‘İki yumurta kırmaktan acizim, yemek yapmayı bilmiyorum’. Ha bir de çocuğu olmuyor ya, o yüzden depresyon mu neyse, ona giriyormuş. Bu da moda oldu iyiden iyiye anam! Kimi sorsan adres belli. ‘Giresin olsun da çıkasın olmasın inşallah’ demek geliyor içimden ya, oğlum Erdem’e yazıklanıyorum. Ciğer işte, kendi çocuğuna kıyamıyorsun! Yoksa Hanife’ye acıdığımdan değil. Sen de girer misin kızım oraya? Bu da ne desem sırıtıyor ayol!

Küçüğü böyle de büyüğü farklı mı sanki? Al birini vur ötekine. Biri çocuksuzluğu bahane ediyor, diğeri de çocuğu. Ben anlamadım bu işten bir şey. ‘Şu eve bir süpürge açsaydın Nalan’ diyorum. ‘Çocuk bırakmıyor ki’ diyor. ‘Kirliler taşmış çamaşır sepetinden Nalan’... ‘Çocuk bakıyorum anne’... Yemek? ‘Anne çocuktan fırsat mı var ki?’… Kızım, altı üstü bir çocuk! O da kocaman oldu sayılır. Maması yok, bezi yok. Duyan da bir düzine çocuk bakıyorsun sanır. Gerçekten baksa içim yanmaz.

Bunlar şimdi bizim üst katta oturuyorlar ya, ikide bir iner aşağıya, ‘Anne, İlayda’ya banyo yaptır’, ‘Anne, İlayda’nın saçını tara, yemeğini hazırla’, ‘Anne, benim işim var, İlayda’yı okuldan al’... İşi varmış. Bak sen! Sanırsın tütün kırmaya gidiyor… Ah ben biliyordum başıma geleceği ama çocuklara söz geçiremedim ki bir türlü!  

Güya iki oğlan yetiştirdik, iki de gelinimiz var ya, aha işte lâzım olduklarında hiçbirini yanında bulamıyorsun! Haydi adamı saymıyorum; emekli olduktan sonra kedi eniği gibi yuva yaptığı o koltuktan, elinde televizyon kumandası, kaldırmak mümkün olmuyor bir türlü. Hattâ koltuk bizim herife öyle alışmış ki adam kalkınca koltuk da peşinden gidiyor. Adamdan fayda yok da oğlanlardan ya da gelinlerden biri yardım için gelse şu alışveriş zamanları…

‘Sanki ben kendim için geliyorum’ diyorum… Diyorum da kime? Yok anam, gelmezler! Niye gelsinler? İncileri dökülür zahar… Bir de akıl vermezler mi? Neymiş, kocaman bir AVM açılmışmış çok yakınımızda, onca yolun eziyetini niye çekiyormuşum? Yürüyerek bile gidebilirmişim AVM’ye; daha iyisi, hem de bol çeşidi varmış orada. Var var olmasına, ben de biliyorum da, Mahmutpaşa’daki kadar uygun fiyata olanı var mı acaba? İşin bu tarafını hiç düşünmezler ki…

Sen evli misin kızım, çoluk çocuğun var mı? Ne demek istediğini anlamadım ama… Aman, olsa bir dert, olmasa başka bir dert! Bizim büyük oğlanın çocuğu var meselâ, küçüğünün yok. Biri var, olanın elinden şaşkın; diğeri yok, olanın hasretinden o hastane senin, bu doktor benim dolaşıp duruyor. Kaç defa söyledim ‘Oğlum bırak, kaderin ne ise ona râzı ol’ diye, dinlemedi beni. ‘Tüp’ mü dedi, ‘küp’ mü dedi, pek anlayamadım, onu deneyeceklermiş. Umut dünyası işte! O da hayırlısıyla bir evlât sahibi olsun, onun da yüzü gülsün, başka bir şey istemiyorum.

Olunca da bir çabuk büyüyüveriyorlar ki, sorma! Kerem’in, büyük oğlanın kızı bak, yedi yaşına bastı. Geçen ay doğum gününü kutladık bizim evde. En son o zaman gelmiştim ben de buralara, doğum günü malzemeleri almak için. Ne zaman doğdu, ne zaman bu yaşa geldi, anlayamadık bile. Okula da gidiyor şimdi, maşallah! Allah ne veriyorsa, hayırlısını versin, değil mi?

Sen, ‘Çocuğum var’ mı demiştin kızım, unuttum ne dediğini. Aha Sevil’in kızı! Evlerden ırak, söylemeye dili varmıyor insanın. Öyle olacağına hiç olmasın, değil mi?

Hangi durağa gelmişiz kızım, baksana, gözüm seçmiyor. Bana değil, dışarıda durakların isminin yazıldığı yere bakacaksın. ‘Durak’ diyorum kızım, hangi duraktayız? Buna niye gülüyor şimdi bu kız, anlamadım. Elini kolunu niye oynatıp duruyorsun kızım? Tövbe tövbe!

Muhabbet mağduru genç kız:

“Yanımda oturan adamın kalkıp da bu sevimli, tombul teyzeye yer vermesinden doğrusu memnun olmuştum. Teyzemizin oturur oturmaz dudakları kıpırdamaya başladı. Bana bir şeyler söylemek istediğini anlayabiliyordum. Sonra önüne ve kucağına sığmayan poşetlerin bir kısmını benim önümdeki boşluğa doğru sürdü. Gülümseyerek karşılık verdim. Yol boyunca ara sıra dönüp ona bakıyordum. Dudaklarının hareketi hiç durmadı, sanırım sürekli bir şeyler anlatıyordu. Benimse gülümsemekten başka elimden bir şey gelmiyordu. Ona sözlü cevap veremedim ve maalesef sadece işaret diliyle anlaşabileceğimizi anlatamadım.”

Uyduran:

Biri, çok gönüllü değildi ama hissettiği sorumluluk sonucu yerini kaptırdı. Bir saati geçkin bir süre ayakta, sıcakta, ter kokulu bir yolculuk yapmak zorunda kaldı; onun için zordu. Biri yalnızlığını, içi kemirilmiş hayatını, dolu alışveriş poşetleriyle ve tepkisiz biriyle paylaşarak daha da ağırlaştırdı; onun için zordu. Biri, ne dediğini anlayamadığı ama dakikalarca kıpırdayan, açılıp kapanan dudakları seyrederken gülümsemek zorunda kaldı; onun için zordu. Ama en zoru, bir yaz günü öğle sonrasında, Eminönü’nden kalkan tramvaydaki bu üç kişiyi gecenin bir vakti bir araya getirebilmekti sanırım.