İRİ kanatlı ahşap kapının kulp yerlerine takılmış demir halkalar ve bu halkaların içinden geçen kalın zincirle kilitlenen kapıyı var gücüyle zorluyordu. Bağırıp yardım isteyecekti fakat sesi tüm gayretine rağmen çıkmıyordu. Fal taşı gibi açılmış gözleriyle kafasını arkaya çevirdi ve zifiri karanlığın ortamda ne varsa yuttuğunu gördü. Yüreği fırlayacaktı adeta. Derinden bir ses geliyordu. Babasının sesiydi, emindi bundan. “Yavrucuğum, çehre-yi Mehlikan’ı bul!” cümlesini durup soluk alarak tekrarlıyordu arka arkaya.
“Bismillah!” diyerek fırladı yatağından. Kalkıp yürümeye korkuyordu, tekrar yatıp uyumaya da. Bildiği ne kadar kısa sûre varsa hızlıca okudu. Öylece yatağın içinde oturdu ve gördüğünün bir rüya olduğuna şükretti. Biraz sonra yatak odasının kapı cızırtısıyla beraber anne ve babasının sabah namazına kalktıklarını anlayınca tüm korkularından ari, başını yastığına koydu ve uykuya daldı.
Sabah, telefonuna gelen çağrıları meşgule atarak uyku için zaman kazanmaya çalıştı. Ama nafile. Arkadaşları ısrarlarından vazgeçecek gibi durmuyorlardı. Bugün nasıl bir mazeret bulmalıydı? Artık bu başıboşluğun onu sıktığını, ruhunu ve vicdanını rahatsız ettiğini söyleyip uzatmamalıydı bu kısır döngüyü. Son günlerde gördüğü kâbusların üzerindeki etkisi mi, yoksa bedensiz bir âlemde yaptığı seyahatin derinlerinden gelen sesler mi onun zihnini düşünmeye sevk etmişti, bilemiyordu. Keyifsiz bir ses tonuyla açtı telefonları. “‘Bugün olmaz’ demiştim, yapmam gereken işlerim var” diyecek oldu fakat tüm kurguladıklarından vazgeçti. Gece gördüğü rüyanın üzerine bıraktığı ağırlığı atmak istiyordu.
Babasının tayiniyle bu şehre geleli henüz bir yıl olmuştu. Yeni bir mekân Seyit’i düzene sokar, arkadaş grubundan uzaklaştırır düşüncesiyle çok sevdikleri son görev yerlerinden tayin istemişlerdi. Ne eğitimini devam ettirmiş, ne de düzenli bir işe girip çalışmıştı yirmi yedi yaşına kadar. Üstelik anne ve babasıyla kopuk olan ilişkisi giderek onlara meydan okuma raddesine doğru ilerliyordu.
Annesi Güzin Hanım, tek evlâdı olan Seyit’i titizlikle büyütürken aile içi değer ve hassasiyetleri ehemmiyetle gözetmişti. Kaymakamlıkta kalem memuru olan babası Ekrem Bey ise manevî tarafı oldukça kuvvetli, eşini ve çocuğunu şefkatle gözeten biriydi. Kendilerince özen göstererek büyüttükleri evlâtlarının asiliğini “imtihan” olarak değerlendiriyor, sabrın yanı sıra duayla beraber çözüm arayışlarını da bırakmıyorlardı. Yakın zamandaki farklılıklar onların da dikkatini çekmiş, “Tebdil-i mekânda ferahlık vardır” niyetiyle aldıkları kararın yaşamlarına sirayet edişine yormuşlardı.
Seyit’e göre de bir garip hâl vardı bu şehirde. Bilge bir insanın üzerine oturmuş ağırbaşlılıkla onu seyredip sonra da öğüdünü veriyor gibiydi. Ruhuna gizemli cümleler fısıldıyordu. Sanki bu güne değin tarzı olmayan bir kitabı okuyor da satırlarında afallıyor hâlde buluyordu kendini. Aşkın taşkın düşünceleri sükûnete dönmüş, onu keyiflendiren meşgaleleri bir bir anlamlarını yitirmişti. Her vakti başka bir hissin tercümanı olan bu şehir, hele akşam olunca masivanın tüm yükünü güneşin sırtına yükleyip uğurluyordu Seyit’in ruhunda.
Arkadaşlarının ısrarıyla randevu yerini ve saatini kararlaştırdılar. Yataktan çıktığı gibi elini yüzünü yıkayıp hazırlandı. Annesinin kahvaltı ısrarını öteleyerek buluşma yerine doğru yürüdü…
Önce bilardo salonuna girdiler. Seyit oynamaya hiç yeltenmedi. Salondan çıktıktan sonraki durak, bir şeyler içecekleri, yeni açılmış bir kafeydi. Kafenin olduğu yer, şehri kuş bakışı izliyordu adeta. Birçok tarihî yapının etrafını çevrelediği bu mekân, bir grup arkadaşın oyun bozanı gibi duruyordu orada. Kafenin o mıntıkada aykırı duruşuna mı üzülmeli, yoksa neredeyse yedi yüzyıllık eserlerin arasına sokulduğu için onların bölünen hasbihâline mi?
Seyit, ilk defa geliyordu buraya. Tarihî binalar bir hayli dikkatini çekti ve uzun uzun seyretti eserleri. Oturdukları mekândan bakınca, aşağı tarafında iki türbe, sol tarafında Osmanlı döneminde yapılmış ilk darphane, onun az ilerisinde de Gülbahar Hatun’un yaptırdığı bir hamam ve üst tarafta kalan, minaresinin göründüğü 1300’lü yıllarda inşâ edilen Ulu Cami, ilk gözüne çarpanlardı. Ufak mescitler ve tekkeler, şehzadeler şehrinin sadece bu alanındaki tarihî eserlerdi. Bir şehir bir devrin ruhunu ikram ederken, kayıp siluetlerin parmak izlerinden kimliğini okutturuyordu arayanlarına.
Birer kahve içip hiçbir amaca hizmet etmeyen sohbetlerini yaptıktan sonra ayrıldılar oradan. Kapıyı kapatacağı esnada bir sesin “Mehlika” diye seslendiğini duyduğu anda hızla geri döndü ve kasa bölümünün yanındaki ufak odaya giren birinin sadece etek uçlarını görebildi. Ses ile aynı hızda, zihninde rüyası canlandı. Şaşkınlıkla geri döndü. “Mehlika” ismini hatırlayışıyla hissettiği korku birkaç saniye içinde zihninde ve bedeninde tekrar etti. Ahşap kapı, halkadaki zincirler ve “Mehlika”...
***
Hem gecesi, hem de gündüzü başka bir gündü bugün Seyit için. Annesi de fark etmişti üzerindeki durgunluğu. Biraz sorar gibi oldu ama Seyit kendi bile anlamlandıramadığı hâli anlatamadı annesine.
Ertesi gün soluğu aynı kafede aldı. Bir Mehlika bekliyordu her an kapıdan girecek ya da kapıdan çıkacak. Düşle gerçeği birleştirecek, bu şehrin efsunlu tavrına bir izah getirecek o gizemli kişiyi gözlüyordu. Birkaç saat oturdu. Müşterilerin dışında işletmenin gerek sahibi, gerekse çalışanlar arasında hiç hanım eleman çarpmadı gözüne. İhtimaller kafasının içini turladı durdu uzun bir zaman. Kendi kurgusunun esiri gibi hissetti kendisini. Hayâlle realiteyi bu denli mezcetmek, hele bunu bir de tesadüfen duyduğu bir ismin gizemine yüklemek akıl kârı değildi.
Kasaya hesabı ödedi ve çıktı. İleride bulunan Ulu Cami’den yayılan ikindi vaktinin ezan sesi istemsizce Seyit’i o tarafa doğru götürdü. Kafasının içi savaş yeriydi adeta. Babasının “Kâinatta her şey bir sebebe tâbidir. Rastlantısal değil, anlamlı ve hikmetlidir” izahı hiç durmadan tekrar ediyordu dimağında. Yolu nasıl yürüdüğünü anlamadı; çünkü ezan bitmeden gelmişti bu bile. Üç dört taş basamakla girdiği caminin avlusunda mermer bir şadırvan karşılıyordu gelenleri. Avludan yürüyüp giriş kapısına ilerleyince iri kanatlı ahşap kapı ve üzerindeki demir halkalar, gecenin sesten sonra görüntüye dönüşmüş hâlini yaşattı ona. Eksik olan tek parçanın kalın zincir olduğunu fark edince ürperdi birden…
Kafasını arkaya çevirse bir karanlığın kendini yutacağı hissiyle gözlerini kapadı ve koşar adımlarla oradan ayrıldı. Yola indi, gelen minibüse el kaldırdı. İnen yolcuları bekledi önce. Aracın hareket esnasında yolun kenarında duran sakallı bir ihtiyarın, yanındaki genç hanıma, “Mehlika, elimi tut!” dediğini işitti.
Bardaktan boşanırcasına yağıyordu yağmur. Yol boyunca oradan oraya kaçışan insanları seyretti minibüsün camından. Gök gürültüsünün verdiği dehşeti şimşek sesleri artırarak tamamlıyordu. Şoförün teybinden ortama yayılan müzik, bu kasvetli günü teselli etmenin peşinde gibiydi. Bilmediği güzergâhlarda ilerleyen minibüs dar sokaklara girdi. Eski dükkânların zamana açılmış ufak kapıları, bir vakitlerin kanaat günlerinden bugüne uzanmış, zamanın hâlini içerleyerek seyrediyorlardı. Ayakkabıcı, kumaşçı, bakırcı ve nalbur dükkânları birbirine öylece kenetlenmişti. Babasından dinlediği hatıralar aklına geldi ve şoföre “İnecek var” dedi.
Daha ilk dakikada incecik tişörtü bedenine yapışmış, ayaklarının içi sırılsıklam olmuştu. Önünde durduğu demirci dükkânına girdi. Işığın kıt kanaat ulaştığı köşede ocağı harlayan ihtiyar, ayak seslerini alınca döndü ve “Geldin mi?” dedi. Seyit şaşkın bir sesle, “Bana mı dediniz?” diye sorabildi sadece. İhtiyarın “Kapıdaki zinciri sen zorlamadın mı?” sualiyle alevin büyümesi ortamı biraz daha aydınlatmıştı. Ocağın yanındaki odanın kapısı açıldı, yirmi yaşlarında mermer gibi ışıyan bir tenin üzerinde iri siyah gözlerle kendisine bakan genç bir hanım içeri girdi. “Gel Mehlika, misafirimiz geldi” dedi ihtiyar.