
“MADEM Osmanlıca bir
ifadeyi başlık eyledik, o vakit yaz yolculuğuna (rıhlet-i sayfiye) Osmanlı’dan
başlamak gerekir” diyerek vira bismillah!
Yaklaşık
iki yıl kadar önce “Evlerde -zaman zaman dışarı çıkma yasağı ile birlikte- uzun
bir tatile gireceksiniz” deseler, “Öyle tatil mi olurmuş?” derdim. Bu öyle bir
tatil ki, ne okul var, ne iş var, ne misafirlik var, ne bayram var, ne seyran.
“Ne tatili?” dediğinizi duydum bile! Ne yapayım, “Tatildeyim” diyerek kendimi
avutuyorum. Hatta beni arayanlara, “‘Tatilde ne yapıyorsun?’ diye sorun”
diyorum. Böylelikle kendimi avutmaya çalıştığım bu aldanış gerçek oluyor muydu
acaba? Neyse, kendimden bahsetme işini sonraya bırakarak devam ediyorum…
Günümüzde
“tatil” denildiğinde eğlence amacıyla iş hayatına ara vermek ilk akla gelen eylem
olsa da “tatil” kelimesinin zihnimde çağrıştırdığı tanım, “günlük yaşamın
işleyişine bir süreliğine ara vererek rutinlerimizin dışına çıkıp etkinliklerde
bulunmak” şeklinde. Tatilde gittiğimiz yer, yediğimiz yemekler ve yaptığımız
aktiviteler, günlük rutinimizin dışında olduğundan bize iyi gelir. Tatilden
beklenenlerin herkes için farklılık gösterdiği muhakkak. Lâkin herkesi orta
noktada buluşturan konu, tatilden huzur, mutluluk ve güzel anılar biriktirerek
evine, yaşadığı şehre dönebilmek.
Peki,
Osmanlı döneminde tatilden ne anlaşılırdı?
Osmanlı
toplumunda tatil anlayışı
Osmanlı’da
tatil kavramı kendine pek yer bulmamıştır. Çünkü çalışma hayatında usta-çırak
ilişkisine dayalı bir sistemin baskın olması nedeniyle tatiller tamamıyla
ustanın inisiyatifine bırakılmıştır. Herhangi bir tatil günü belirlenmemekle
birlikte, sadece ölüm, dinî günler ve evlenme söz konusu olduğunda
çalışılmazdı. Bunun yanında çok uluslu bir devlet olması nedeniyle tatil
günlerinin çalışma hayatında farklı uygulamaları var olmuştur. Ticaret yapan
Müslüman, Musevî, Hıristiyan tüccar ve esnaf, kendi dinî yapılarına uygun
şekilde tatil günlerini belirlemişlerdir.
Örneğin
Müslümanlıkta Cuma gününün tatil olduğu gibi bir düşünce hâkimdir. Oysa Cuma günü
İslâmiyet’te Müslümanlar için bir bayram olduğunun belirtilmiş olmasına rağmen tatil
günü olarak tayin edilmemiştir. (Sadece bazı İslâm âlimleri, tatil olarak bir
gün tayin edilecek ise bunun Cuma günü olmasının uygun olduğunu
belirtmişlerdir.) Bu konu ile ilgili Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyurulmuştur: “Ey
inananlar! Cuma günü, namaz için çağrı yapıldığında, Allah’ı anmaya/Allah’ın
Zikrine koşun! Alışverişi bırakın. Namaz kılınınca hemen yeryüzüne dağılın ve
Allah’ın lûtfundan nasibinizi arayın.”
Buradan
anlaşılacağı üzere, iş bırakılacak süre, Cuma gününün tamamı değil, sadece
namaz vaktidir. Bu durum 1930’lu yılların ortalarına kadar devam etmiştir.
Osmanlı’da
hafta tatili anlayışını benimsemiş ilk kurumun medreseler olduğu bilinmektedir.
Medreselerde ise haftanın belli birkaç günü tatil yapılırmış. İlk Osmanlı
medreselerinin bazılarında talebelerin kütüphaneye gidebilmeleri ve bazı
ihtiyaçlarını giderebilmeleri -çamaşır yıkamak gibi- için farklı günlerde ve
farklı gün sayısında tatil yapılırmış. Fatih Sultan Mehmed döneminden itibaren
bu sayı bir güne indirilmiş ve sadece Salı günleri tatil olarak belirlenmiş. Bu
durumun Cumhuriyet dönemine kadar bu şekilde devam ettiği kaynaklarda beyan
edilmiştir. Hatta tatil olması nedeniyle Salı günü esas dersler okutulmaz,
isteyenler için “koltuk” adı verilen yardımcı dersler gösterilirmiş. Ecdad ne
kadar ince plânlamış!
Eğitimin
en çok tartışıldığı şu pandemi günlerinde başımızı Osmanlı dönemine çevirip
baksak çok şey elde edebileceğimiz kanaatindeyim. Kaynaklarda Osmanlı döneminde
memurlar için günler noktasında zaman zaman farklılık göstererek ve kimi
dönemde iptal edilip kimi dönemde yeniden gündeme gelerek tatil plânlaması
yapılmış olduğu görülmektedir. Örneğin önce Perşembe ve Pazartesi tatil olurken,
bir müddet sonra Pazartesi yerine Pazar dâhil edilmiştir. Yine Sadrazam İzzet
Mehmed Paşa döneminde (1774 yılında) tatil kaldırılmış, Sultan İkinci Mahmud
döneminde yeniden gündeme gelmiştir. Tanzimat’ın ilânından (1839) sonra
yalnızca Perşembe günleri tatil edilirken, 1842’de Müslüman memurlar için Cuma
günü -Cuma namazı için olsa gerek- ile değiştirilmiştir. Hıristiyan memurlar
Pazar günü, Musevîler Cumartesi günü tatil yapmıştır. Meşrutiyet ilân
edildikten sonra Haziran, Temmuz ve Ağustos aylarında Cuma ve Pazar günleri tatil
günü olarak kabul edilmiş fakat bu uygulama sadece bir yıl sürmüştür.
Osmanlı döneminde tatil yerlerine “sayfiye yeri” denirmiş. O tarihlerde köylülerin yaylaya çıkma kültürü haricinde 19’uncu yüzyıla kadar sadece devlet büyükleri ve saray ahalisi gidermiş sayfiyelere. Padişahın ferman buyurmasıyla başlarmış “rıhlet-i sayfiye”. Sayfiyenin “Ben Osmanlı’ya aitim!” demesinin nişanesi olarak, yapıda kullanılan ahşap koyu renkte olmalı ve kıvrımlar ile desenlerden oluşması yeterliymiş. Bu yapılar bugünkü “yazlık” kavramının temelidir. İlerleyen yıllarla birlikte zenginleşen halkın çeşitli imkânlara kavuşmuş olması, padişah fermanına gerek kalmadan istediği vakit sayfiyelere gidebiliyor olmasının önünü açmıştır. Bu durum Osmanlı’da sayfiye kültürünün gelişmesi ve yaygınlaşmasına neden olmuştur.
Cumhuriyet’le
birlikte yenilenen resmî tatil anlayışı
Türkiye
Cumhuriyeti’nin kuruluşundan bir yıl sonra, 2 Ocak 1924’te çıkarılan kanunla
çalışma süresi altı günle sınırlandırılarak Cuma günü resmen tatil olarak
belirlendi. Bu resmî tatil hem Müslim, hem de gayr-i Müslimler için geçerliydi.
Son Cuma tatili 31 Mayıs 1935 tarihinde yapıldı ve aynı yıl içerisinde yeniden
değişikliğe gidildi. Tatilin kapsadığı süre Cumartesi 13:00’da başlayıp
Pazartesi sabahı olarak değiştirildi. Gerekçe ekonomikti. Avrupa devletlerinin
Pazar günü tatil yapması ekonomik ilişkilerde verimsizliğe neden olmaktaydı.
1935 tarihli Tatil Kanunu 1974 yılına kadar devam etmiştir. Sonrasında yarım
günlük tatilin verimli olamadığı düşüncesiyle 1 Temmuz 1974’ten itibaren
ülkenizde Cumartesi de tam gün tatil edilmiştir. Günümüzde bu yasa
geçerliliğini korumaktadır.
Eğitim-öğretim
noktasında Türkiye’de ilk ve orta dereceli okullar 1974 yılına kadar Cumartesi
günleri öğrenime devam etmişlerdir. Dedem, “Gene siz iyisiniz! Sizin tatiliniz
iki gün; biz Cumartesi’de yarım gün okula giderdik” dediğinde için için
kızardım. (Hoş, boşuna kızarmışım! Nereden bilebilirdim gün gelip okulların iki
yıl kapalı, öğrencilerin de okula hasret kalacağını.) Sonradan okullar için de
Cumartesi tam gün tatil ilân edilmiş.
Ben
öğrenci olmayabilirim fakat bu durum yollardaki öğrenci koşuşturmalarını özlememe
engel değil. “Dedem” dedim, aklıma çocukluğumun tatili geldi. Aslına bakarsanız,
daha önceki yazılarımda farklı başlıklar altında çocukluk anılarımı kısmen
paylaştım sizlerle. Fakat daha çok tatil anım var. Anlatmaya başlamadan önce,
ilkokul öğretmenimle aramda geçen bir diyaloğu paylaşmak istiyorum.
Yaz tatili bitip okulun açıldığı ilk gün, ilkokul öğretmenim ilk derste, yaz tatilinde ne yaptığımızı sorardı. Herkes az çok birbirine benzer hikâyeler anlatırdı tatile dair. Ben de her defasında aynı şeyleri anlatmışım -her anlatışımda ilk defa yaşamış heyecanı ile anlatırdım- ki öğretmenimin gülümseyerek “Bu yaz farklı bir şey yaptın mı?” diye sorduğunu hatırlıyorum. Cevaben, “Öğretmenim, ben farklı bir şey yapmak istemiyorum. Ben tatilde bunları yaptığım için mutlu oluyorum zaten” demiştim.
Büyüyünce anladım ki, dağ bayır dolaşırken, aslında bir taraftan keşfe çıkıyormuşum. Her bulduğum ve farklı şekle benzettiğim taşları, ağaçları incelerken, zihnim bulanık düşüncelerden arınıp yeni şeyler öğreniyormuş.
Değişen
zihin, değişmek zorunda kalan tatil
Geçen
yıldan bu yana bizleri birçok şeyden mahrum bırakan pandeminin beni sevindiren
iyi taraflarından biri, tatil kavramının yeniden bağlarda, köylerde hayat
bulması oldu. Kalabalıktan uzak izole bir ortamda tatil yapmak maksadıyla bir
dönem kapılarına kilit vurulan bağ evleri yeniden açılmaya başladı. Bağlar
benim çocukluk günlerimin en önemli “sayfiye” yerleriydi.
Her
yaz, Haziran ayında tatil heyecanı düşerdi kalbimin orta yerine. Elimdeki
karneye iliştirilmiş “takdirname” bile bu heyecanın önüne geçemezdi. Çünkü
tatil demek, benim için bağda geçirilecek üç ay demekti. Günler öncesinden
hazırlardım eşyalarımı. Dedemle babaannem birkaç gün önceden gider, biz
gidesiye bağ evini temizler, hâle koyarlardı. Bu arada yanlarında giderken oyun
arkadaşlarımdan biri olacak olan, kakülünün altından boncuk gözleriyle etrafı
kolaçan eden oğlağı -keçi yavrusu- da yanlarında götürürlerdi. Oracıkta sanki
benim gelmemi beklerdi. Onlardan birkaç gün sonra, okullar kapanır kapanmaz biz
de göçerdik bağa. Ertesi sabah ilk işim, oğlakla tanışıp bir isim bulmak
olurdu.
O
günlerde bağlarda genellikle akrabaların evleri birbirine yakın olurdu. Bu nedenle
oyun arkadaşı eksikliği çekilmezdi. Bir de halamın çocukları ile yaşlarımız çok
yakındı, onlar gelip kalırlardı. Bu kadar ekip bir araya gelir de tatil keyifli
olmaz mı? Ağaca tırmanıp inemediğinizde, evden gizlice merdiven getirmek için
haylazlık yapıldığında, hanginizin yaptığı anlaşılmasın diye veya akşam aynı cibinliğin
içinde yatıp birbirinize fıkralar ve masallar anlatmak için ekip gerekir. Bütün
bunların yanında, bir de yanınızda yorulmak bilmeden hoplayıp zıplayan, sizinle
dağ bayır dolaşan bir oğlak varsa, daha ne istenir ki?
Annemin
gönlü olsun diye arada bir de olsa nakış dikişe meraklıymış gibi yapardım lâf
aramızda. Bir de her gün babaannemle Kur’ân öğrenme saatim vardı. İyi ki
yapmışız o dersleri, mekânı Cennet olsun!
Çocukluğumun
tatil günlerini yazarken her satırında tıpkı öğretmenime anlatırkenki heyecan
yine var. Fakat bu sefer heyecana ilâveten o tatile duyduğum özlem var. Üstelik
her geçen yıl artan bir özlem bu! 80’li yılların şanslı çocuklarıydık biz. Ne
zamanki büyümeye başladık, ortaokul, lise, üniversite derken bir de baktık elimizden
kayıp gidivermiş çocukluğumuzun tatili…
O
günlerden bugünlere tatil kavramının -istisnalar hariç- büyük değişim-dönüşüm
geçirdiği aşikâr. Bir kesim hâlâ eski günlerdeki tatil alışkanlıklarını
sürdürmeye devam etse de genelde tatil, artık otellere kaymış durumda.
Çoğunlukla “Tatilin nasıl geçti?” sorusunun yerini “Hangi otele gittiniz?”
sorusu almış durumda. Siz otel tatilinden sonra ne hissediyorsunuz bilmem, ama
benim hissettiğim, tam olarak, “İyi, güzeldi. Yedik, içtik, eğlendik, geldik.
Vallahi dinlenmek için bir tatile ihtiyacım var” şeklinde oluyor. Yanlış
okumadınız, tam olarak hissettiğim bu oluyor! Fiziksel olarak dinleniyorum
fakat zihin olarak hâlâ yorgunum. Çünkü kendim kadar etrafımı da
gözlemlediğimde, teknolojik gelişmelerin, cep telefonlarının, her gün okumadan
duramadığımız mesajların, e-postaların ve kalabalık şehir hayatının aslında
fizikî yorgunluktan çok zihinsel yorgunluk getirdiğini gözlemliyorum. Bu
yorgunluk günümüzde pek çok kişinin problemi hâline gelmiş durumda.
Zihni
dinlendirmek noktasında, beyin ile ilgili araştırmalar yapan Dan Sigel bir
model geliştirmiş ancak öncesinde uyarıyor: “Bu modelin hayatınızda ne ölçüde
yer vereceği, kişinin yaşına, işine, ihtiyaçlarına göre değişir ve ihtiyaç
duyulan süreyi kişi uyguladıkça daha net fark eder.”
Bu
modeli oluşturan unsurları ise şöyle sıralamış:
“Gün
içinde telefon, tablet, televizyon, bilgisayar gibi cihazlardan zihnimizi
kurtarıp bir işe odaklandığımız zamanların olması gerekir. Bu profesyonel
olarak yaptığımız iş de olabilir ya da yapacağımız farklı bir iş de. Zihnimizin
keyifle ve neşeyle çalışacağı eğlenceli ve yenilikçi işler yapmaya vakit
ayırmak lâzımdır. Bu, kişinin ilgi ve yeteneklerine göre değişir. Buradaki
kritik nokta, yeni öğrenmelerin ya da uygulamaların olması gerekliliğidir.
İnsanlarla
irtibat ve ilişki kurmalı; özellikle de sevdiğiniz, değer verdiğiniz insanlara
vakit ayırmak gerekir.
Bedenimizi
iyice hareket ettirdiğimiz ve kullandığımız bir zaman dilimine günlük olarak
ihtiyacımız var.
Dışarıya
kendimizi kapatıp içimizdeki sesi duymaya çalışmak lâzım. Duygularımızı, düşüncelerimizi,
hayâllerimizi derinlemesine düşüneceğimiz bir zaman dilimine ihtiyacımız var.
Zihnimizi
hiçbir şeye odaklamadan, duyularımızı da mümkün mertebe asgarîye indirip, boş
kaldığımız bir zamana ihtiyacımız var.
Ve
son olarak, zihnimizi dinlendirmek için kaliteli ve zamanında uykuya
ihtiyacımız var.”
Peki,
çocukluk tatilimde beynim neden daha iyi dinleniyordu?
Çocukluk
döneminde zihnimin şimdiki telâşı yoktu, kabul ediyorum. Ama o zaman da kendime
göre korkularım, kaygılarım vardı. Yani zihnim yine boş değildi. Büyüyünce
anladım ki, dağ bayır dolaşırken, aslında bir taraftan keşfe çıkıyormuşum. Her
bulduğum ve farklı şekle benzettiğim taşları, ağaçları incelerken, zihnim
bulanık düşüncelerden arınıp yeni şeyler öğreniyormuş. Taşa, toprağa dokunan
elim ve ayağım zihnimdeki negatifliği alıyormuş. Yanımda gezen oğlağın başını
okşamak, yaymak, suyunu vermek ve kekikleri toplarken o an farkında olmadan
aldığım koku sayesinde zihnimin gevşediğinin sonradan farkına vardım. Arkadaşlarımla
oyunlar oynarken, aslında sporun en kralını yapıyormuşum.
Halamın
çocuklarıyla birlikte çamurdan fırın yapar, üzerinde küçük ekmekleri güya
pişirip sonra da onları keyifle yerdik. Biz, “Oyun oynuyoruz” derken diğer
taraftan üretiyormuşuz aslında. Tırmandığım ağacın bir dalına oturup bisküvi
yerken tepeden bağı seyrederdim. Bir taraftan da düşünür, hayâllerimi gözden
geçirirdim. Bazen de hiçbir şey düşünmemek için çıkardım en sevdiğim badem
ağacının dalına…
Tüm
bunları yaparken, zihnim “rıhlet-i sayfiye”ye çıkıyormuş da haberim yokmuş.
Bundanmış meğer her bağda geçirdiğim tatil sonrası keyifle, özlemle ve dinç bir
zihinle okula dönüşüm.
Sağlıklı
ve keyifli bir yaz tatili diliyorum…
https://www.hurriyet.com.tr/kelebek/hayat/80-yildir-bir-pazarimiz-var-29148541
https://www.sabah.com.tr/galeri/yasam/bir_zamanlar_turkiye_617364825358/12
http://www.tarihhaber.net/osmanlida-sayfiye-ve-tatil/
https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/233451
https://islamansiklopedisi.org.tr/hafta-tatili
http://www.elbistaninsesi.com/hafta-tatilinin-anadoludaki-tarihcesi-makale,3913.html
https://m.gencdergisi.com/13178-zihnimi-nasil-dinlendirecegim.html