YÜZ kişiye soralım: “Tiyatro
denince ilk aklınıza gelen oyun nedir?” Kuvvetle muhtemeldir ki ilk sırayı
“Kral Lear” alacaktır, ikinci sırayı “Macbeth”.
Oyun
yazarını sorsak, ilk sırayı Shakespeare, ikinci sırayı Moliere alabilir. Bir
Türk yazarı, bir Türk oyunu akla gelebilir mi hiç? İlk on içine bir Türk yazarı
veya oyunu girebilir mi? Zor, çok zor!
İşte
buna isyan eden yiğit bir adam var: Yarım asırlık tiyatro ve sinema oyuncusu “Zihni
Göktay”…
O
bir halk çocuğu! Halktan, halkla, halkçı… Tiyatrosu da, rolleri de, yaşamı da
halktandır zaten. İstanbul Fatih’te Sarıgüzelli bir terzinin oğlu. Hayatı orada
öğrendi. En övündüğü şeylerdendir de üstelik… Zaten yaptığı, oynadığı, yaşattığı
“halk tiyatrosu”dur.
Pertevniyal Liselidir, evet! Mezun mudur? Hayır! Peki, nedeni? Biyoloji dersinde amibin ve kafadan bacaklıların kesitini çizemediği için okuldan atılmıştır da ondan!
İstanbul
hâlâ Fatih’tir, hâlâ Fatihlidir, hâlâ Fatih’ledir. Bakmayın siz devasa gökdelenlere,
zıpçıktı binalara, ne idüğü belirsiz kalabalıklara, İstanbul’un ruhu, özü,
özeti hâlâ Fatih’tir, Fatihlidir, Fatih’ledir. Gelenekle modernin harman
edildiği, eski ile yeninin “bir olduğu”, bir ayağı bu dünyada, bir ayağı
“ötelerde” yaşanan semtin adıdır Fatih. Geleneksel Türk tiyatrosunun nabzı
çoğunlukla orada attığı gibi, modern tiyatronun, İstanbul Şehir Tiyatroları’nın
temeli de orada, Fatih Vezneciler’deki Letâfet Apartmanı’nda “Darü’l-Bedayi”
(Güzellikler Evi) adıyla 1914’te atılmıştır zaten. Türk tiyatrosuna ve
Yeşilçam’a can veren ruh ve renk veren Müjdat Gezen, Suna Pekuysal, Kemal
Sunal, Eşref Kolçak, Zeki Alasya, Metin Akpınar, Savaş Dinçel ve Türkan Şoray
da onun gibi Fatihlidir.
Babadan
da, anadan da yedi sülâlesi “hacı hoca”dır Abdullah Zihni Göktay’ın. Terzi
çırağı küçük Zihni’nin “Ben tiyatrocu olacağım” tutturmacası karşısında evdeki
depremi tahayyül ediniz… Kararlılığını görünce de, “Olacaksan, bari iyisinden
ol!” kabilinden zoraki müsaadeyi de…
Sonunda
Zihni Bey’in “gözden ırak, tiyatroya yakın” Ankara yılları başlayacaktır. On
yıllık başkent günlerinde, Ankara Meydan Sahnesi’nde profesyonel olacak, “sanat
kalfalığı”nı orada tamamlayacak, sonra da “başkentler başkenti”ne, kendi
şehrine dönecek ve tam kırk iki yıllık İstanbul Şehir Tiyatroları günleri
başlayacaktır. “Babanın Gorilleri”nden “Figaro’nun Düğünü”ne, “Lüküs Hayat”tan
“Resimli Osmanlı Tarihi”ne, “Pembe Konağın Gelinleri”nden “Sarıpınar 1914” ve
“Kanlı Nigâr”a… Şimdilerde ise “Cibali Karakolu”nu şenlendiriyor,
zevklendiriyor, renklendiriyor.
Burada
bir büyük paranteze ihtiyaç var. “Tulumbacı bozuntusu Rıza” rolüyle bir girdi
1985 yılında “Lüküs Hayat”a, kalbinden ameliyat masasına yatırıldığı güne kadar
tam yirmi dokuz sene boyunca, haftada beş gün matine suare, İstanbul’u,
ülkemizi, dünyamızı sahneye başarıyla taşımış adamdır Zihni Göktay! Tuluatın,
doğaçlamanın, güncelin “kitabını yazan adam”dır her oyunda.
Cumhuriyet’in
ilk yıllarında geçen dört saatlik bir oyunun Türkiye’de otuz yıl aralıksız kapalı
gişe oynama başarısının birçok nedeni var elbette ama bu satırların sahibi de
on yedi kez izlemiş biri olarak itiraf eder ki, baş sebep Zihni Göktay’ın
“oyunu alıp götürmesi”dir neredeyse her oyuna “her gün yeni bir şeyler
ekleyerek”.
O
bir kara mizah ustası, bir ironi üstadı, gerçek bir modern meddahtır. Yeşilçam’a
katkıları da yadsınamaz üstelik. “Tosun Paşa”dan “Beybaba”ya, “Atla Gel Şaban”dan dört adet
“Hababam Sınıfı”na, “Fahriye Abla”dan “Yedi Kocalı Hürmüz”e, “Meraklı
Köfteci”den “Döngel Kârhanesi”ne…
Televizyon
dizilerinde de gördük çokça. “Kuruntu Ailesi”yle, “Bizimkiler”deki emekli
öğretmen Muvaffak Bey’le, “Avrupa Yakası”yla, “Cennet Mahallesi”nin Göttingenli
Ethem’iyle, “Mert ile Gert”in Poyraz’ıyla,
“Ah Kalbim”in Hakkı’sıyla,
“Adım
Bayram Bayram”ın Cemşit Dedesi ve son olarak da “Ulan İstanbul”un
Servet’iyle…
Aslında o bizim hem tiyatromuzun, hem de dostlarının en büyük “servet”idir. İster sahnede izleyin onu, ister kuliste sohbet edin, isterseniz günlük hayatta yol arkadaşlığı yapın, bir tarafıyla Dümbüllü, bir tarafıyla Muhsin Ertuğrul çıkacaktır karşınıza.
Kâh
Karagöz’dür, kâh Kavuklu. Yer yer İkinci Abdülhamid’i bile güldüren “komik-i
şehir” Naşit Bey’dir, yer yer “Güllü Agop”. Yahya Kemâl üstadın “Ne Harabîyim,
ne Harabatîyim/ Kökü mâzide olan atîyim” beytinin günümüz tiyatrosundaki mücessem/müşekkel/müheykel
(heykelleşmiş) hâlidir Zihni Göktay.
Oğlunun
adı Ömer, kızının adı Zeynep’tir onun. Güldüren, sevdiren, sevindiren adamdır
Zihni Göktay. Sevinçli adamdır. Ona gözü gibi bakan, gözü gibi koruyan, gözü
gibi sakınan eşinin adı da Sevinç’tir zaten.
O
bir tevazu abidesidir. Ehliyeti, otomobili olduğu hâlde belediye otobüsleriyle
yolculuk yapan adamdır hâlâ. Mala mülke, paraya pula, şöhrete ödüle tamahı
yoktur; o dost adam, dostça adam, dostluk adamıdır.
Çağdaş
olduğu kadar millî adamdır; evrensel olduğu kadar da yerli adamdır. “Türk
tiyatrosu, Batı’nın ileri bir karakolu değildir!” isyanı da onundur. Şahidiz,
bir Haziran gününde üç kuruşa Doğu, Güneydoğu turnesine çıkmak istemeyen
gençlere, “Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır, orası da Türkiye’dir! Hakkâri’de
de, Batman’da da tiyatro seyretme hakkı olan insanlarımız vardır. İstanbul’da
nutuk çekerek vatanseverlik kolay! Esasen il il, ilçe ilçe oralara gitmektir
görevimiz” çıkışına, ders verişine ve uygulayışına bizzat şahidim. Kadıköy
Haldun Taner Sahnesi’nin duvarları, tavanları da şahittir bu çığlığa, isyana,
haykırışa…
Oradaydım.
Oradaydık.
Yetmişin
üzerindeki günlerini, artık “Cibali Karakolu”nda geçiriyorsun, biliyoruz. Biliyoruz,
“sahnesizliktir” senin esas ölümün.
Biliyoruz,
istiyorsun ki, “Hep sahnede olayım ve sahnede öleyim”. Gönüllerimizi şen ettin
yarım asırdır Zihni Göktay.
Sen
de iki cihanda şen olasın, mutlu olasın, mesrur olasın ey dostluğu ve sanatı “bir
ömre bedel olan” insan!