BİR şeyi yaşamak, aynı şeyi yaşatmayı da beraberinde
getiriyor. Kimi zaman bilerek ve isteyerek gerçekleşen bu “şey”, kimi zaman
farkındalıktan yoksun, ancak bir o kadar gerçek şekilde cereyan edebiliyor.
Topluma karıştığımız, karıştıkça kırıştığımız, kırışıtkça
alıştığımız tecrübelerimiz de gösteriyor ki, insanoğlu büyüdükten sonra pek az
şey öğrenebiliyor, değişime direniyor ve kolay şekillenemiyor. Çocukları
konuşmaya başladığında derhâl yabancı dil eğitimine başvuran, her bir günü
başka bir spor dalıyla taçlandıran yeni nesil annelere çok kabahat buluyorsunuz,
biliyorum. Ancak kişiliğin 0-6 yaş aralığında oluştuğu göz önünde
bulundurulursa, onların bu telâşı da haklı değerlendirilebilir.
Gel gör ki, yaratılış itibariyle idrak kabiliyetine sahip
olmamıza rağmen, kişiliğimizin idrakımızın en zayıf döneminde oluşması, bizi
hayat denizinde kocaman dalgalarla mücadele etmek zorunda bırakıyor. Bu
dalgalar karşısında nefessiz kalıp boğulabiliriz, birkaç panik atak kriziyle
atlatabiliriz ya da sörf yapabiliriz. Bu hem çok havalı, hem de ilgi çekecek
bir uğraş olur. Nitekim acizleri kimse sevmez, oysa kahramanlar öyle mi?
Geçen gün, internetteki komik testlere bir göz atayım
dedim. “Yunan mitolojisindeki hangi tanrısın?” diye bir test vardı. Hemen
yaptım, neden? Çünkü tanrılı şeyler daima ilgimi çeker. Bana ne çıktı dersiniz?
Haberci Hermes değil -ki bu yalnızca malûm marka söz konusu olduğunda dikkatimi
celp eder-. Aşk ve güzellik tanrıçası Afrodit hiç değil. Nitekim Afrodit falan
çıksa en çok ben şaşırırdım. Zira ben, eski şişmanım. Erkeklerin yarattığı, kadınların
ise onadığı “kadın” formuna takriben son birkaç yıldır sahibim. Dolayısıyla Afroditlikmiş,
kaos yaratmakmış, dişil enerjiymiş, Truva’ymış, rekabetmiş, benim toplumun
kaotik kadın-erkek zırvalarına maruz kaldıktan sonra öğrendiğim şeyler
olduğundan, bilinçaltımda ve üstünde herhangi bir Afrodit bulmamız şimdilik
mümkün görünmüyor. Aradığınız fitneci Afrodit’e hâlâ ulaşılamıyor. Herhangi bir
kadın formu yaratılmasına ise itirazımız hem fikren ve hem de zikren sürüyor.
Dayanaksız psikolojik testimin sonucu ise Zeus çıkıyor.
Zeus… İnsanların ve tanrıların babası... Haydi buyrun
şimdi cenaze namazına!
Bu testte seçtiğim hangi şık, beni tanrı kompleksimin
göbeğinden kurşunladı da Zeus çıktık? Bir bu eksikti! Tam “Gereksiz tevazudan vazgeçtik” derken, düşündüm ve anladım
ki pek çok şey gibi bu da tesadüf değil.
Zeus’un özelliklerine
baktım. Titan Kronos’un ve eşi Rhea’nın en küçük çocuğu ve
oğlu olan Zeus, tanrıça Hera’nın da kocasıymış. Göklerin,
şimşeklerin ve gök gürültülerinin tanrısıymış. Yağmur ondan istenirmiş. Hattâ bu yüzden bereket ile özdeşleşmiş. Sanırım yaklaşıyoruz; misafir eksik
olmayan ve özellikle bayram sabahı dolup taşan evimiz ile bereketi kendi
bendimin çarpık kentleşmesini özdeşleştirmiş olabilir miyim? Acaba anneannem ve
dedemle yaşıyor olmamızın bu bereket hâliyle doğrudan bir ilgisi olabilir mi? Çünkü
sizin de çok iyi bildiğiniz üzere, evde bir “büyük” olduğunda ziyarete geleni,
el öpeni ve özleyeni çok olur. Ne dersiniz, bulduk galiba! Tanrı kompleksi
değil bu defa. Bu, 0-6 yaş aralığında tevhidin bir şekilde dön dolaş benim
cebime girmesidir belki... Olamaz mı? Olabilir...
Gelecek kaygısı -daha halktan bir ifadeyle “geçim derdi”-;
küçük şehirlerde yaşanan fırsat eşitsizlikleri, işsizlik ve daha genel bir
ifadeyle “imkânsızlık” sebebiyle insanların ailelerinden uzakta yaşamasını zarurî
kılıyor. Hattâ eğitimde fırsat eşitliği bile tam olarak sağlanamadığından,
tahsil hayatının tamamlanması amacıyla da pek çok aile, bir arada yaşayabilme
lüksünden mahrum kalıyor. Bir lüksün mahrumiyeti gibi bahsettiğim bu hasretlik,
elbette bazı kimseler için özgürlüğü yahut kurtuluşu ifade ediyor olabilir.
Ancak küresel düzlemde yaşadığımız bu mecburî yalnızlığın getirdiği pek çok
hastalığın olduğu da aşikâr. Her birine değinmek benim uzmanlık alanıma
girmiyor, ancak bunlardan biri var ki, o da “ziyancılık”…
Adını ben koydum. Herhangi biri herhangi bir şey hakkında
herkesi etkileyen kararlar verebiliyorsa, ben de bir toplum hastalığına isim
verebilirim bence, ne dersiniz?
Ziyancılıktan kastım ise, “çabuk sonuç alınamayan her
şeyden vazgeçilmesi hâli”... Yalnızca niceliği itibariyle mahvına yol açtığımız
maddeler dünyası oyuncakları değil; fikren, zihnen ve kalben kayba yol
açtığımız her türlü varlıktan bahsediyorum. Bu çoğu zaman vernik isteyen bir sehpa
olarak tezâhür ederken, kimi zaman da özveri isteyen bir dostluk olabiliyor.
Ancak o kadar aceleci ve sabırsız olmuşuz ki, herhangi bir “şey” için
çabalamayı zaman kaybı gibi değerlendirebiliyoruz. Neden bu kadar hızlı
koşuyoruz? Herkül değiliz ki... (Hey, ben Zeus çıktım ama çaktırmayın!)
Kopan aile bağlarının, vernik isteyen sehpadan farkı yok
aslına bakarsanız. Nasıl ki bir sehpa bakımsız kaldıkça çürür, özen gösterilmeyen
her duygu da öylece bir köşede çürüyerek yok olacaktır. Büyük aileden uzaklaşmayı
da bu kapsamda değerlendiriyor ve ekliyorum: Sulamayı unuttuğum çiçeklerim
kurudu bile, elleri koklanarak öpülmeyen bir nenenin gönlünün solmaması mümkün
mü?
Kişisel ihtiyaçları için bile emek vermekten imtina eden
yeni dünya insanı için, bir insana karşılıksız emek vermek çok ağır geliyor. Sevgiyi
bile alıp, tüketip bir kenara koyuyoruz. Oysa sevginin telefonla sipariş edilip
kapıda ödemeyle teslim edilmek gibi bir özelliği hâlâ yok! Zaman zaman içimizde
tarif edemediğimiz bir huysuzluk var ya, o işte! Ziyan ettiğimiz her insan ve
duygu, bendimizde bir boşluk yaratıyor. Karşılıklı konuşlanan bu boşluklar çoğaldığında
ise kalbimizde cereyan yapıyor ve sakin sakin üşütüyoruz!
“Ziyancılık” demişken, bugün buzdolabında bir haftadır
bekleyen üç beş tabak yemeği çıkardım, attım. Düşündüm ki, “Acaba ben bunların
yenmeyeceğini ve çöpe gideceğini bildiğim hâlde neden hemen dökmüyorum da
küflenmesini bekliyorum?”… Neden çöpe uçurmuyorum şu üç gündür duran köfteyi? Aynı
haftasonu anneanneme gidip de buzdolabını açtığımda görüyorum ki, önceki hafta
gittiğimizde pişirdiğim köfteler hâlâ duruyor.
Benimki garip bir alışkanlıktı demek. Çünkü dedem
yaşasaydı eğer, muhtemelen şekeri düşünce kimseyi rahatsız etmeden, gidip
buzdolabındaki o üç beş tabak yemekten birini alacak ve ara öğün yapacaktı. Sonra
anneannem acıkacak ve o da bir tabak alacaktı. Sonra ben gelecektim ve en
sevdiğim yemek hangisiyse ben de ondan çöplenecektim -ki bu, muhtemelen
köfteler olacaktı-. Akşam yeni yemek yapılınca birlikte sofraya oturacaktık.
Kalanları ise tekrar buzdolabına kaldıracaktık. Ertesi gün ise bu döngü yeniden
başlayacaktı... Hani Zeus’tuk? Hani bereket işleri falan? Çaktınız mı köfteyi?
Dedem artık yaşamıyor; ama ben hâlâ yemekleri atmaya
kıyamıyorum. “Belki bir yiyen olur” diyerek buzdolabına kaldırdığım yemekleri
artık kimse yemiyor. Ama yemek atamıyorum hâlâ Dede! Akşam oturduğum yer
dışında, evdeki hiçbir ışığı açık bırakmıyorum. Bir dostum, sevdiğimiz
insanların, ölseler dahi bize öğrettikleriyle var olmaya devam edeceklerini
söylemişti. “Ne kadar yerinde bir sözmüş” diyorum şimdi. Galiba benimki garip
bir yas tutma şekli...