Zeus ve uçan köfteler

Kopan aile bağlarının, vernik isteyen sehpadan farkı yok aslına bakarsanız. Nasıl ki bir sehpa bakımsız kaldıkça çürür, özen gösterilmeyen her duygu da öylece bir köşede çürüyerek yok olacaktır. Büyük aileden uzaklaşmayı da bu kapsamda değerlendiriyor ve ekliyorum: Sulamayı unuttuğum çiçeklerim kurudu bile, elleri koklanarak öpülmeyen bir nenenin gönlünün solmaması mümkün mü?

BİR şeyi yaşamak, aynı şeyi yaşatmayı da beraberinde getiriyor. Kimi zaman bilerek ve isteyerek gerçekleşen bu “şey”, kimi zaman farkındalıktan yoksun, ancak bir o kadar gerçek şekilde cereyan edebiliyor.

Topluma karıştığımız, karıştıkça kırıştığımız, kırışıtkça alıştığımız tecrübelerimiz de gösteriyor ki, insanoğlu büyüdükten sonra pek az şey öğrenebiliyor, değişime direniyor ve kolay şekillenemiyor. Çocukları konuşmaya başladığında derhâl yabancı dil eğitimine başvuran, her bir günü başka bir spor dalıyla taçlandıran yeni nesil annelere çok kabahat buluyorsunuz, biliyorum. Ancak kişiliğin 0-6 yaş aralığında oluştuğu göz önünde bulundurulursa, onların bu telâşı da haklı değerlendirilebilir.

Gel gör ki, yaratılış itibariyle idrak kabiliyetine sahip olmamıza rağmen, kişiliğimizin idrakımızın en zayıf döneminde oluşması, bizi hayat denizinde kocaman dalgalarla mücadele etmek zorunda bırakıyor. Bu dalgalar karşısında nefessiz kalıp boğulabiliriz, birkaç panik atak kriziyle atlatabiliriz ya da sörf yapabiliriz. Bu hem çok havalı, hem de ilgi çekecek bir uğraş olur. Nitekim acizleri kimse sevmez, oysa kahramanlar öyle mi?

Geçen gün, internetteki komik testlere bir göz atayım dedim. “Yunan mitolojisindeki hangi tanrısın?” diye bir test vardı. Hemen yaptım, neden? Çünkü tanrılı şeyler daima ilgimi çeker. Bana ne çıktı dersiniz? Haberci Hermes değil -ki bu yalnızca malûm marka söz konusu olduğunda dikkatimi celp eder-. Aşk ve güzellik tanrıçası Afrodit hiç değil. Nitekim Afrodit falan çıksa en çok ben şaşırırdım. Zira ben, eski şişmanım. Erkeklerin yarattığı, kadınların ise onadığı “kadın” formuna takriben son birkaç yıldır sahibim. Dolayısıyla Afroditlikmiş, kaos yaratmakmış, dişil enerjiymiş, Truva’ymış, rekabetmiş, benim toplumun kaotik kadın-erkek zırvalarına maruz kaldıktan sonra öğrendiğim şeyler olduğundan, bilinçaltımda ve üstünde herhangi bir Afrodit bulmamız şimdilik mümkün görünmüyor. Aradığınız fitneci Afrodit’e hâlâ ulaşılamıyor. Herhangi bir kadın formu yaratılmasına ise itirazımız hem fikren ve hem de zikren sürüyor. Dayanaksız psikolojik testimin sonucu ise Zeus çıkıyor.

Zeus… İnsanların ve tanrıların babası... Haydi buyrun şimdi cenaze namazına!

Bu testte seçtiğim hangi şık, beni tanrı kompleksimin göbeğinden kurşunladı da Zeus çıktık? Bir bu eksikti! Tam “Gereksiz tevazudan vazgeçtik” derken, düşündüm ve anladım ki pek çok şey gibi bu da tesadüf değil.

Zeus’un özelliklerine baktım. Titan Kronos’un ve eşi Rhea’nın en küçük çocuğu ve oğlu olan Zeus, tanrıça Hera’nın da kocasıymış. Göklerin, şimşeklerin ve gök gürültülerinin tanrısıymış. Yağmur ondan istenirmiş. Hattâ bu yüzden bereket ile özdeşleşmiş. Sanırım yaklaşıyoruz; misafir eksik olmayan ve özellikle bayram sabahı dolup taşan evimiz ile bereketi kendi bendimin çarpık kentleşmesini özdeşleştirmiş olabilir miyim? Acaba anneannem ve dedemle yaşıyor olmamızın bu bereket hâliyle doğrudan bir ilgisi olabilir mi? Çünkü sizin de çok iyi bildiğiniz üzere, evde bir “büyük” olduğunda ziyarete geleni, el öpeni ve özleyeni çok olur. Ne dersiniz, bulduk galiba! Tanrı kompleksi değil bu defa. Bu, 0-6 yaş aralığında tevhidin bir şekilde dön dolaş benim cebime girmesidir belki... Olamaz mı? Olabilir...

Gelecek kaygısı -daha halktan bir ifadeyle “geçim derdi”-; küçük şehirlerde yaşanan fırsat eşitsizlikleri, işsizlik ve daha genel bir ifadeyle “imkânsızlık” sebebiyle insanların ailelerinden uzakta yaşamasını zarurî kılıyor. Hattâ eğitimde fırsat eşitliği bile tam olarak sağlanamadığından, tahsil hayatının tamamlanması amacıyla da pek çok aile, bir arada yaşayabilme lüksünden mahrum kalıyor. Bir lüksün mahrumiyeti gibi bahsettiğim bu hasretlik, elbette bazı kimseler için özgürlüğü yahut kurtuluşu ifade ediyor olabilir. Ancak küresel düzlemde yaşadığımız bu mecburî yalnızlığın getirdiği pek çok hastalığın olduğu da aşikâr. Her birine değinmek benim uzmanlık alanıma girmiyor, ancak bunlardan biri var ki, o da “ziyancılık”…

Adını ben koydum. Herhangi biri herhangi bir şey hakkında herkesi etkileyen kararlar verebiliyorsa, ben de bir toplum hastalığına isim verebilirim bence, ne dersiniz?

Ziyancılıktan kastım ise, “çabuk sonuç alınamayan her şeyden vazgeçilmesi hâli”... Yalnızca niceliği itibariyle mahvına yol açtığımız maddeler dünyası oyuncakları değil; fikren, zihnen ve kalben kayba yol açtığımız her türlü varlıktan bahsediyorum. Bu çoğu zaman vernik isteyen bir sehpa olarak tezâhür ederken, kimi zaman da özveri isteyen bir dostluk olabiliyor. Ancak o kadar aceleci ve sabırsız olmuşuz ki, herhangi bir “şey” için çabalamayı zaman kaybı gibi değerlendirebiliyoruz. Neden bu kadar hızlı koşuyoruz? Herkül değiliz ki... (Hey, ben Zeus çıktım ama çaktırmayın!)

Kopan aile bağlarının, vernik isteyen sehpadan farkı yok aslına bakarsanız. Nasıl ki bir sehpa bakımsız kaldıkça çürür, özen gösterilmeyen her duygu da öylece bir köşede çürüyerek yok olacaktır. Büyük aileden uzaklaşmayı da bu kapsamda değerlendiriyor ve ekliyorum: Sulamayı unuttuğum çiçeklerim kurudu bile, elleri koklanarak öpülmeyen bir nenenin gönlünün solmaması mümkün mü?

Kişisel ihtiyaçları için bile emek vermekten imtina eden yeni dünya insanı için, bir insana karşılıksız emek vermek çok ağır geliyor. Sevgiyi bile alıp, tüketip bir kenara koyuyoruz. Oysa sevginin telefonla sipariş edilip kapıda ödemeyle teslim edilmek gibi bir özelliği hâlâ yok! Zaman zaman içimizde tarif edemediğimiz bir huysuzluk var ya, o işte! Ziyan ettiğimiz her insan ve duygu, bendimizde bir boşluk yaratıyor. Karşılıklı konuşlanan bu boşluklar çoğaldığında ise kalbimizde cereyan yapıyor ve sakin sakin üşütüyoruz!

“Ziyancılık” demişken, bugün buzdolabında bir haftadır bekleyen üç beş tabak yemeği çıkardım, attım. Düşündüm ki, “Acaba ben bunların yenmeyeceğini ve çöpe gideceğini bildiğim hâlde neden hemen dökmüyorum da küflenmesini bekliyorum?”… Neden çöpe uçurmuyorum şu üç gündür duran köfteyi? Aynı haftasonu anneanneme gidip de buzdolabını açtığımda görüyorum ki, önceki hafta gittiğimizde pişirdiğim köfteler hâlâ duruyor.

Benimki garip bir alışkanlıktı demek. Çünkü dedem yaşasaydı eğer, muhtemelen şekeri düşünce kimseyi rahatsız etmeden, gidip buzdolabındaki o üç beş tabak yemekten birini alacak ve ara öğün yapacaktı. Sonra anneannem acıkacak ve o da bir tabak alacaktı. Sonra ben gelecektim ve en sevdiğim yemek hangisiyse ben de ondan çöplenecektim -ki bu, muhtemelen köfteler olacaktı-. Akşam yeni yemek yapılınca birlikte sofraya oturacaktık. Kalanları ise tekrar buzdolabına kaldıracaktık. Ertesi gün ise bu döngü yeniden başlayacaktı... Hani Zeus’tuk? Hani bereket işleri falan? Çaktınız mı köfteyi?

Dedem artık yaşamıyor; ama ben hâlâ yemekleri atmaya kıyamıyorum. “Belki bir yiyen olur” diyerek buzdolabına kaldırdığım yemekleri artık kimse yemiyor. Ama yemek atamıyorum hâlâ Dede! Akşam oturduğum yer dışında, evdeki hiçbir ışığı açık bırakmıyorum. Bir dostum, sevdiğimiz insanların, ölseler dahi bize öğrettikleriyle var olmaya devam edeceklerini söylemişti. “Ne kadar yerinde bir sözmüş” diyorum şimdi. Galiba benimki garip bir yas tutma şekli...