Zengin mahalleler-yoksul siteler

Eski mahallelerde şimdiki üniversite talebelerine ilim irfanda kafa tutacak ev hanımları vardı. Şimdilerde masadaki yemeklerin hemen önünde dudaklarını büzerek poz veren, yediğini içtiğini paylaşan insanların aksine o mahallelerdeki eski insanlar, ayıp olmasın diye akşam vakti hamur işiydi, irmik helvasıydı, artık her ne pişirildiyse “Kokmuştur” deyip bir miktarını muhakkak komşularla paylaşırlardı.

90’lı yılların sonlarına doğru teknolojik olarak ileride olan ABD ve bazı Avrupa ülkelerinde insanların çarşı pazara gitmek zorunda kalmadan, bilgisayar üzerinden sipariş vererek her türlü ihtiyaçlarını tek bir tuşla temin ettikleri ballandıra ballandıra anlatılırdı. Nedense hep sofraya tam oturulduğunda ekmeğin, yoğurdun ya da tuzun bittiğini fark eden aile eşrafının sofradan kaldırıp bakkala yolladıkları evin büyük oğlu ben, sokakta anlatılanların etkisinde kalarak tıpkı ABD’ deki gibi oturduğum yerden tek bir tuşla ekmeğin ve tuzun eve geleceği günlerin hayâlini kurardım.

O dönem yurtdışına çıkan hısım ve akrabalar, insanların Avrupa’da, şehrin dışında kurulan güvenlikli sitelerde yaşadıklarını, sitelerin içinde bulunan marketlerin, kuaförlerin, çocuk parklarının site sakinlerinin emrine amâde olduğunu, şehrin merkezine uzakta ama herkesin her şeyi elinin altında bulduğu bir yaşam sürüldüğünü anlatırlardı.

Günümüzde ise avuçlarındaki saklı mutluluğun artık mâzide kaldığını sonradan fark eden bir kuşağın temsilcileri, oturdukları güvenlikli sitelerde tek bir tuşla kapılarına gelen siparişlerini ellerine aldıklarında aslında o kadar da mutlu olmadıklarını anladılar. Çünkü bazen göstere göstere, bazen de subliminal bir şekilde insanların özendirilmeye çalışıldığı Batılı tarzda yaşam, insana yalnızlıktan başka bir şey getirmiyordu.

Çocukluğumun geçtiği Adapazarı’nda, çoğunluğu bir, bilemediniz iki katlı bahçeli evlerden mütevellit mahallelerde, çoğu mahalle sakini kapı zili kullanmazdı. O dönemin evlerinde sokak kapılarının dışarıdan açılmasına vesîle olan ipli bir mekanizma mevcuttu. Kapının sözde kilidini dışarıdan iple açmak mevcuttu. Dışarıdan gelen biri, dış kapının ipini kolayca çekerek evin bahçesine girer ve ev sahibinin ya da sahibesinin adını yüksek sesle bağırırdı. İçeriden cevap gelirse ne âlâ? Ev sahibi gelen misafiri buyur eder, sohbet ve muhabbet başlardı. İçeriden ses gelmiyorsa, ev sahibinin evde olmadığını anlayan misafir, kapıyı gerisin geriye kapatarak evin bahçesini terk ederdi. Bu sahneye defalarca şâhit olduğumu hatırlıyorum.

O dönemler, çocuk aklımla benim için alelâde sahnelerdi. Aradan yıllar geçince memleketin sözde en güvenlikli sitesinden bile daha güvenli bir ortamda hayatımın güzel bir kısmının geçtiğini anlıyorum. Çünkü “güven” dediğimiz şeyi dikenli tellerin ardında duran üniformalı bir bekçiden çok insanların sahip oldukları vicdan duygusu ve birbirlerine duydukları itimat olduğunu galiba biraz geç fark ettim.

Yazmaya elim varmıyor lâkin yazacağım; sapıklık ve istismarcılık o zamanlar henüz icat edilmemiş olsa gerek, sokaklarda güven içinde dolaşırdık çocuk hâlimizle.

Eski tadında olmasa da Anadolu’nun pek çok yerinde bu itimadın devam ettiğine türlü vesîlelerle şâhit oldum. Oysa büyükşehirlerde iş işten çoktan geçti. Yüksek duvarlarla çevrili plâzalarda, bulutlara komşuluk eden gök delenlerde hayatlarını sürdüren pek çok kişi, bugün belki de korku ve yalnızlık içinde koşuşturarak hayat gailesi içinde günlerini hebâ ediyor. Allah muhafaza, falanca plâzanın filanca katında yaşayan biri ölüp gitse, site aidatının ödenmediği fark edilmediği sürece kimselerin haberi olmayacak.

Asıl anlatmak istediğim ne, biliyor musunuz? Recaizâde Mahmut Ekrem’in “Araba Sevdası”nda, Ahmet Mithat Efendi’nin “Felâtun Bey ile Rakım Efendi”sinde, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Saatleri Ayarlama Enstitüsü”nde, Cemil Meriç’in “Işık Doğudan Gelir”inde anlatmaya çalıştıkları ve tam da üzerinde durduğumuz heybetli medeniyette aradığımız tüm değerlerin fazlası ile mevcut olduğu… Hani hep denir ya, “Doğu medeniyeti dediğimiz şey yuvarlak bir masa gibidir, Batı ise dikdörtgen”, bu yüzden Doğu’da sofraya oturan aç kalkmaz, sofradaki yemeğe herkes eşit mesafededir. Batı’daysa kimileri yemeğin dibindeyken, kimileri yemeğe dahi uzanamaz. O sofradan aç kalkan birileri mutlaka bulunur. İnanmadınız mı? O hâlde gelin, yakından bakalım!

Az önce örneğini verdiğim plâzalar, güvenlikli siteler doğuda yok. Peki, ne mi var? Gitmesek de, görmesek de güzel köyleri var. O köylerde misafire hanesini, yuvasını açan güzel insanlar var. Bugün Anadolu’nun uzak bir köyüne gidin, “Kalacak yerim yok” deyin, sizi misafir eden birileri mutlaka bulunur. Bizzat yaşadığım için rahatlıkla söylüyorum ki köylü, insana değer verir, sahip çıkar!

Mahalleler ve insanlar

Osmanlı’dan günümüze kalan en önemli kültürel miraslardan birinin mahalle kültürü olduğunu düşünüyorum. Yazılı kuralları olmayan ama herkesin belli bir adâb-ı muaşeret içerisinde yaşadığı eski güzel mahalleler...

Öğle ya da ikindi ezanı okunurken top oynamaya ara veren mahallenin hakikatli çocukları… Yerdeki ekmek kırıntısını gördüğünde öpüp başına koyarak bir kenara kaldıran mahallenin güzel abileri… Akşam ezanı okunur okunmaz memleketin en mühim meselesi aşağıda top oynayan evlâdının eve girmesiymiş gibi avazı çıktığı kadar pencereden asabi ve sözünü dinleten anne pozlarında fırça atan anneler... Çocukların güç belâ fazladan beş on dakika izin alarak ezan sonrası top peşinde koşturmalarının daha bda tatlı geldiği yarı aydınlık ve yarı karanlık sokaklar… Sanki aralarında sözleşmişler gibi birer saat aralıkla birbirleriyle hiç kesişmeden sokağın başında beliren ve her nedense ne dediklerini kimselerin anlamadığı ama hep aynı sima ve kıyafetlerle geçtikleri için ne satıldığı görür görmez tahmin edilen bağrı yanık seyyar satıcılar… Islak çamaşırlarını asarlarken balkondan balkona birbirlerine lâf atan kadınlar... Asılan yeni çamaşırlardan sokağa şapır şapır su damlarken o çamaşırların tam altında durup sırf oyun olsun diye üzerlerine gelen damlacıkları ağızlarını açıp yutmaya çalışan çocuklar…

Mahalle öyle bir mefhum ki, içinde çocukluğumuz, gençliğimiz, annemiz, babamız, kısacası kendi hikâyemiz var. Eski mahallelerde şimdiki üniversite talebelerine ilim irfanda kafa tutacak ev hanımları vardı. Şimdilerde masadaki yemeklerin hemen önünde dudaklarını büzerek poz veren, yediğini içtiğini paylaşan insanların aksine o mahallelerdeki eski insanlar, ayıp olmasın diye akşam vakti hamur işiydi, irmik helvasıydı, artık her ne pişirildiyse “Kokmuştur” deyip bir miktarını muhakkak komşularla paylaşırlardı.

Şimdilerde sadece vefat yıldönümlerinde okunan Mevlid-i Şerif sesleri o mahallelerde –sevabına- hemen hemen her gün yankılanırdı. Cenaze evine gidildiğinde “Bize ne ikram edecekler?” diye kimse düşünmezdi. Bilâkis cenaze evine yemek götürmek hem dünyevî, hem de uhrevî bir görevdi. Ömürlerini Sünnet-i Seniyyeye adamış insanlar, komşuları açken tok yatmazlardı. Kimse ümmetine şefaat eden Rahmet Peygamberi’ni üzmek istemezdi çünkü. Ramazanlar Ramazan gibi, bayramlar bayram gibi yaşanırdı. Odada lüzumsuz yanan lâmba görülürse derhâl söndürülür, beslenme çantasında orta direğin kolayca alabileceği mütevazı yiyecekler götürülürdü. Ramazan günlerini oruçla geçirenler rahatsız olmasın diye lokantalarının camlarını gazete kâğıtları ile saran duyarlı esnaflardan sonra Ramazan’ın farkında bile olmayan fast food zincirleri sardı etrafımızı.

Kayıp

Mahalleleri iyi güzel anlattık da, o mahallelerin bir de çarşı pazarları vardı ki esnafı tam bir zarafet âbidesiydi. Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye öyle muhteşem bir kültüre sahipti ki tesis ettiği hakkaniyet ve güven ortamı asırlardan günümüze dek geldi pek çok yerde. Şimdilerde AVM kültürü ile o da yavaş yavaş kaybolmaya başladı maalesef.

Kıssadan hisse, rivayet odur ki, Rahmet Peygamberi’nin müjdesine mazhar olmuş Fatih Sultan Mehmed Han, İstanbul’un Fethi’nden kısa bir süre önce tebdil-i kıyafet çarşıya çıkar ve dükkânlardan birine girer. Karşısındaki, yaşlı ve temiz yüzlü bir esnaftır. Padişahı müşteri zanneder ve siparişlerinin bir kısmını tezgâha koyar. Müşterisine, “Beyim, yan dükkân sabahtan beri siftah yapmadı. İstersen kalan siparişlerini ondan al. Onda da en tazesi mevcuttur” der. Aldığı yanıttan fazlası ile memnun kalan Fatih, siftah yapmayan yan dükkânın yolunu tutar. Kalan siparişleri istediğinde esnaftan yine güzel bir cevap alır: “Beyim, istediklerinin bir kısmını sana veriyorum. Lâkin karşıdaki dükkânı işleten delikanlı babasını yeni kaybetti. Maddî durumları iyi değil. İstersen kalanları oradan al” der.

Fatih Sultan Mehmed böyle dükkân dükkân dolaşır. En son bir yere daha girer. Parası olmadığını söyler. Esnaf, Padişah’a askıdaki erzakları gösterir. Bilirsiniz, Osmanlı’da hayır hasenat sahibi insanlar, maddî durumu iyi olmayan fukara için sabahtan askıya yiyecek bırakır. İhtiyaç sahipleri de başlarını hiç öne eğmeden, kimseyle muhatap olmadan, daha önce ücretleri başkaları tarafından ödenen yiyecekleri askıdan alırlardı. Lâfı uzatmayalım, Fatih Sultan Mehmed Han, görmüş olduğu bu heybetli manzara karşısında o gün İstanbul’un fethedilmesine her zamankinden fazla inanır. Çünkü şâhit olduğu mânevî seviye, onu her türlü zorluğun karşısında galip geleceğine ikna etmiştir.

Namaz vakti dükkânının kapısını ardına kadar açık bırakıp sadece dükkânda olmadığı belli olsun diye kapı önüne sandalye koyup giden esnafın hiçbir malına dokunmamış bizim ecdâdımız. Atalarımız Allah’tan korkmuş, kuldan utanmış. Şimdilerde ise Eyüp Sultan Hazretleri’nin huzurundaki şadırvanın musluklarını zincirlemişiz çalınmasınlar diye. Nereden ne günlere geldik, insanın aklı almıyor! Maalesef âhir zamanı yaşıyoruz.

Elhamdülillah, Müslümanız. Müslümana yaraşır bir şekilde yaşamaya elimizden geldiğince gayret ediyoruz. Lâkin bizi biz yapan değerleri yıkıp dökmeye yemin etmiş Batı’nın dikdörtgen masasında yemeğe en yakın olanlar, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın romanlarında yer alan karakterlerden çok daha kurnaz, çok daha hin. Bugünkü tüketim toplumu düzeni, önce mahallelerimizi siteye çevirdi. Sonra mahallenin iyi kalpli bakkallarına kepenk indirtti. Yerlerini şatafatlı AVM’ler aldı. O bakkallar ki, senin düğün derneğinde halay çekti, eşinin dostunun cenazesinde tabut taşıdı…

Yazımın başından beri site ve AVM aleyhine pek çok şey söyledim. Herkesin kendi tercihidir, saygı duyarım; devletine vergisini verdiği müddetçe siteyi yapan müteahhit de, AVM’deki mağazanın sahibi de bu vatanın evlâdıdır. Lâkin benim derdim başka: Cihana hükmetmiş iyilik ve güzellik âbidesi bir milletin fabrika ayarları ile oynanarak Batı tipi bir tüketim toplumuna doğru evrilmesine hüzünle şâhitlik ediyorum. İnsan gölgesinden bile korkuyor artık. Asansörde rast geldiği kapı komşusuna “Günaydın” bile demiyor. İnsanların her biri yalnız. Her evde üçer beşer televizyon... Herkes ayrı bir odada… Misafirlikte bile herkesin elinde bir telefon… Herkes ayrı bir dünyada… Eskiden televizyonlar siyah beyazdı ama insanlar rengârenkti. Şimdi televizyonlar tam çözünürlüklü, hayatlar renksiz maalesef. Eski tadı yok!

Bugün yüzümüzü ihtişamlı mâzimize, tarihimize dönmekten başka çâremiz kalmadı. Batı, dikdörtgen masasında bize korku ve yalnızlıktan başka bir şey vaat etmiyor maalesef. Bu topraklarda yüzünüzü biraz Doğu’ya, kendi öz medeniyetinize döndüğünüz anda tüketim toplumu sizi gerici olmakla suçluyor. O zaman biz de onlara büyük yazar, şair ve fikir adamı Cemil Meriç’le cevap verelim: “Murdar bir hâlden muhteşem bir mâziye kanatlanmak gericilikse, her namuslu insan gericidir.”

Cemil Meriç Üstad’a selâm olsun! Bu topraklarda ezelden beri ışık “doğu”dan yükseliyor…