Zemini sanat, kolonları kitap, işçiliği tefekkür ve inanç olan bir gönül evi

Sanat, kişiliğe büyüteç tutar; bastırılmış, arkaya atılmış, giderek ruhsal problemlere zemin hazırlayan duygulara ayna olur. Zemin ne kadar sağlamsa, yapılar depreme o derece dayanıklı olur. Zeminleri, bol sanat konulmuş çimentoyla güçlendirip kolonları da kitapla sağlamlaştırmalı, tefekkür ve duâyı “acil yardım çantası” gibi hep yanımızda taşımalıyız ki ânî bir sarsıntıda zarar görmeyelim.

SÜREKLİ değişim geçiren yaşlı dünyamız, dengede kalabilmek ve bizlere yuva olmayı sürdürebilmek için türlü sarsıntılar geçirmekte. Daha bilmediğimiz nice merhaleler onu bu hâle getirdi; biz fark etmeden için için kaynamakta. Dünyamızın dengesi adına depremleri sık yaşayan milletimiz, bunun bir benzerini de kendi ruh dünyasında yaşamakta. Bir nevi ruh dünyamızın da şekillenmesi, kendini bulması bu sarsıntılara bağlı değil midir?

Hayatın her merhalesinde farklı sarsıntılar geçirmekteyiz. Üzerinde yaşadığımız imtihan dünyasına ilk gelişimiz, minik bedenler için büyük bir sarsıntı anlamına geliyor. Güven dolu huzurlu yuvasında, “anne” denen varlığa sımsıkı bağlı bir hâlde yaşamını sürdürüyor ve zahmet çekmeden hayatını idame ettiriyorken, birden farklı bir dünyaya atılıveriyor. Büyük bir efor harcayarak ilk nefesini alıyor, bir ihtiyacı olunca ne yapması gerektiğini öğreniyor.

Yaşı ilerledikçe farklı derinlik ve farklı frekanstaki sarsıntılarla kendi kişiliğini bulmaya çalışıyor. Kişilik sapmaları ve ruhsal bozukluklar, bu depremlerin yıkıcı etkilerini ruhlarından atamamış bireylerde, yaşantının herhangi bir anında ortaya çıkıveriyor.

Her dönemi sağlıklı geçiren bireylerde bile bazı ruhsal sıkıntılar görülüyor. Kimileri kendi kişiliğini tanıyıp bunların üstesinden gelebiliyor, hiç olmazsa yardım alma yollarını arıyor, kimileriyse fark etmeden toplumu ve en yakın çevresini huzursuz edip içinde bulunduğu sarmaldan kurtulamıyor.

Bazen ruhsal hastalıklar, pusuda bekleyen bir düşman gibi, yaşanan ânî depremlerin ardında benliğimizi sarıveriyor. Son zamanlarda yapılan araştırmalar da gösteriyor ki, Türkiye’de psikiyatri kliniklerine yapılan başvurularda, kullanılan ağır veya hafif psikotik, antidepresan ve benzeri ilâçları kullanımda büyük oranda artış yaşanmış. Bu da gösteriyor ki, toplum olarak sıkıntı içindeyiz ve artık kendimizin farkına varıp kalıcı çözüm aramalıyız.

Bu minvâlde kendimize bazı sorular sormalıyız. Teknoloji ve makineleşme bir anafor olmuş, bizi içine çekmiş, döndürmekte. Bu girdapta dönüp duran insanlık yeterince mutlu mu? Kendini tanıyıp gücünü ve kapasitesini doğru yönde kullanıyor mu? Ruhunda meydana gelen değişiklikleri fark edip, nerede sapmalar yaşanıyor, nerede normale yaklaşılıyor, fark edebilecek düzeyde mi? Ruhunda açılan gedikleri kronikleşmeden iyileştirecek güce sahip mi?

Tüm bu sorulara olumlu cevap verenler kazançtadır kuşkusuz. Giderek kendinden uzaklaşmaya başlayan, entelektüel olmanın yolunun başkalarını eleştirmekten geçtiğine inanan ama kendine dönüp de bakamayan insanların sonu yalnızlık olacaktır. Kendimizi tanımanın, mutlu olmanın ve dolayısıyla çevreyi de mutlu etmenin yollarını araştırmalıyız. İçine sürüklendiğimiz hiçlik ve boşluk sarmalından ve vurdumduymazlık girdabından kurtulamadıkça mutlu olamayacağımız aşikârdır.

Yaşadığımız çağda görselliğe ve sanal âleme dalmış insanlığı kurtaracak çârelerin başında üretkenlik, araştırıcı ve sorgulayıcı bir ruh hâli ve çok okumak gelmelidir. Aksi takdirde kendini mutlu sanan, geçici sarhoşluklara aldanan, eğlenceler bittiğinde ruhsal sıkıntılarla boğuşan, beynini uyuşturmaya çalışan bir toplum oluruz.

Yüzeysellik ve yapaylık sendromunun ilâcı sanatta

Yüzeysel ve yapaylık alabildiğine bizi kuşatmış durumda. Bazen ruhumuzdaki açlık ve sıkışmışlığın farkına varırız; böyle anlarda kabımıza sığamaz, çâreler ararız. Her şey yolunda giderken, âdeta bulutlar üzerinde uçup gökyüzündeki yıldızları temâşâ ediyorken ânî bir düşüş yaşarız. Bazen sebebi vicdanımızı rahatsız edecek bir suçluluk duygusudur, bazen dış etkenlerdir. Sebep bulamadığımız anlar da olur. Nefesimiz içimizde hapsolmuş gibidir, ne kadar derin nefes alsak da boşaltamayız, ruhumuz mengeneyle sıkıştırılıyormuş gibi hissederiz.

İşte o andan itibaren hayattan zevk alamayız! Sürekli kötü bir şeyler olacakmış gibi bir beklenti içinde kalırız; yazımız kışa, baharımız güze döner. O andan itibaren üretkenliğimiz düşmüş, insanî ilişkilerimiz zayıflamış, sessizliğe gömülmüş ve giderek yalnızlığı tercih etmeye başlamışızdır. İşte bu durum, en basit hâliyle anksiyetedir. İlerlemiş hâli depresyondur. Birçoğumuz hayatında en az bir kez bu duygu durum bozukluğunu yaşamıştır.

Günümüzde, tüm dünyada olduğu gibi yurdumuzda da önde gelen sağlık sorunlarından birini ruhsal sorunlar oluşturmaktadır. Ruh ve sinir hastalıklarını tedavi eden merkezler artık yetersiz gelmeye başlamış, toplumun büyük kısmı ise terapi ve ilâçla tedavi için hekim hekim dolaşmaktadır. Toplumda giderek artan ruhsal sıkıntıların müzminleşmeden önlenmesi gereğine inanan bilim insanları çâreler geliştirmişlerdir.

Artık tıp otoriteleri davranış terapilerinin içine sanatsal faaliyetleri de eklemiştir. Sadece modern zamanlarda değil, Antik Çağ’da, Orta Çağ’da ve ecdadımız Selçuklu ve Osmanlılarda da bunlar uygulanmaktaydı. Müzikle, su sesiyle, resim, heykel, seramik, ebru, hat ve birçok el sanatıyla hastaların kendi ruhsal çalkantılarını sanatına yansıtmasına fırsat verilmiş, topluma adapte olma sürecine katkı sunulmuştur. Sanat bizim içimize attığımız, çıkarmaya cesaret edemediğimiz ne varsa simgeler ve imgelerle açığa çıkarır, geliştirirken tedavi eder.

Ânî travma ya da ruhsal değişimlerle baş edebilmenin yolu, kendini güçlü, üretken ve değerli hissetmektir. İçinde bulunduğumuz, hızlı yaşayıp hızlı düşündüğümüz, ruhları ikinci plâna attığımız çağda normal bireylere rastlamak neredeyse imkânsızdır. Makineleşme ve teknolojinin insan işlevlerinin birçoğunu sahiplenmesinden sonra, ister istemez duygularımız da yönetim altına alınmıştır. Vücûdumuz ve aklımız makine gibi görülmeye başlanıp, gönüllerimizin ihtiyaçları görmezden gelinmiştir.

Düşününce, insanlık olarak ne kadar aciz durumda olduğumuzu kavrayabiliriz. Önce içimizi kemiren şu soruyu sormalıyız: Gerçekten özgür müyüz? Yoksa iletişim ve teknoloji tuzağıyla yönetilen çağdaş köleler miyiz?

Artık varlıklı, yaşam standartlarının yüksekliğiyle, yediğiyle, içtiğiyle, giydiğiyle, sözde özgürlüğüyle, paranın gücüyle övünen insanların sayısı hızla artmakta. Yani köleliğinin farkına varmayan insan toplulukları sığ, yüzeysel ve maddî imkânlarla ölçülen bir hayat yaşamakta. Sadece onlar değil elbette, bu kesimin tam tersi, çok düşük ve orta düzeyde ekonomik gelire sahip, beyni uyuşmuş, düşünmeye bile zahmet çekmeyen, kendini sosyal medyada değerli hissetmeye çalışan bireyler de vardır.

Üretmeyerek, düşünmeyerek, okumayarak, herhangi bir alanda uzmanlaşmayarak, empati yapmayarak, sanat denen varlığı hayatına koymayarak özgür görünen kölelere dönüştü insanlık.

Kendimizi tanımıyoruz, artık sadece izliyor ve inanıyoruz. Hiçbir şey hakkında düşünmüyor, kafa yormuyoruz; hep bizim adımıza birileri düşünüyor, anlatıyor, yazıyor, sanat ya da bilim adına bizim için çabalıyor… Artık istatistikî bilgiler duygunun yerini aldı. İzlenme rekorları kıran filmler, çok okunanlar listesine sokulan (!) kitaplar, çok izlenen haber programları, yarışmalar, diziler, çok ziyaret edilen mekânlar, çok tıklanan videolar, çok aranan karakterler, çok sevilen gıdalar, çok sevilen sanatçılar (!) ve daha nice çokluklarla var olmaya çalışan, çevremizi kuşatan, bizi dağıtan imgeler...

Çokluklar arasında kayboldu ruhlarımız, bir kargaşanın, kaosun içinde sürükleniyoruz. Artık tercihlerimizi ve beğenilerimizi istatistikler yönlendiriyor. Birey olduğumuzu unutmuş hâldeyiz. Topluluk içinde yaşayan, topluluk neye üzülürse ona üzülen, topluluk neye sevinirse ona sevinen, ipi başkasının elinde olan, köleliğini fark etmeyen ve alabildiğine özgür sanal özgürlükler hapishanesine zincirle bağlı güdümlü bireyler hâline geldik.

Akşam olunca televizyon ve sosyal medya tarafından kıskaca alındık, okumayı ve yazmayı hayatımızdan çıkarmaya başladığımız için ruhsal açlığımızı gideremez olduk. Artık hiçbir gezide not defteri ve kalem yok; evde, elimizin altında kalem kâğıt bulundurmuyoruz. Zira yazmak, not almak bile bir üretim, beynimizi yoran bir araç…

Çok okuyan, çok yazan bireyler, ahenkli konuşmaya başlarlar. Akıcı ve şiirsel anlatımlar ruhlara iyi gelir. Akşam yapılan sohbetler arasına küçük hikâyeler serpiştirilip herkesin ilgi ve zevki oranında tasavvufî tarzda ilâhi veya daha farklı, duygusal şiirlerle kaliteli vakitler geçirilse, ruhsal terapilerin yerine geçer ve toplumun en küçük birimi olan aile iyileşmeye başlar. Duânın ve ibadetin güzelliğini korkutarak değil de yaşayarak ve sevdirerek göstermek, terapilerin en güzelidir. Hele herkesin uyuduğu, tüm varlıkların sessizliğe geçtiği anlarda, âlemdeki nizam, varlığımız, hakkında tefekküre dalmanın, sevgi ve emeğin, şükrün nimetini düşünmenin tadına varılırsa, psikologların kapısı artık aşındırılmayacaktır.

Tüm bunları yapamadığımız için toplum zemininden sarsılıyor ve daha şiddetli depremlere hazırlıksız yakalanıyor.

Niçin sanat?

Sanat, kişiliklerimizin saklı kalmış, bastırılmış, mahzenlere kapatılmış katmanlarına gedikler açarak gelişmemizi, belki de olumsuzlukları atıp güzeli açığa çıkarmamızı sağlar. Bu açılan gediklerden en derin mahzenlere gün ışığının nüfûz ettiği gibi; edebiyat, şiir, sanat ve bilim de gönüllere nüfûz eder. O gönüllerin sahibi de nihâyetinde erdem tâcını giyer.

İnsanın erdemi, “duygu” dediğimiz insancıl özelliklerinden gelir. Bu duygu, karakterin yoğrulmasını, kendiyle beraber çevreye faydalı olmasını sağlar. Ne zaman ki duyguyu kaybederiz, kişilik olarak değerimizi yitirir, iyilikle anımsanmayız. Duygu ve vicdan yitirilip de amaçtan yoksun, boşlukta asılı varlıklar hâline gelinirse, çevrede gezinen ve ölüm makinesine dönüşmüş insanlar artar. Kaos artar, acıma ve empati yeteneğini kaybetmiş bireyler çevre için tehlike oluşturmaya başlarlar.

Duygu aklı güzelleştirir, renklendirir, katılık, tekdüzelik, haksızlık ve kuruluktan kurtarır. Bizi akıl yönetiyorsa, aklı da yöneten duygudur kuşkusuz. Ama aklın süzgecinden geçmeyen duygu da bazen bir tuzaktır insana. İnsanı insan yapan duygu olduğu gibi, içini kemiren, saptıran, ruhsal yıkımlara götüren ve denetim mekanizmasını kaybettiren de duygudur.

Burada sanatın işlevi çok önemlidir. Sanat, kişiliğe büyüteç tutar; bastırılmış, arkaya atılmış, giderek ruhsal problemlere zemin hazırlayan duygulara ayna olur. Zemin ne kadar sağlamsa, yapılar depreme o derece dayanıklı olur. Zeminleri, bol sanat konulmuş çimentoyla güçlendirip kolonları da kitapla sağlamlaştırmalı, tefekkür ve duâyı “acil yardım çantası” gibi hep yanımızda taşımalıyız ki ânî bir sarsıntıda zarar görmeyelim.

Türlü sarsıntılarla dengesini yitirmiş kişiliklerimizi sağlam zeminlere oturtmak ve artçı sarsıntıların etkilerini en aza indirmek istiyorsak, ruhumuzu besleyen, üretken olmamızı sağlayan, gönül gözümüzü açıp bizleri tatmin ve teskin eden, kendimizi değerli hissettiren ne varsa hayatımıza katmalıyız.