Zeliha’nın hikâyesi

Zeliha gözümüzün önünde eridi. Günlerce, aylarca gözyaşları dinmedi, sel olup aktı. Yemedi, içmedi; yaşamıyordu sanki. Önce umutları, sonra hayâlleri yıkıldı. Boynu büküldü, omuzları düştü, gözlerindeki ışık söndü. Boş boş bakıyordu artık…

ZELİHA, on yedisinde bir genç kızdı. Simsiyah uzun saçları, zeytin karası iri gözleri, inci gibi dizilmiş beyaz dişleri ve gülünce ortaya çıkan gamzesi ile esmer güzeli…

Yine bizde kaldığı zamanlardan biriydi. Hep gelirdi, kalırdı bizde günlerce; ama bu sefer başkaydı, bir başkalık vardı onda. Her dışarı çıkışında bir hazırlık, bir telâş… Uçuş uçuştu her çıkışı. “Yengeciğim, dışarıdan bir şey istiyor musun, eve bir şey alınacak mı?”, “Âdem’le Meryem’i parka götüreyim mi?” veya “Bugün pide ya da lahmacun yiyelim mi?” gibi ardı arkası kesilmeyen sorular ve istekleri vardı. Yeter ki dışarı çıksın, yeter ki Arif’i görsündü!

Yıl 1995, aylardan Temmuz… O zamanlar askerî lojmanlarda oturuyoruz. Arif de lojmanların sosyal tesislerindeki meşrubat büfesini işleten asker. Kara yağız, kocaman siyah gözlü, orta boylu, Çorumlu… Zeliha’nın dışarı çıkışlarının mütesebbibi...

O yüzdendi her gün çay bahçesine süslenip pürtelâş gidişler, kuzenlerini bazen zorla bile çay/kola içmeye götürmeler. Başlarda bana açılamamıştı, sırdaşları Âdem ve Meryem’di. Bir gün elini ayağını nereye koyacağını bilemeden, yanakları al al oturdu karşıma: “Yenge, nasıl oldu, niye oldu, bilmiyorum. Ama biz birbirimize âşık olduk!” Olsundu… Olan, aşk olsundu.

Hep böyle başlamaz mı? Ne zaman aklına gelse, kalbin yerinden çıkacakmış gibi atmaz mı? Konuşurken her iki cümlede bir onun adı geçmez mi? Onun için giyinir, onun için hazırlanır, onun için yaşarsın sanki. Onun olduğu her yer güzeldir. Etrafta kimse yoksa bir o vardır. Onun sevdiği şarkılar senin de şarkındır artık. Onun adı bile güzeldir; sırf onun adı diye… Zeliha ile Arif tam da böyleydi işte!

İbrahim Tatlıses’in “Haydi Söyle” adlı şarkısı, ortak şarkıları idi artık. Buldukları her fırsatta yan yana idiler. Birbirleri için yanıp tutuşuyorlardı. Gün sayıyorlardı tezkere için. “Gel yüz gün”, “Gel elli gün”, “Gel tezkere” derken, geldi o gün. Zeliha her zamanki gibi heyecanla hazırlandı, eli ayağı birbirine karıştı, uçarak çıktı evden. Yine buluşuldu pastanede. İkisi de hem mutlu, hem buruktu. Mutluydular; askerlik bitmişti, yakında evlenip kavuşacaklardı. Buruktular; bir süreliğine de olsa ayrı kalacaklardı. Çok umutluydular gelecekten…

Arif memleketine gidecek, anne ve babasına açılacak, işe girecek ve de Zeliha’yı ailesinden istemeye geleceklerdi. Her ikisinin de hayâliydi bu; evlenecekler, bir yuvaları olacak, yuvalarında da çocukları… Günler geceler boyu çok dinledik bu hayâlleri. Onlar birbirleri için yaratılmışlardı.

Arif, Çorum’a, Zeliha da evine gitti. Aylarca telefonlar edildi, mektuplar yazıldı, güzel aşk sözleri söylendi. Gelecek sözleri verildi. Sadakat yeminleri edildi.

Arif, Bilecik’te işe girmişti. Haftada bir gün izni vardı, onda da Zeliha’yı görmek için Ankara’ya geliyordu. Gece otobüse binip sabah burada oluyordu. Üç beş saat sandalye üzerinde oturulup giderilen hasretler, sonrasında haftaya kadar vedâlar… Bu geliş gidişler haftalarca sürdü. Arif saatler süren yorgunluğa, uykusuzluğa, Zeliha da evden çıkabilmek için söylediği yalanlara katlandı. Her şey çok güzeldi; olması gerektiği kadar… Tâ ki Arif in annesi Zeliha’yı arayana, “Ben seni gelin olarak istemiyorum, kendi yeğenimi alacağım oğluma” diyene kadar… Ve sonrasında buna benzer konuşmaların devam ettiği gergin günler…

Sonunda aile ağırlığını koydu. Aramalar ve gidiş gelişler azaldı ve her şey bitti…

En azından biz öyle biliyorduk…

Zeliha gözümüzün önünde eridi. Günlerce, aylarca gözyaşları dinmedi, sel olup aktı. Yemedi, içmedi; yaşamıyordu sanki. Önce umutları, sonra hayâlleri yıkıldı. Boynu büküldü, omuzları düştü, gözlerindeki ışık söndü. Boş boş bakıyordu artık…

Aylar sonra Zeliha, başkası ile nişanlandı, sonra da evlendi. Bu hiç kolay olmadı. Arif yok ise, evlendiğinin kim olduğunun hiçbir önemi yoktu. Sıradan, öylesine, vazifeymiş gibiydi her şey. Gelin olup gitti İstanbul’a.

Bir yıl sonra kucağında kızıyla geldi Ankara’ya. Annesi, ablası ve de biz, geçmişe gittik topluca. Annesi, “Zeliha, sen nişanlanmadan birkaç kez Arif aradı, ben de ‘O artık nişanlandı, evleniyor’ dedim” dedi. Zeliha’nın gözbebekleri büyüdü, önce annesine, sonra bize baktı, inanamadı duyduklarına, beyninden vurulmuş gibiydi. “Anne! Bunu bana nasıl yaptın? Biliyordun, sen her şeyi biliyordun… Bunu bana şimdi mi söylüyorsun? Nişanlı bile olsam, kaçardım anne!” dedi.

Ortada bir ölüm sessizliği oldu ve herkes birbirinden gözlerini kaçırdı. Zeliha’nın sessiz çığlığına, sel olup akan yaşlarına eşlik ettik topluca.

Geriye ise mutsuz bir Zeliha, bir de ara sıra hâlâ dinlediği şarkısı kaldı: “Haydi söyle, seni nasıl sevdiğimi…”