Zehirli mi, sihirli mi?

Önce topraktan, sonra birbirimizden koparıldık. Şimdi bize sadece kendimiz kaldık. “Tanrım beni baştan yarat” diyordu arabesk kralı Orhan Baba. Onun kastı bu değildi elbette. Şimdilerde her bir insanoğlu kendi tanrıcılığına soyundu Firavun misâli. Ve herkes kendi putunu yapar oldu Samirî gibi.

YALNIZLAŞIYOR, yalnızlaştırılıyoruz bile isteye dipsiz kuyulara çekilircesine. Bundan birilerinin bir hesabı, bir kastı var elbette. Ama o cellada boyun eğmek yerine, “Yapacak hiçbir şeyimiz yok mu gerçekten?” sorusunu ihmâl etmemeli içimizde.  

Hani iman sahibiydik? Hani sonsuz rahmet kaynağı Yüce Yaradanımıza güvenip dayanarak küllî iradeden dirayet devşirirdik? Hani desiselere, vehimlere, korkulara bu dirayetle direnirdik? Peki, ahir zamanda zehir kusan düşüncelerle aklımız, hayatımız, duygularımız, yaşantımız neden bu kadar hızlı parsellenerek İlâhî güç yerine fâni güçlere tapınmalara dönüştü?

Çok değil, yüz elli yıl öncesinde bir icat ile başladı belki de zihin kuşatmaları. Meselâ insanlık konuştuğu kişinin gözlerindeki şaşkınlığı, sevinci, heyecanı, sevgiyi, sevinci, mimikleriyle verdiği tepkileri görmeden sadece sesine yansıyanla yetindiğinden beridir yitirmiş olabilir mi hissedişlerini?

Graham Bell 1875’te telefonu icat ettiğinde, karşılıklı konuşmak için bir araya gelinmesine ihtiyaç kalmamıştı. Hâlbuki dil, ses ve söz, bir aradayken alıp vereceğiniz en güzel paylaşımdı. Konuşan dil, duyan kulaktı ama hisseden, insanın tüm duyuları ve kalbiydi. Birbirimize alıp verdiğimiz duygusal tüm enerjiler o gün bugündür telefon tellerinde asılı kaldı. Böyle başladı ilk kopuşlar. Hâlbuki insanoğlu tek başına yaratılmamıştı. Bir diğerini dinleyeceği, onda dinleneceği eşler yaratmıştı ilkin Rabbimiz. Bu, suya atılan ilk taş gibiydi. Halka büyüdükçe zenginleşiyordu insanoğlu.

Şimdilerde her santimi kutsanmış evlerimizde yalan dünyaların sahte görsellerinden sahici mutluluklar devşireceğimiz zannıyla oyalanıyoruz. Tuşa dokunup duyduğumuz sesle gönül yakınımıza uzaktan ulaşabiliyorduk. Sonra yetmedi bu insanoğluna. Ahizeden gelen canımızın sesine başkalarının seslerini eklemek için çalışmalar başlatıldı. Bildiğimiz bilmediğimiz sesin ulaşımı için uzaklığın bir anlam ifade etmediği radyoyu icat ettiler. Evlerimizin duvarlarında yabancısı olduğumuz sesler çınlar oldu. Gerçi toplum ahvalinden, olup bitenden haber veriyordu bize. Gazete gibi değildi kesinlikle, okumak zahmeti de kalkmıştı üstümüzden. İstediğimiz kanala geçip Yurttan Sesler Korosundan şarkılar, sevdiğimiz sanatçıdan solo konserler dinliyorduk. Tiyatro bile vardı. Sanatçıların sesini dinlerken, sahneleri gözümün önünde oluyormuş gibi hayâl gücümüzle canlandırıyorduk.

Merakı galebe çaldı, insan duyduğunu görmek istedi daha sonra. Zaten hazırda bekliyordu kapkara güçler ve kara ekranların icadıyla giriverdiler evlerimize.

“Evlerimiz” dedim de, onlara el atmadan olur mu? Dar sokaklı sevimli mahallelerimiz, bahçeli küçük evlerimiz apartmanlara dönüştü. Kerpicin, tuğlanın, ahşabın yerini demirler, betonlar aldı. Komşuluk devam ediyordu hâlâ. İnsanlar aynı, evler daha yeni ve çok katlıydı sadece…

İnsanoğlu aidiyet ister. Bulunduğu yere kök salmak ister. Elinde televizyonu olan ayrıcalıklıydı, onun evine gıpta ederdi komşular. O davet ederse “Gelin, bizde televizyon seyredelim” diye, kendinizi şanslı hissederdiniz. Artık bir araya gelmenin sebebi muhabbet değil, seyir olmaya başlamıştı. Arkadaş toplantıları televizyon programlarına göre ayarlanır olmuştu. İnsanı değiştirip dönüştürme ihtirasıyla canavarlaşan bâtıl, bu arada başka hainlikler peşindeydi. Kendine mahsus bir ivme ile değişiyordu her şey. Bizi mahallelerimizden sitelere taşıdılar önce, sonra gökdelenler çakıldı göğün bağrına, sokaklar caddelere, bulvarlara bıraktı yerini. Mahalle bakkalı, kasabı, terzisi soldu devasa binaların gölgesinde, kurudu hepten. Süpermarketler çoktan yerini almıştı sahnede.

Yalnızlaşıyordu insan hızla. Yalnızlaştıkça, onu besleyen, geliştiren, dönüştüren toplum ve hemcinslerinden koptukça gizli bağları bir bir yalnız ağaçlar gibi kuruyordu. Canı çekilir gibi barındırdığı tüm yaşam sevinci ve paylaşma duygusu su gibi çekiliyordu. Birinin gözüne bakarak muhabbet ettiğiniz güzel zamanların güzel insanları bir bir yenik düşüyordu moderniteye. Hâlbuki insan bir ormanın içindeki ağaç gibi olmalıydı. Etrafı hemcinsleriyle dolu olmalı, almalı, vermeli, kızmalı, sevmeli, üzülmeli, sevinmeliydi birlikte ve beraberce. Ancak o zaman sağılırdı zehri, üzüntüleri, kaygıları, sıkıntıları hayatın. Birbirimize güvenmeli, sığınmalı, sokulmalıydık. Çünkü Yaradan cem eylemişti bizi ve birbirimize emanet etmişti her birimizi. Kişi kişinin “rahmanı” olmalıydı. Kıyas etmeliydik kendimizi birbirimizde. Birinden beslenmeli, diğerinden ders almalıydık. Bizim menkıbemiz bunun üzerine yazılmıştı çünkü. Biz, tayin edilen vakitte, tayin edilen zamana kadar tüm hayatla dağ, taş, hava, su, ay, güneş, insan, hayvanla yoldaş olduğumuz bir yolun yolcusu, bir uzun destanın kısa paragrafları misâliydik. Bu yolun tüm yolcularının bir ritmi vardı tayin edilmiş. Ve bir hızı vardı her yaratılanın kendine has.

Hız ve haz derken bir bütünün parçası olduğumuzu unuttuk. Parçalanıverdik. Koptuk bütünden. Savrulduk. Hâlen savrulmaya devam etmekteyiz. Ta ki birbirimize “Dur!” ihtarını verip “Nereye gidiyorsun?” sorusunu soruncaya dek sürecek bu savruluş.

Şimdi dijital çağdayız. Her şey bir illüzyon sanki. Hem çok çabuk değişiyor, hem gerçeğe yakın değil artık hiçbir şey. Eşyaya dair neye sahipsek bir görünmez örtü var sanki her birinin üzerinde. Kâinatın renkleri de yitip gidiyor binalar içinde. Elimizdeki cihazın içine sığdırılmış tekno yorumlu dünya ile yetiyoruz. Bir illüzyonun tesirindeymişçesine akıp gidiyor hayatlarımız. Sihirli mi, zehirli mi karar veremediğimiz fakat tesirinden bir türlü kendimizi kurtaramadığımız karışık bir devrin garip insancıklarıyız her birimiz artık.

Hiçbir şey sahici değil. Birbirleriyle aynı boyutta aynı normda meyve ve sebzelerden tutun da, birbirinin aynı kadınlarına varana dek tek tip olma yolunda ilerlenirken, direnmelerin eleştirildiği bir tutarsızlıkla mücadele hâlindeyiz. Artık herkes yalnız kendisi için var adeta. Ve buna göre her bir kişi sadece kendisi için yaşamalı. Kendini sevmeli, kendinden başkası ile ilgilenmemesi için bir gerekçeye ihtiyaç duymamalı. Garip ama ne yazık ki gerçek bu!

Hiçbir şey hızla ve anî bir biçimde olmadı aslında. Yavaş yavaş girdiler kanımıza. Önce topraktan, sonra birbirimizden koparıldık. Şimdi bize sadece kendimiz kaldık. “Tanrım beni baştan yarat” diyordu arabesk kralı Orhan Baba. Onun kastı bu değildi elbette. Şimdilerde her bir insanoğlu kendi tanrıcılığına soyundu Firavun misâli. Ve herkes kendi putunu yapar oldu Samirî gibi.

“Bir şey koptu içimizden… Şey… Her şeyi tutan bir şey…” (Necip Fazıl Kısakürek)