
YAŞLI ve yorgun kaval sesi,
beni kâdim bir havada selâmlıyor. Güneş gibi yalnız, ayna gibi berrak… Eski bir
deniz kokusu burnuma çalınıyor. Neredeyim?
İşte
rüzgâr, gül yaprağıyla buruşuk tenime dokunuyor. Ben küçük bir kadınım. Evim
dalgalı kıyılar, ben evimdeyim.
Haysiyetimin
dimağında mangırlar cirit atıyor. Cırcır böcekleri bu onursuzluğu izliyor. Bir mum
şehit düşüyor. Ama yok mutlu ölümler.
Meskenim
kumlu bir sahil. Saatimin penceresinde akasya salkımları yetişiyor. Islak
ağaçlar yalnızlığımla alay edercesine bir lahza gülüyorlar. Zamanın tekerlekleri
çok hızlı, bocalamadan ilerliyor. Çimen kokulu acizliğim gelin çağını özlüyor.
Hey masum güvercinler! Salınalım beyaz kulelere…
Gölgeler
tütüyor
Ben
Gülizar dilenci… Ayın mavi bakışları altında ezilen, medeniyetin susuzluğunu
gideren, martıların küstüğü dilenci… Adı bilinmeyen sokakların müdavimi,
şarkısı çalınmayan berduşun yegânesi, bir Zincirlikuyu yolunun tek adresiyim.
Ben
ayrılıklara şahit olan, ben vuslatların vazgeçilmez seyircisi, ben kiminin
sadakası ve kiminin başındaki gözü(!)… Ben Gülizar dilenciyim.
Kirli
bir Ağustos sıcağı… Boynumda geçmişi olmayan bir vecibe… Asfaltın kuru sıcak
soğuğu, yalvaran cümlelerimi titretiyor. Yarlarda, tepelerde çamurlu bir in… Niçin
giremiyorum bataklıktan evime? Ağarmış saçlarımı dağlar taşlar bile sahiplenmiyor.
Evsiz, yolsuz, yordamsız ve yorgansızım. Üşüyen bedenimin çektiklerini
kimsesizliğimle bağırıyorum. Lâkin duyulmuyor, duyulmuyorum. Hiç çekişli
işsizliklere meydan okuyorum. Dilimin döndüğünce haykırıyorum. Fakat bu sessiz
ve hissiz kalabalıkta bendimi aşamıyorum. Ben al yanaklı dilenci, kim olursam
olayım, yine de gidiyorum. Çünkü biliyorum, “Gel, ne olursan ol, yine gel”
diyen zât-ı şahaneler var.
Bendeki
bir düş birikintisi; gökyüzüm tirşe, sırtım yük vagonu, albümlerim boş, kıyıya
paralel tüm sevmelerim… Oysa bütün yaşamlar bitti. Yüreğimin eskittikleri,
bardak gibi kırılan memleketimin ücra köşelerinde. Zihnim telli duvaklı;
gözleriminse feri kalmadı. Yüreğimde bir sevi yağmuru yağıyor. Bakışlarım
ağlamaklı. Anlatamıyorum. Karşı kaldırıma dahi anlatamıyorum. Sokaklarım kızıma
çıkmıyor, caddelerde oğlum yok. Sahi, torunum var mıdır? Bilmiyorum.
Tanınmıyorum. Derdimi uzaklardan gelen bir mür ağacına anlatıyor, gölgesine
yaslanıyorum. İnsanlara uzattığım kirli ellerimde yaşayamadıklarımın izi var.
Yaşadıklarımın ağırlığı ise topal bacağımla yüzüme vuruyor.
İşte
paydos borusu, inmeliyim! Zavallı ömrümün mûsikîsine Allah’ın rızasını
eklemeliyim. Nurumu ve gururumu bir hendeğe hapsettim. Kurumuş gözyaşlarım ise
bastonuma ağır geliyor. Başımda onu okşayan bir el, bedenim nefsimin kıvılcımıyla
ısınıyor. Heyhat! Çırpınan sînemde köstekli bir saatim.
Aslında her kıyının bir adı, her caddenin bir başı var. Her deniz yaşlı. Bir denizyıldızının peşinde sürünüşlerim, çürüyüşlerim, yarı tok ve yarı aç yarı hür gezişlerim var benim. Umutlarımsa şafağın çok ötesinde. Dualarım ruhumu sarmıyor. Arlanmayan çehrem, milyonluk yalanlar atıyor. Balat’ın köhne tarihine bile ağlıyor. Galata’nın himayesindeki bedenim, çar naçar avını arıyor. Ruhum yine de ölmüyor. Bin sekiz kilometreden pırıl pırıl endamım. Vasiyetim konuşuyor; tuzlu suyla sırılsıklamım, beni kumlu bir sahile gömün…