Zavallı çocuk

Namık Kemal, eserinde yalnız hazin bir aşk hikâyesini işlememiş, esasında topluma zamanının görücü usulü ile olan evliliklerinin ne gibi felaketlere yol açtığını göstermeye çalışmıştır. Gerek erkek, gerekse de kadın, her insanın kendi kararlarını kendisinin vermesi gerektiği vurgusunu işlemiş, özellikle kızların kendi rızalarıyla evlenmeleri gerektiğini savunmuştur.

KİMİ zaman, kimi hâllerde insana bir hayat sunulur. Belki uyar o hayat insana, belki uymaz. Çoğunlukla uymaz gerçi. İnsan, bir defa geldiği şu dünyayı, bir defa yaşayacağı şu hayatı, kendi hayatını kendisi mi seçmeli, yoksa çevresinin kendisine sunduğu hayatı mı yaşamalı hiç içine sinmeden, yaşadığı hayatı ruhunda hissetmeden? Kendisi mi olmalı insan, yoksa birilerinin kendisini şekillendirmesini mi izlemeli?

Hayat dediğimiz şey ağ ağ, ilmek ilmek, nakış nakış örülmüştür. Birbirinden bağımsız hiçbir oluşum, meydana geliş, yaşam yoktur esasında. Yaptığımız herhangi bir iyilik de, kötülük de belki bizim hiç tanımadığımız birini, birilerini bulup iyi ya da kötü etkileyecektir. Dünyadaki hayatın geneline baktığımızda böyledir bu. Tek bir insanın hayatına bakacak olursak, dünyadaki o hayatın bütünündeki işleyiş, tek bir insanın hayatında da aynı şekildedir. Hayatındaki eksiklikler, insanın hayatının bütününü etkileyecektir en nihayetinde. Evinizde, işinizde, eşinizde, arkadaş çevrenizde ya da muhitinizde oluşacak iyi ya da kötü bir gelişme, hayatınızın bütününe sirayet edecektir bir şekilde.

Konunun daha da özüne inip hayatın anlamı ve bir insanın hayattan beklentileri boyutundan bakacak olursak birkaç temel nokta çıkıyor ortaya. Öncelikli olarak evi ve işi…

Bu noktada insanın ne kadar birey, ne kadar kendisi olabildiği önemlidir. Kendi hayatının ne kadarına kendisinin karar verebildiği önemlidir. Özünde işimiz ve evimiz iyiyse, arkadaşlığımız da, çevremizle olan ilişkilerimiz de, başkalarına karşı davranışlarımız da iyi olacaktır. İşte insan, bir birey olacaksa bu noktadan başlamalı ve birey olmalı, olabilmeli! Her anlamda kişi, kendi hayatına kendi karar ve yön verebilmeli. Anne babalar, çocukları adına karar vermemeli mesela. Çocuğuna kendisi olabilme, kendi kararlarını alabilme özgürlüğünü vermelidir anne baba, onun bir birey olabilmesi için. Birey olma, olabilme olgusu yalnızca tek tek insanları etkilemeyecektir, büyük ölçekte toplumu da etkileyecek, yönlendirecektir.

Bizim toplumuzda bu tür bireyciliğin, özgürlüğün ilk temelleri Tanzimat’la birlikte atılmaya çalışılmıştır -her ne kadar tam anlamıyla başarılı olunamamışsa da-. Türk toplumunda modernleşme anlamındaki ilk yeniliklerin tohumları yine bu hareketle atılmıştır. Yazarlar, şairler, aydınlar çalışmalarıyla, yapıtlarıyla toplumdaki yanlışları, eksiklikleri ortaya koymaya çalışmışlardır.

Hayranı olduğum Tanzimat yazarlarından biridir Namık Kemal, özgürlüğe, modernleşmeye, hakka, hukuka, eşitliğe koşan bir aydın… Kısa denebilecek bir ömre büyük işler sığdırmış bir fikir adamı, bir aydındır.

Atâ, on yedisinde bir delikanlıdır. Ve on dördünde Şefika… Yürekleri kıpır kıpırdır ikisinin de. Gencecik bedenlerinde kocaman birer yürek taşımaktadırlar. Birlikte büyümüş, birlikte serpilmiş ve haliyle kendilerini birbirlerinde bulmuşlardır. Ve çoğu kez ve çoğu insanda olduğu üzere Şefika ile Atâ’yı da korkutur birbirinden habersiz bu sol yanlarına düşen ateş. Bir evin içinde, ayrı ayrı odalarda ikisi de birbirlerini düşünerek sabah ederler sık sık. Amma velakin ilk kim dile getire içindekileri…

Heyhat, kolay mıdır bu? İmalı konuşmalar, ağızdan laf kaçırmalar, inkâr etmeler belki… Yaşadıysanız bilirsiniz elbet, ne heyecandır o, ne ölüp ölüp dirilmedir…  Ya hissettiğiniz şeyin tarifi nedir? Nasıl dile geldi sizde sol yanınıza düşen kıvılcım? Arayı arayıp da anlatmak istediğiniz şeyi ifade edecek kelime bulamadığınız oldu mu hiç, yoksa bülbül olup şakıdınız mı onun karşısında?

İşte Namık Kemal’in, Atâ’nın dilinden aşkı tarif edişi:

“Şefika: Nasıl seviyorsun? Muhabbet sana ne türlü haller getiriyor? Söyle, söyle bakayım!

Atâ: Ne türlü haller mi getiriyor? Zamanı zamanına benzemez. Gün olur, yanıma gelsen uzuvlarımın her biri ayrı ayrı yanmaya başlar. Sanki vücuduma alevden bir gömlek giydirirler. Yanımdan gitsen, canım vücudumdan çekilir. Çekildiğini her zerrem ayrı ayrı hisseder. Her tarafıma hafif bir titreme gelir. Gönlüm yerinden kopacak da arkandan koşacak gibi olur. Gün olur, zihnimde yoluna ölüp de seni başucumda ağlar görmekten büyük bir mutluluk bulamam. Sonra ağlayacağını düşünürüm, sana acıdığımdan kendime de acımaya başlarım. Dünyada ne kadar güzel şey görsem, elbette senin bir yerine benzetirim. Sonra gördüğüm şeyin her tarafında bir kusur bulurum. O da gözümden düşer, yine yalnız sen kalırsın. Uykuya, seni rüyada görmek ümidiyle yatarım. Uykudan hayâlini kaybetmek korkusuyla kalkarım. Her halim tarif olunmaz ki, nasıl söyleyeyim?”


Aşk varsa çocuk, başlık varsa değil

Eserde aşk, sevgi, evlilik konuları hakkında toplumda yaygın olan yanlış fikri Tahire Hanım karakteriyle görüyoruz. Hani anne baba en iyisini ister ya güya evladı için, hani rahatını düşünür ya evladının; bir yandan Tahire Hanım kızının iyiliğini isteyip Şefika’yı kendinden kaç yaş büyük bir paşayla evlendirirken -ki bu evlilik söz konusu olduğunda Şefika’nın yaşı ve paşanın yaşı arasındaki yaş farkı söz konusu edilmiyor-, Şefika aslında Atâ’yı sevdiğini itiraf edince “Bu yaşta çocuk aşkı ne bilecek?” oluyor:

“Halil Bey (Şefika’nın babası): (…) Benden yüz bulamadı, çehresine bir karanlık renk geldi, gözlerine hafif bir duman çöktü. Hâlâ o renk gitmiyor, hâlâ o duman geçmedi. O kadar zayıflıyor ki, bayağı her gün vücudunun eriyen yerleri gözle fark olunuyor. Gözleri daima toprağa bakıyor. On dört yaşında çocuk senden benden bîtâb olmuş. Biçareye bir hâl olmasından korkuyorum. Çocuğun gönlünde bir sevda hissediyorum.

Tahire Hanım: Allah Allah! O yaşta çocuk aşkı ne bilecek? On dört yaşında masumları bırakalım, istedikleri gibi evlensinler, istedikleri adama varsınlar, öyle mi? Sonra dünyada ananın, babanın ne lüzumu kalır? Şimdi Şefika, mesela ‘Kasabın çırağını seviyorum’ derse kolundan tutup koynuna mı atıverelim?”

İnsana şu hayatta bir güzellik yaptıracak şey varsa, o da sevgidir. Şefika, annesinin ısrarlarıyla, yine annesinin babası Halil Bey’in borçlarını öne sürmesiyle kendini, sevgisini ailesi için feda eder, paşayla evliliğe razı olur. Fakat bu haberin sevdiğini üzmesini katiyen istemez. Evlenip gideceği güne kadar ondan saklanmasını ister. Bütün yükü kendisi sırtlanır. Hastalanıp yataklara düşer. Tahire Hanım ettiğinden bin pişmandır ya, iş işten geçmiştir:

“Tahire Hanım: (Tezkereyi açar) Sarrafın senedi! Karşılığında Şefikacığımın ölüm döşeklerinde sürüneceğini kim bilirdi? Allah’ım, bu belâyı başka bir bedel ile üzerimizden almaya kadirdin. (Tezkereye göz atarak) Sevgili eşinin gözlerinden öpmüş. Hay benim gözlerime toprak dolaydı da bugünleri, bu hâlleri görmeyeydim…”

Tarihî ve edebî anlamda romanın yanı sıra, Namık Kemal tiyatro eserleriyle de yön vermeye çalışmıştır yaşadığı topluma. Atâ ve Şefika’nın hikâyesinde okuyucu, bir insanın kendi hayatına kendisinin karar verememesinin ne kadar acı olduğunu görüyor, gencecik yüreklerde sevdanın nasıl filizlendiğine şahit oluyor. Namık Kemal, eserinde yalnız hazin bir aşk hikâyesini işlememiş, esasında topluma zamanının görücü usulü ile olan evliliklerinin ne gibi felaketlere yol açtığını göstermeye çalışmıştır. Gerek erkek, gerekse de kadın, her insanın kendi kararlarını kendisinin vermesi gerektiği vurgusunu işlemiş, özellikle kızların kendi rızalarıyla evlenmeleri gerektiğini savunmuştur.