KİMİ
zaman, kimi hâllerde insana bir hayat sunulur. Belki uyar o hayat insana, belki
uymaz. Çoğunlukla uymaz gerçi. İnsan, bir defa geldiği şu dünyayı, bir defa
yaşayacağı şu hayatı, kendi hayatını kendisi mi seçmeli, yoksa çevresinin
kendisine sunduğu hayatı mı yaşamalı hiç içine sinmeden, yaşadığı hayatı
ruhunda hissetmeden? Kendisi mi olmalı insan, yoksa birilerinin kendisini
şekillendirmesini mi izlemeli?
Hayat dediğimiz şey ağ ağ, ilmek ilmek, nakış nakış
örülmüştür. Birbirinden bağımsız hiçbir oluşum, meydana geliş, yaşam yoktur
esasında. Yaptığımız herhangi bir iyilik de, kötülük de belki bizim hiç
tanımadığımız birini, birilerini bulup iyi ya da kötü etkileyecektir. Dünyadaki
hayatın geneline baktığımızda böyledir bu. Tek bir insanın hayatına bakacak
olursak, dünyadaki o hayatın bütünündeki işleyiş, tek bir insanın hayatında da
aynı şekildedir. Hayatındaki eksiklikler, insanın hayatının bütününü
etkileyecektir en nihayetinde. Evinizde, işinizde, eşinizde, arkadaş çevrenizde
ya da muhitinizde oluşacak iyi ya da kötü bir gelişme, hayatınızın bütününe
sirayet edecektir bir şekilde.
Konunun daha da özüne inip hayatın anlamı ve bir
insanın hayattan beklentileri boyutundan bakacak olursak birkaç temel nokta
çıkıyor ortaya. Öncelikli olarak evi ve işi…
Bu noktada insanın ne kadar birey, ne kadar kendisi
olabildiği önemlidir. Kendi hayatının ne kadarına kendisinin karar verebildiği
önemlidir. Özünde işimiz ve evimiz iyiyse, arkadaşlığımız da, çevremizle olan
ilişkilerimiz de, başkalarına karşı davranışlarımız da iyi olacaktır. İşte
insan, bir birey olacaksa bu noktadan başlamalı ve birey olmalı, olabilmeli!
Her anlamda kişi, kendi hayatına kendi karar ve yön verebilmeli. Anne babalar,
çocukları adına karar vermemeli mesela. Çocuğuna kendisi olabilme, kendi
kararlarını alabilme özgürlüğünü vermelidir anne baba, onun bir birey
olabilmesi için. Birey olma, olabilme olgusu yalnızca tek tek insanları
etkilemeyecektir, büyük ölçekte toplumu da etkileyecek, yönlendirecektir.
Bizim toplumuzda bu tür bireyciliğin, özgürlüğün ilk
temelleri Tanzimat’la birlikte atılmaya çalışılmıştır -her ne kadar tam anlamıyla
başarılı olunamamışsa da-. Türk toplumunda modernleşme anlamındaki ilk
yeniliklerin tohumları yine bu hareketle atılmıştır. Yazarlar, şairler,
aydınlar çalışmalarıyla, yapıtlarıyla toplumdaki yanlışları, eksiklikleri
ortaya koymaya çalışmışlardır.
Hayranı olduğum Tanzimat yazarlarından biridir Namık
Kemal, özgürlüğe, modernleşmeye, hakka, hukuka, eşitliğe koşan bir aydın… Kısa
denebilecek bir ömre büyük işler sığdırmış bir fikir adamı, bir aydındır.
Atâ, on yedisinde bir delikanlıdır. Ve on dördünde
Şefika… Yürekleri kıpır kıpırdır ikisinin de. Gencecik bedenlerinde kocaman
birer yürek taşımaktadırlar. Birlikte büyümüş, birlikte serpilmiş ve haliyle
kendilerini birbirlerinde bulmuşlardır. Ve çoğu kez ve çoğu insanda olduğu
üzere Şefika ile Atâ’yı da korkutur birbirinden habersiz bu sol yanlarına düşen
ateş. Bir evin içinde, ayrı ayrı odalarda ikisi de birbirlerini düşünerek sabah
ederler sık sık. Amma velakin ilk kim dile getire içindekileri…
Heyhat, kolay mıdır bu? İmalı konuşmalar, ağızdan laf
kaçırmalar, inkâr etmeler belki… Yaşadıysanız bilirsiniz elbet, ne heyecandır
o, ne ölüp ölüp dirilmedir… Ya
hissettiğiniz şeyin tarifi nedir? Nasıl dile geldi sizde sol yanınıza düşen
kıvılcım? Arayı arayıp da anlatmak istediğiniz şeyi ifade edecek kelime
bulamadığınız oldu mu hiç, yoksa bülbül olup şakıdınız mı onun karşısında?
İşte Namık Kemal’in, Atâ’nın dilinden aşkı tarif
edişi:
“Şefika: Nasıl seviyorsun? Muhabbet sana ne türlü
haller getiriyor? Söyle, söyle bakayım!
Atâ: Ne türlü haller mi getiriyor? Zamanı zamanına benzemez. Gün olur, yanıma gelsen uzuvlarımın her biri ayrı ayrı yanmaya başlar. Sanki vücuduma alevden bir gömlek giydirirler. Yanımdan gitsen, canım vücudumdan çekilir. Çekildiğini her zerrem ayrı ayrı hisseder. Her tarafıma hafif bir titreme gelir. Gönlüm yerinden kopacak da arkandan koşacak gibi olur. Gün olur, zihnimde yoluna ölüp de seni başucumda ağlar görmekten büyük bir mutluluk bulamam. Sonra ağlayacağını düşünürüm, sana acıdığımdan kendime de acımaya başlarım. Dünyada ne kadar güzel şey görsem, elbette senin bir yerine benzetirim. Sonra gördüğüm şeyin her tarafında bir kusur bulurum. O da gözümden düşer, yine yalnız sen kalırsın. Uykuya, seni rüyada görmek ümidiyle yatarım. Uykudan hayâlini kaybetmek korkusuyla kalkarım. Her halim tarif olunmaz ki, nasıl söyleyeyim?”
Aşk varsa çocuk, başlık varsa değil
Eserde aşk, sevgi, evlilik konuları hakkında toplumda
yaygın olan yanlış fikri Tahire Hanım karakteriyle görüyoruz. Hani anne baba en
iyisini ister ya güya evladı için, hani rahatını düşünür ya evladının; bir
yandan Tahire Hanım kızının iyiliğini isteyip Şefika’yı kendinden kaç yaş büyük
bir paşayla evlendirirken -ki bu evlilik söz konusu olduğunda Şefika’nın yaşı
ve paşanın yaşı arasındaki yaş farkı söz konusu edilmiyor-, Şefika aslında
Atâ’yı sevdiğini itiraf edince “Bu yaşta çocuk aşkı ne bilecek?” oluyor:
“Halil Bey (Şefika’nın babası): (…) Benden yüz
bulamadı, çehresine bir karanlık renk geldi, gözlerine hafif bir duman çöktü.
Hâlâ o renk gitmiyor, hâlâ o duman geçmedi. O kadar zayıflıyor ki, bayağı her
gün vücudunun eriyen yerleri gözle fark olunuyor. Gözleri daima toprağa
bakıyor. On dört yaşında çocuk senden benden bîtâb olmuş. Biçareye bir hâl
olmasından korkuyorum. Çocuğun gönlünde bir sevda hissediyorum.
Tahire Hanım: Allah Allah! O yaşta çocuk aşkı ne
bilecek? On dört yaşında masumları bırakalım, istedikleri gibi evlensinler,
istedikleri adama varsınlar, öyle mi? Sonra dünyada ananın, babanın ne lüzumu
kalır? Şimdi Şefika, mesela ‘Kasabın çırağını seviyorum’ derse kolundan tutup
koynuna mı atıverelim?”
İnsana şu hayatta bir güzellik yaptıracak şey varsa, o
da sevgidir. Şefika, annesinin ısrarlarıyla, yine annesinin babası Halil Bey’in
borçlarını öne sürmesiyle kendini, sevgisini ailesi için feda eder, paşayla
evliliğe razı olur. Fakat bu haberin sevdiğini üzmesini katiyen istemez.
Evlenip gideceği güne kadar ondan saklanmasını ister. Bütün yükü kendisi
sırtlanır. Hastalanıp yataklara düşer. Tahire Hanım ettiğinden bin pişmandır
ya, iş işten geçmiştir:
“Tahire Hanım: (Tezkereyi açar) Sarrafın senedi!
Karşılığında Şefikacığımın ölüm döşeklerinde sürüneceğini kim bilirdi?
Allah’ım, bu belâyı başka bir bedel ile üzerimizden almaya kadirdin. (Tezkereye
göz atarak) Sevgili eşinin gözlerinden öpmüş. Hay benim gözlerime toprak
dolaydı da bugünleri, bu hâlleri görmeyeydim…”
Tarihî ve edebî anlamda romanın yanı sıra, Namık Kemal
tiyatro eserleriyle de yön vermeye çalışmıştır yaşadığı topluma. Atâ ve
Şefika’nın hikâyesinde okuyucu, bir insanın kendi hayatına kendisinin karar
verememesinin ne kadar acı olduğunu görüyor, gencecik yüreklerde sevdanın nasıl
filizlendiğine şahit oluyor. Namık Kemal, eserinde yalnız hazin bir aşk
hikâyesini işlememiş, esasında topluma zamanının görücü usulü ile olan
evliliklerinin ne gibi felaketlere yol açtığını göstermeye çalışmıştır. Gerek
erkek, gerekse de kadın, her insanın kendi kararlarını kendisinin vermesi
gerektiği vurgusunu işlemiş, özellikle kızların kendi rızalarıyla evlenmeleri
gerektiğini savunmuştur.