
FRANZ Kafka’nın “Dönüşüm” adlı eserinde bir sabah uyandığında kendisini bir böcek olarak gören Gregor Samsa isimli karakterin yaşadıklarının okuyanı çoktur.
Öykünün bu başkarakteri, elbette duruma önce şaşırıyor. Fakat daha sonra her şey rutine biniyor. İçinde bulunduğu duruma itaat de geliştiriyor ve sonunda yakınlarına karşı yabancılaşma hissine kapılıyor.
Kafka’nın yansıttığı mesajda okur, bir insanın nasıl böceğe dönüşebileceğini okumuyor. İçinde taşıdığını nasıl bir gün doğurduğunu okuyor.
Peki, bir insan nasıl böcek doğurur da insanlığını yitirir? Nasıl bir günde böcek olur?
*
Türkiye Cumhuriyeti Devleti, 2013 yılının ilk aylarında tamamen deşifre ettiği ve Millî Güvenlik Belgesi’ne işlediği bir şebekeyi önce şöyle tanımladı: “Paralel devlet yapılanması”…
Durum rezalet. Fakat tanım muazzam.
Söz konusu paralel devlet yapılanması, başında F. Gülen’in bulunduğu, çeşitli medya ve basın yayın kanallarıyla neredeyse her eve ve dükkâna giren, her aileden en az bir kimsenin yer aldığı, türlü organizasyonlarla çokça övgü ve de tepki toplayan, siyasetten sanata birçok cemiyetten şahsiyetlerin iltifat ederken “Hizmet Cemaati” diye tarif ettiği “The Cemaat” idi.
Biz neden “The Cemaat” diyerek noktaladık bu tanımı? Zira Türkiye’de bu tanım öyle bir noktaya getirilmişti ki “Cemaat” denildiğinde anlaşılan bu topluluktu. Diğer topluluklardan bahsederken “tarikat” başta olmak üzere o toplulukların kullandıkları özel isimlerden bahsediliyordu.
The Cemaat, kendisini “camia”, “hizmet hareketi” ve “sivil toplum hareketi” şeklinde tanımlıyordu.
1996 yılının bir akşamı, babam, eli yüzü düzgün, kıyafeti temiz, naif ve nazik konuşan bir Hüseyin abi ile çıkageldi eve.
Babam bizim mahallenin delikanlı abisiydi zaten. Kur’ân kursunun öğrencilerini toplayıp sadece kendisi de bir işçi olmasına rağmen bütün masrafları karşılayarak pikniklere götüren, mahallenin çocuklarını bir araya getirip onlara ikramlar yapan, odun kömür veya herhangi bir eşya taşındığında yine mahallenin çocuklarını imeceye yönlendirip işin sonunda yine ikramlarda bulunan, çocuklarla, ille de lise ve sonrası gençlerle sohbetler edip millî değerlerimizi aşılayan biri oldu hep.
Hüseyin abiyi de camide görmüş, hemen onunla da ilgilenmiş, bir de yemek yedirmek için eve getirmiş.
Yedik yemeğimizi. Babam, Hüseyin abinin üniversite öğrencisi olduğunu, bana da derslerimde yardımcı olacağını söyleyerek arada sırada onun evine gidebileceğimi, güzel insanlarla arkadaşlık kurmam gerektiğini öğütledi, Hüseyin abi de mutlaka beklediğini söyledi. Sonra da gitti.
Söze devam etmeden evvel, “Hikâyenin nereye gittiğini biliyoruz, baban cemaati, dolayısıyla FETÖ’yü evinize baştan sokmuş” diyebilecekler için, babamın, bir iftar günü üniversiteli gençler olarak inandığı kişileri evde ağırlarken “Abi, Zaman gazetesine abone olmayı düşünür müsünüz?” dediklerinde, “Başınız sıkışınca ‘Muhsin Başkan koş, yardımın lâzım’… Ferahlık vakti ne BBP’ye, ne Muhsin Başkanıma dair tek satır haber yok. O zaman abonelik de yok!” diyen, (hakkını helâl et Baba) kaldı ki kendince bir yola da müntesip biri olduğunu ifade edeyim.
Derdi, sadece güzel ahlâklı kişilerle arkadaşlık etmem hâlâ. Özel derdiyse, bataklıktakileri kurtarmak oldu daima. Başardığı örnekler çokça mevcuttur.
İlkokul dördüncü sınıftan itibaren böylece tanıdığım insanlar arasında zararlısı yoktu. Mahallemizde bu topluluktan olduğunu bildiğimiz diğer kimseler de zararsızdılar.
Yani herkes Gregor’du.
Ortaokul ve lise yıllarında da iletişimim devam etti. Ancak sevmediğim, sevemediğim insanlar da tanıdım. Bu kez teşkilatçı hisler ağır bastı ve sevmediklerimizle irtibatı kestik önce.
2002’de üniversiteyi kazandık ve aileden gurbete düştük. Babam, The Cemaat’te bulunmamı istemedi. Tâ ki okul kaydını yaptırmaya varana kadar… Yerleştiğim okul ilk tercihimdi ve Devlet bana hem yurt, hem de Başbakanlık Bursu ayarlamıştı. Fakat babam, yine güzel arkadaşlıklar kurmamı istedi. Ayrıca söz konusu imkânlardan daha çok ihtiyaç duyan birinin yararlanmasını düşünmüştü.
Yurt kaydını yaptırmak yerine liseden tanıdıklarımı aradım ve babama verdiğim bilgiyle The Cemaat’in organize ve koordine ettiği öğrenci evlerinden birinde kalmak üzere bildirim yaptık.
Girdiğim ilk evde sadece bir buçuk ay kaldım. Ev abim, bugünkü bilinen deyimle ev imamı, imam-hatipli bir Alperen’di. Evet, resmen birbirimizi bulmuştuk. Fakat henüz bu bilgiyi The Cemaat bilmiyordu. O, üniversite üçüncü sınıfta bu yapıya yeni girmişti. Yani benim gibi tecrübeli değildi. İmam-hatipli oluşu, duruş ve davranış şekli hoşlarına gitmiş, bir sonraki yıl eleman eksikliği nedeniyle onu ev abisi yapmışlardı. Sadece imam-hatipli değil, sadece Alperen değil, bir de başka bir tasavvuf yoluna müntesip idi.
İkimiz arasındaki diyaloğu şimdilerde fark edip yukarıya haber vereni tahmin ediyorum. Onu da seviyordum ama Fatih abi başkaydı.
Yukarısı haberi alınca, kaldığım evi hemen değiştirdiler.
O eve giderken bölge abisi (bölge organize imamı-BOM) beni yanına çağırdı. Yeni gittiğim evde birinci sınıf olmama rağmen yardımcı abi olacağımı söyledi ve sorumluluklarımı, görevlerimi anlattı.
O günlerde AK Parti, yeni kurulmuş hâlde ilk gireceği genel seçimlere hazırlık yapıyordu. Zaman gazetesinde her gün AK Parti, her gün Gül, her gün Erdoğan haberleri… BBP, Yazıcıoğlu? Hey gidinin… Neyse…
O günlerde amiyane tabirle uyuz oluyordum bu duruma. Hani Cemaat siyasete girmiyordu, girmeyecekti? Bu nasıl bir organizasyon, bu nasıl bir propaganda? Bir de kaldığım o ilk evde iki arkadaş, her yemekte Erdoğan algısı yapıyor, ben “Muhsin Başkan” dediğimde eve siyaset karıştırmamamı söylüyor, sonra da “Biz de AK Partiliyiz kardeşim!” diyorlardı.
Bir gün Zaman gazetesini aldım kapıdan. Arkasında tek sayfa bir rakı reklâmı! O sevdiğim Fatih abime gösterdim. Benimle aynı tepkiyi verdi. Sesime, o bizi yukarıya söylediğini düşündüğüm kişi odasından çıktı. “Ajanslar paket reklâm veriyor, bir yanlışlık olmuştur” diye bir izah geliştirdi.
Arkadaş, sen hangi genel yayın yönetmenliğinden icâzet aldın da paket reklâm, ajans dağıtımı falan filandan bahsediyorsun? Dedim ki, “Abi, bu Ekrem Dumanlı’ya ben uyuzum. Cemaati yiyor bunlar. Bunlar rantçılar! İşi nedir bu adamın? Manşeti belirlemek, bir de reklâmları kontrol etmek”.
“Sakin ol şakirt! Düzeltilir bunlar” dedi.
Bir hafta sonra bir hata daha! Allah Allah! Abiler çok sevmişler, aynı rakı reklâmının bir başka versiyonunu girmişler.
Amaç, belli başlı kurumlarda kripto görünecek olanlara hangi markayı tüketeceklerini göstermek galiba...
Bizim bu itirazlarımız hem evi değiştirtti, hem de markaja soktu bizi. Kaldığım ikinci evin abisi çok otoriter bir The Cemaatçiydi. “Sorgulama abiciğim, itaat et, kurtul” derken gevrek gevrek gülerdi. Sevemedim onu da. Sürgüne gönderildiğimi hissediyordum. Ve The Cemaat beni test ediyordu. Anadolu öğretmen lisesi öğrencilerinden oluşan bir gruba abilik yapacağımı söylediler.
Şehirde bu lise henüz yeni kurulmuştu. Öğrenciler de bu okulun ilk talebeleriydiler. Yani ilk tertip. Ben de onlara ilk abi… İyi de, daha oturmamış, yeni açılmış okula nasıl ulaştınız da bu grubu kurdunuz?
Çok zorlu çocuklardı. Eve gelmiyorlardı. Ben talebe mesulüne gelmediklerini söyledikçe, o, “Sen gideceksin o zaman” diyordu. Onların toplam o bir sezonun yarı döneminde bana gelişleri üç defa ise ben onlara altı yahut yedi defa gitmiştim. Evet, evlerine…
Yukarısı performanstan memnun. “Kendisine gelmeyene o gidiyor” diye tutmuşlar çetelemi.
Ertesi seneye yani ikinci sınıfıma geçerken, henüz Mayıs ayındayken ev abisi yaptılar. Ama nerenin, hangi evin abisi olacağımı bilmiyordum. Bir dizi Kur’ân, hadis ve tilâvet eğitimlerinden geçtim. Ankara’dan dönüşümde yeni eve gönderdiler. Fakat ev çok sorunlu bir kalabalıktan oluşuyordu. Biri sorumsuz, biri subay çocuğu, biri okulu bitmiş olması lâzımken bitirememiş ve yukarısı gitmesini istemesine rağmen gitmediği için sürgünde, bir tanesi de öfke nöbetleri geçirirken kollarına faça atan biri… Bir de dershane öğretmeni vardı “Bekârım, ev arıyorum” deyince yerleştirdikleri…
Sürgün ve öğretmene evle ilgili hiçbir şey yaptıramıyordum. Haftalık nöbet günüm dörttü. Çünkü cemaati bilmeyenler ile diğer ikisini tolere etmem için bu şekilde görevlendirdiler. Bunların üzerine bir de ortaokul üçüncü sınıf grubuna bakacağımı söylediler.
Cezalandırıldığımı hissetmedim hiçbir zaman. Sadece hizmet etmek istiyordum. Bana verilen talebe grubu, toplam 12 kişiden oluşan özel bir gruptu. Derece beklenen çocuklar ve beni çok seviyorlar. Ben de onları…
O sene çok zor geçti. Fakat hani bir ara “BOM” diye bahsettiğim kişi, beni ayrı bir yere konumlandırıyordu ve bunu içinde bulunduğum bölge grubu fark ediyordu. İçlerinden bazıları kıskanıyordu da.
Bir ara Şehit Vali Recep Yazıcıoğlu anımı burada paylaşmıştım. Onun gibi görevler, esnaflarla geliştirdiğim ilişkiler, sabah namazı sonrası yaptığım vazifeler ve bir Ramazan ile Kurban programındaki organizasyon yukarıya hep ileri çetele ile bildirilmişti. Fakat Ekrem Dumanlı üzerinden başlattığım itirazları hep dillendirdim. Hani “Reis iyi ama etrafı kötü” düşüncesi var ya, o gün bende “Hoca iyi ama etrafımız kötü” şeklinde bir düşünce vardı.
Bir gün bir yemeğe davet edildim ve özel bir odaya alındım. Abi, bana F. Gülen’in bir yoğun bakım ünitesinde bağlı hâlini gösterdi. Algı operasyonuna alınmıştım. Onun sıhhati için hizmete devam etmemi söyledi. O yemeğe benden başka yedi kişi daha katılmıştı ama o odaya benden başkası girmedi.
Senenin sonuna doğru gelmiştik. Liselere giriş sınavları yapılmıştı. Beklendiği gibi benim ilgilendiğim 12 kişilik grubun 9’u fen lisesini, 2’si askerî liseyi kazandı.
Buraya kadar da herkes Gregor’du. Zararsızdılar.
Fakat…
Askerî liseye giren bu iki çocuk, kendilerine verilen çalıntı sorularla oraya girmediler. Haklarıyla girdiler. Zira o 12 kişiden biri için bana, çocukla görüşmemi ve Polis Koleji için yönlendirmemi söylediler. Ben, o öğrencinin polis olmaya uygun olmadığını söyledim ve ekledim: “Hem girse de kazanamaz!”
Benim çocuğu kendilerine yönlendirmemi, işe karışmamam gerektiğini söylediler. Ben durumu anladım ve çocuğun babasıyla konuştum. Ona, onun imanından emin olduğumu ve kul hakkına girmekten sakınması gerektiğini söyledim. Hatta beni aşarak kendilerine ulaşırlarsa çocuklarının polis olmak istemediğini, kendilerinin de onun tercihine saygı duyduklarını söylemelerini istedim.
Ben ne dediysem öyle yaptılar.
Bunun üzerine bendeki düşünceler daha da kabardı. Tamamen ayrılmam lâzımdı.
Evdeki kaosu bahane ederek ayrılmak istediğimi beyan ettim. Bu isteğimi kabul etmediklerini söylediler. Bunun üzerine beni kıskananların kıskançlıklarını artıran bir şey oldu ve şehrin abisi (şehir imamı) tarafından çağrıldım.
Hizmetlerim için teşekkür eden abi, bundan sonra daha rahat olacağımı, benim için başka şeyler düşündüklerini söyledi. Birileri sümüklü mendil öpsün, bana takkesi gönderilmişti. Allah biliyor ya, öyle olduğu söylendi. İşleri güçleri algı!
Ben ayrılmakta ısrarcı olduğumu söyledim. “Bizde sevgili olmaz ama bende sevgili var” dedim. “Gider isteriz, bir de düğün yaparız” dedi. “Evim yok ki, ne düğünü?” dedim. “Ev kurarız” dedi. “İşim yok ki, ne evi?” dedim. “İşi telaş etme” dedi. “Okulum kötü, çok zayıfım var” dedim. “O biter, dert değil” dedi.
“Arabanın da olacağı bir görev düşünüyoruz senin için” diye ekledi. Ben, teşekkür ederek ayrılmak istediğimi yineledim. “Keşke üzmeseydin bizi” dedi ve ekledi: “Sen bilirsin…”
Bu anılar silsilesini bazı önemli detaylarıyla sevdiğim bir ağabeyime yıllar sonra anlatarak The Cemaat’i tarif ettim. Çünkü benim gördüklerimin kırkta birini görmeyenlerin cemaat gediklisi olduğu zannedilerek çok başka yere konumlandırıldıklarını görmüştüm. Bu, FETÖ’nün kendisini saklaması ve kriptolarını yeraltına çekmesi için büyük bir kolaylık zemini oluşturuyordu zira.
Bu tecrübeleri dinleyen ağabey şöyle bir yorumda bulundu: “Baban, senin orada bulunduğun süreçte BBP’de MKYK üyesiydi. Seni bir proje olarak, BBP’nin iktidar veya ortağı gibi olması gibi bir durumda senin üzerinden babana ve dolayısıyla Muhsin Başkan’a ulaşabilmek için bir proje olarak ayrıca tutmak istemiş olabilirler…”
Bugün telekulaktan türlü şantaj montaj işlerine birçok alana vâkıf olduğu bilinen casusluk şebekesinin böyle bir plânı alternatifleri arasına aldığına küçük de olsa ihtimâl veriyorum.
*
Şehir abisinin yanından ayrıldım ve eve döndüm. Akşam, bölge toplantısında bölge organize abisi durumu sordu, ben de bunun son toplantım olduğunu, helâlleşmek için geldiğimi söyledim. Kıskananlardan biri, kısaca, “Adamla kim konuşuyor, yine de durmuyor” diyerek öfkesini kustu, helâllik de vermedi. (Ne alâkaysa?)
Ayrılana kadar herkes Gregor’du.
*
Böylece ayrılmış oldum. Kalan gurbet yıllarında arkadaşım sandıklarımla çok eve çıktım, bir sürü kazık yedim. Oturduğum hiçbir evde rahat duramadım. Ev arkadaşlarım sürekli borç yüklediler. Ahlâkları da tanışana kadar güzeldi sadece. Sonrası pislik…
Resmen bedel ödemiştim. Tek başımaydım. Sabah kalktığımda böcek olmak istemiyordum sadece.
*
Ve 2013 yılının başında, içinden kendimi azat etiğim yapı bir sabah böceğe dönüşüvermişti.
Aslında konu hem böyleydi, hem değil…
Zira konuya bakış ilginçti. Her aileden biri vardı onlarla olan, onlardan olan. Her biri ailelerinde, çevrelerinde zararsız ve hatta iyi biliniyordu. Ama çaprazlama şekilde, her birinin kötülük yaptığı başka biri vardı.
Ailesine ihanet etmiyordu ama devletine ihanet ediyordu.
Çevresine yalan söylemiyordu ama kamuoyuna yalan söylüyordu.
Dostlarına kripto değildi ama devletine kriptoydu.
Ve ilâ ahir… Ama bu üç cümlede bir tezat yok mu?
Devletine ihanet eden ailesine çoktan ihanet etmiştir. Kamuoyuna yalan söyleyen çevresine ne yalanlar söylemiştir. Devletine kripto olan dostlarını kullanmıştır.
Peki, bu hain, bu yalancı, bu kripto zararsız olabilir mi?
“Filancayı tanırım, iyidir” dediğiniz kimsenin sadece sizin tanıdığınız sahneden ibaret olduğunu ancak FETÖ ile anlayabilirsiniz. Tıpkı Kurtlar Vadisi’nin “Ömer Baba”sının, hayatında en nefret ederek oynadığı karakterin Ömer Baba olması gibi…
*
Peki, FETÖ niçin İslâm’ı ve bu milleti hedefine aldı?
İslâm, tahrif edilemeyeceği ispatlanan yegâne din. Tek Din! Dinin kendisi. Din, sadece o!
Tarih boyunca diğer peygamberlerle de tebliğ edilmiş İslâm, kaynak kitaplarsa bir şekilde tahrif edilmiş. Sonunda ise Hazreti Muhammed (sav) Efendimiz ile arz edilen Kur’ân, tahrif olunamayacak şekilde korunmaya alınmış. İslâm’ı tahrif edilemeyecek bir din olarak İslâm düşmanları da kabul etmiş durumdalar.
Peki, bu gerçeği kabule rağmen düşmanlığın plânını nasıl kuracaklar? Geçmişte Hıristiyanlığı temsil ettiğini beyan edenlerin kazançtan kasıtları, kimsenin bilmediği topraklara giderek o topraklarda yaşayanlara misyonlarını aşılamaktı. O misyonların eriştiği kabileler, tahrif olmuş İncil’le onların dikte ettiği hoşgörü ve diyalogu kabul ediyorlardı. Suratlarının bir yanına vurana diğer yanaklarını gösteriyor, sahibi oldukları eşyayı paylaşmaya yöneliyorlardı.
Kendi inançlarını unuttular. Atalarının inançları olarak birer kültürel ritüel kaldı zihinlerinde.
İşte Müslümanlar da bu şekle getirilmelilerdi. Madem yenemiyorlardı, öyleyse düşmanlarını bir hoşgörüye, bir diyaloga inandırabilirlerdi.
İslâm da bir kültürel varlık olarak erir, herhangi bir kabile inancından farksız olurdu.
FETÖ ile “Haçlılar sizin namuslarınıza dokunmaz” bilincine (asil bilince uymayan bilinç, bilinçsizliktendir) yapılan erişim(!), daha ileriye giderek Allah’ın rızasını ve sonsuzluğu hakkıyla kazanmak yerine bu dünyayı bir aldatmaca, hile ve takiye gibi enstrümanlarla geçiştirmek şekline dönüştü.
Bu plânda “tövbe” kurumu da alaşağı edildi.
Devletlerine yalan söyleyen ve ihanet eden kimselerin yakınlarına yalan söylemediklerini ve ihanet etmediklerini nasıl düşünebilirdik? Yakınları yani kabileleri onlar için şahit olmalıydılar ki kimse birbirinden emin olmasındı. Ailesinde masum diye bilinen, bir başka aile tarafından zalim biliniyordu.
Herkes birbirini yalanlıyorken kötülüğü yapanlar kendilerini de, kendilerine bu zulmü yaptıranı da günahsız sayıyordu. Zira küfür için takiye, takiye içinse tedbir “günah”ı ortadan kaldırıyor, günahsızlık düşüncesi tövbeyi unutturuyor, hatta kişiyi peygamberlik gibi bir dereceye yüceltiyordu.
Son Peygamber bu neticeye göre hiçbir şey değildi. Bütün peygamberleri (!) bir araya toplayacaksa Mesih olmalıydı. O da “Kalbin Zümrüt Tepeleri” ile tarif edilmişti.
Son ve Tek Din’in müntesipleri olarak Türkler, bu dine kabile dini olarak bakmıyorlar.
Araplar baktılar. Kimileri hâlâ aynı çizgide.
Farslar da baktılar. Bu düşüncelerini mezhebi kılıfa bürüdüler.
Hatta Berberiler ve Kıptiler de buna meylettiler.
Ama Türkler, İslâm’ın bir kabile dini şeklinde görünmesine razı olmadılar. Cihan mefkûresi, İlây-ı Kelîmetullah için Nizam-ı Âlem ülküsü de buradan çıktı, Ahilik sistemi de, ocaklar da. Din’in kabileleşmesine, bir kabilenin kültüne dönüşmesine izin vermemek için elinden geleni yaptı Türkler.
Her yerde becerdikleri bu sistemi FETÖ ile Türkiye Cumhuriyeti’ne paralelleşerek çekmek istediler. O da faş oldu. Bugünlerde ırkçılarla nasıl aynı eksende yüzdüklerini bu yüzden seyrediyoruz.
Dememiz o ki, bunlar Gregorlardı, tamam. Sonra birer böcek oldular ve bize yabancılaştılar. Öyleyse tek tek, birey birey sahip çıkmaya, “İyi adam, tanırım” demeye neden ısrar ediyoruz? Bırakalım herkesin incileri dökülsün. Tek taraflı şahitliklerimizi öne sürerek kimlere ettikleri zulümleri örtüyorlar, fark etmiyor muyuz?
Devletimizin FETÖ’ye karşı ettiği mücadele akamete uğratılıyor, fark edemiyor muyuz?
Bakınız, buraya kadar kendi hikâyemi anlattım. “Benim onlarla alâkam yok, ailemden kimse onlarla irtibatta olmadı” diyenin kesin yalancı olduğu bir demdeyiz.
Lütfen!