TÜRKİYE’DE yönetim mevkiinde
bulunan, devlet yapısına veya mevcût iktidarın icraatına muhalefet eden kimi
partiler, dernekler ve STK’ların hâllerine ve söylediklerine bakınca, “Bunlar
muhalefet mi yapıyorlar, yoksa hak ve hakikate karşı çıkan Mescid-i Dırar*
mesabesinde fitne hâneleri mi?” diye düşünüyor insan.
Şahsî
kanaatimi ifade etmem gerekir ise, Dîn-i İslâm’a savaş açan, kendilerinin icat
ettikleri bir pagan dinine inanıyorlar. Bu ifade kimine göre ağır bir itham
kabul edilebilir. Ancak bu taife-i laikosların sığındıkları liman, lâikliktir.
İslâmî
akaidin icabı olan içtimaî (toplumu alâkadar eden konular) hayatımızın her safhasında
karşımıza dikilenlerin tek marifetlerinin özeti, millî kurumlara veya başında
bulunanlara iftira atmak, “Lâikliğe aykırı!” diye (affedersiniz) feryâd ü figân
edip yaygara koparmak…
Son
yıllarda şâhit olduklarımızı ve hâlen devam edenleri bir liste yapmaya
kalkarsak, sayfalar dolar. “Hangisinden başlayalım?” demek bile yetmiyor.
Cumhuriyet tarihine göz atıldığında, ilgili
elitistin elinde millî iradeyi iktidardan kovalama aracı olarak en etkin
kullandığı argümanın lâiklik olduğunu görürüz. Rejim, o sopayı milletin sırtında
kırmıştır. Bu yönüyle “lâiklik, millî vicdanda sabıkalıdır”!
Bu cümleden olmak üzere, 17 Kasım 1924 tarihinde
kurulan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın 3 Haziran 1925’te kapatılma
gerekçesi, “irtica”dır. Bir dönemler umacı basın eliyle “irtica” hortlağını
piyasaya süren ve ülkeyi hayâletler, hortlaklar ülkesi hâline getirenlerin tek
dayanak ve sığınağı da lâiklikti. Refah Partisi’nin kapatılmasından tutun da,
28 Şubat sürecinde yaşanan zulümlerin en esaslı gerekçesi lâiklikti.
Diğer taraftan, 1789’da dinsizlik infiali olarak
ortaya çıkan Fransız İhtilâli’nden mülhem lâiklik, lokâl, münhasır bir
ideolojidir. Bu anlamda bir ideolojiyi genelleştirerek, inancı, değerleri,
tarihî tecrübesi ve sosyal dinamikleri farklı olan toplumlara dayatmak, en
hafif ifade ile “faşizm” değil midir?
Batı’da skolastik düşünceye tepki ve ruhban
sınıfının imtiyazına itiraz olarak gelişen lâiklik, bizde vesâyetçi sınıfın
imtiyazını koruma aracı hâline gelmiştir. Gerçek kimliğini din ile bulmuş bu
millete dinsizlik infialinden neşet eden kavramlarla kimlik giydirmeye çalışanlar,
Fransız aksanıyla Türkçe konuşan, din ve kimlik düşmanı lümpenler güruhudur.
Skolastik düşünceye, kardinal külâhına tepki
olarak ortaya çıkan lâikliğin bizdeki uygulaması, İslâm irfanına ve Osmanlı
sarığına düşmanlık olmuştur. Bu yönüyle lâiklik, Fransa’da Hıristiyan papazının
işlediği günahın hesabını, Türkiye’de masum Müslümandan sorma garâbeti olarak
karşımıza çıkmıştır. Din ile kimlik bulmuş, din ile bu toprakları vatan hâline
getirmiş bir milletin anayasasında lâiklik olacaksa, bütün yönleri ile tafsil
ve şerh edilmelidir ki uygulamada ideolojilerin ve ekalliyetlerin istismarına
meydan verilmesin.
Günümüzde bu istismarın baş mimarı, “ana
muhalefet partisi” ve derneklerinin isimlerinin başına “Türk” (hinliğin Türkçesi)
kelimesi yerleştiren nevzuhur ve gayr-i millî odakların payandası kimi sivil
toplum kuruluşlarıdır.
Yukarıda ismi geçen hizip ve kuruluşların görevi,
Türkiye Cumhuriyeti Devleti aleyhine her türlü cürüm ve düşmanlığın
payandalığını yapmaktır. Daha hâfızalarda taze duruyor ki, Gezi Kalkışması,
FETÖ/PDY’nin 17-25 Aralık yargı darbesi girişimi, HDP-PKK’nın 6-8 Ekim
kışkırtması, çukur-hendek kalkışmaları ve FETÖ/PDY’nin giriştiği 15 Temmuz
Kalkışması’nı kutsayanların kimler olduğu ortadadır. Arşivler bunların beyan ve
hezeyanları ile doludur.
Dine olan düşmanlığı ayan etmek
Terörizmi doğduğu topraklarda/noktada kurutmak tasavvuru
ile hareket eden Devlet aklının karşısına dikilenler de aynı güruh değil midir?
Özellikle herhangi bir millî kuruluşu hedef tahtasına koyarak yaptıkları hakaret
ve attıkları iftiralar, cümle aklıselimin malûmudur. Yakın tarih bunun
örnekleri ile doludur.
Hatırlayalım, Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr.
Ali Erbaş’ın Cuma hutbesinde, eşcinsel sapık ilişkilerden uzak durulması
gerektiğini söylemesi, bazı çevreleri rahatsız etmişti. Malûm çevrelere mensup
kişilerce sosyal medyada çirkin paylaşımlarda bulunuldu.
Bu tür çevrelerin
hücum ettiği Diyanet İşleri Başkanı’na saldıranlar kimlerdi? Başta ana
muhalefet, konuyla ilgilenen sapık dernek, Ankara, İstanbul, İzmir ve bazı
illerin Baroları, FETÖ iltisaklı ve Azeri lehçesince “yahşi” partinin bazı milletvekilleri…
Onlara göre Diyanet İşleri Başkanı, “çağcıl” (her ne demekse) değildi. Oysa bugün “LBGTi” adlı şen’î güruhun fiillerini işleyenler, Lût (as) kavmi gibi olup lânetlenenlerdendir.
Hud, 78-79: “Lût’un kavmi hemen yanına
geldi. Daha önce de o çirkin işleri yapıyorlardı. Lût, ‘Ey
Kavmim! İşte kadınlar, benim kızlarım; sizin için en nezih olanı onlarla
evlenmektir. Allah’tan korkunuz ve misafirlerimin önünde beni rezil etmeyiniz!
İçinizde aklı başında bir adam yok mu?’ dedi. ‘Sen de
biliyorsun ki, senin kızlarında bizim gözümüz yok. Bizim ne istediğimizi pekâlâ biliyorsun’ dediler…”
Vazîfesi Allah’ın emrini tebliğ olan Diyanet
İşleri
Başkanı’nın söylediklerini çarpıtarak, yaşadıkları o süflî hayat tarzını din
belleyenler esip gürlediler. En son Ayasofya Camiî’nin aslına rücû etmesi
kararı karşısında yaptıkları herzeler de yenilir yutulur cinsten değildir.
1453 yılında Fatih Sultan
Muhammed Han, Hazreti Muhammed’in (sas) müjdesine nail olmak için İstanbul’u
muhasara ederek Feth-i Mübîn’e ulaşıp, Allah’ın inâyetiyle “Ebu’l-Feth”
unvanına sahip olan o genç kumandan, beldenin en büyük kilisesini, Ayasofya’yı camiye
çevirmişti. İlk Cuma’nın edâ edilmesine müteakip Ayasofya, İstanbul’un en büyük
“selâtin cami” unvanına kavuştu.
567 sene Cami-i Kebir olan
Ayasofya, 1934 yılında yanlış bir KHK ile -ki bu karar, çoğu tarihçi tarafından
şaibeli görülür- aslından ayrılarak müze hâline dönüştürüldü. Bu mübarek mabet,
üç neslin gönül hicranına sebep bir idealin de Zümrüd-ü Anka’sı gibi göz önünde
kalmıştır.
86 yıllık hasretin sonunda
Danıştay 10’uncu Dairesi, “Türk Milleti adına” deyip 10 Temmuz’da Ayasofya-i
Cami-i Kebir-i Şerîf’i aslına rücû ettirince, Türkiye’deki laikos taifesi, “Osmanlı-Cumhuriyet”
kavgası icat etmeye, fitne-fücür üretmeye başladı.
Nihâyet Cumhurbaşkanlığı
mâkâmı, 24 Temmuz 2020 günü Cuma namazı ile beraber Ayasofya-i Cami-i Kebir-i
Şerîf’in ibadete açılacağını kararlaştırınca, yerli paganlarla beraber ABD, Rusya,
Yunanistan ve AB’nin irili ufaklı beylikleri ile diğer yanda Mısır ve Körfez şeytanları
da bağırmaya başladılar.
Kendi ülkelerinde zulmün her
çeşidini yapanların sıra bize gelince ayağa kalkmalarının gücünü bizdeki Mankurtlardan
aldıkları göz ardı edilmemelidir.
Kur’ânî hüküm net!
24 Temmuz’da Ayasofya’da
kılınan Cuma namazında Diyanet İşleri Başkanı’nın hutbe iradı, elindeki barış
kılıcı taşıması, Fatih Sultan Muhammed Han’ın vakıfnâmesindeki vasiyetine kadar
her şeyi didik didik eden ana muhalefet, yahşi ortak ve diğer Kürtçü hizip ile
envaiçeşit şeytanî STK, Diyanet İşleri Başkanı’nı hedef gösterip sütre
gerisinde Dîn-i Mübîn-i İslâm’a saldırdılar.
Utanmadan Cumhuriyet’in kurucu
kadrolarına güya sahip çıkıp (!) ecdâda ve bugünkü “Cumhur İttifakı”na olmadık
iftiralar attılar. Oysa onların durumlarını Kur’ân şöyle açıklıyor: “Yahudilerden bir kısmı kelimelerin mânâlarını
çarpıtıyorlar. Dillerini eğip bükerek ve dine saldırarak, ‘İşittik ve karşı
geldik; dinle dinlemez olası, râinâ’ diyorlar. Eğer onlar, ‘Dinledik ve itaat
ettik, dinle ve bizi gözet’ deselerdi, şüphesiz kendileri için daha hayırlı ve
daha doğru olacaktı; fakat inkârları sebebiyle Allah onları lânetlemiştir. Artık
pek az inanırlar.” (Nîsâ, 46)
Yahudilerden bir kısmının
kelimelerin yerlerini değiştirmeleri, -muhtemelen bu âyetten alınan- “tahrif”
terimi ile ifade edilmektedir. Tahrifin çeşitleri vardır. Âyetin devamında
verilen örnekler tahriftir; burada müspet mânâ ve değer ifade eden kelimeler
alınmakta, ya ses benzerliğinden veya kelimelerin diğer mânâlarından
yararlanılarak olumsuz, kötü, aşağılayıcı maksatlarla kullanılmaktadır. Meselâ
“râinâ” kelimesi Arapçada, “Bizi gözet, durumumuzu göz önüne alarak konuş” mânâsına
gelir, müminler bu ifadeyi olumlu bir mânâda kullanmakta, Hazreti Peygamber’den,
-söylediklerini iyi anlamaları ve yerine getirebilmeleri için- durumlarını
gözeterek konuşmasını, açıklamalarını buna göre yapmasını istirham etmekteydiler.
Yahudiler ise İbranicede ses
itibariyle bu kelimeye benzeyen ve “ahmak, kalın kafalı” gibi bir mânâ ifade
eden “râûnâ” kelimesinin mânâsını kastederek “râinâ” demektedirler.
Tahrifin diğer şekilleri,
kelimelerin yerlerini değiştirmek, kelimeleri başkalarıyla değiştirmek ve lâfızla
alâkası olmayan veya kastedilme ihtimâli çok uzak bulunan mânâlar vererek sözü
asıl mânâsından saptırmak sûretiyle yapılmaktadır. Bir kısım Yahudi ve Hıristiyan,
tahrifin bütün şekillerini yapmış, hem kendilerini aldatmış, hem de başkalarını
saptırmak istemişlerdir. Kötü niyetle davranan, hidâyet karşısında sonuna kadar
direnen kâfirler, akıl ve iradelerini böyle kullandıkları için İlâhî lânete müstahak
olmuşlardır. Lânetlenmişlerin ise inanmaları beklenemez.
“Artık pek az inanırlar” ifadesi, “Bunu çok az adam söyleyebilir”, “utanması
az” deyimlerinde olduğu gibi olumsuzluk ifade etmek için kullanılmıştır ve “Artık inanmazlar” demektir. (Kur’an Yolu Tefsiri, Cilt: 2,
Sayfa: 76-77)
Aslında
Diyanet İşleri Başkanı, Cumhuriyet’in kurucu kadrolarına bir şey söylememiş, aksine,
vazîfesinin icabı olan Fatih Sultan Muhammed Han’ın vasiyetini hatırlatmıştır.
Bizim için Ayasofya, Türkiye’nin hükümranlığının,
bağımsızlığının sembolüdür. Ayasofya’nın temsil ettiği rûhu kavrayamayan
kuşakların zihinlerinin prangalı olduğunu söylemek bile gereksiz! Ayasofya’nın
temsil ettiği rûh, “kılıç hakkı” olarak camiye çevrilmesinde gizlidir. Ayasofya’nın
cami olması, hem Ayasofya’nın, hem de bu toplumun rûhunun korumasının yegâne şartlarından
biridir, bunun en önemli göstergesidir.
Bu toplumun rûhunun, bu ülkenin bağımsızlığının, bütünlüğünün
belki de en önemli sembolü Ayasofya’dır. Ve Ayasofya bunu, “kılıç hakkı” olarak
camiye (Cuma Camiî) çevrilmesine borçludur. Bu ülkede tarih bilincinin nasıl
linç edildiğini, yukarıda marifetlerini sıraladığımız laikos taifesince bu
toplumun tarihine yapılanlara bakarak anlamak mümkün.
Anlı şanlı bazı tarihçilerimiz bile bu meseleyi anlamakta ve
anlatmakta zorlanıyorlar. Niçin? Yeterli bir tarih felsefesi birikimine ve
güçlü bir tarih bilincine sahip olmadıkları için… Yahut daha önceleri dayatılan
“resmî tarih” paranoyası da olabilir.
Her şeyden önce “kılıç hakkı” meselesi, savaşla değil, barışla
ilgili bir meseledir. Barışın teminatıdır “kılıç hakkı”.
İkinci önemli mesele de şu ki; bağımsızlık, Ayasofya’nın camiye
çevrilmesi, hak ve hakikat dairesinde mücadele eden devlet aklı ile karşı koyan
ve kendini sütre gerisinde saklayanlar için bir turnusol kâğıdı hükmündedir.
Son olarak, bir gazeteci dostumuzun şu cümlesi çok şey ifade
ediyor: “Ayasofya’daki namaz, Lozan’ın ve lâikliğin cenaze
namazı değildir ama cumhura rağmen kendi ideolojilerini dayatan o
azınlıkçı-seçkinci-vesâyetçi güruhun cenaze namazıdır…”
Vesselâm...
***
Not:
Bütün İslâm dünyasının Kurban Bayramı’nı tebrik eder, felâhımıza vesîle
olmasını Cenâb-ı Allah’tan niyaz ederim.
*Mescid-i Dırar: Medîne’de münafıkların,
Müslümanlara zarar vermek amacıyla Kubâ Mescidi’nin karşısına yaptırdıkları,
daha sonra Hazreti Peygamber tarafından yıktırılan mescid.