Zangoçlar ne istiyor?

Batı’da skolastik düşünceye tepki ve ruhban sınıfının imtiyazına itiraz olarak gelişen lâiklik, bizde vesâyetçi sınıfın imtiyazını koruma aracı hâline gelmiştir. Gerçek kimliğini din ile bulmuş bu millete dinsizlik infialinden neşet eden kavramlarla kimlik giydirmeye çalışanlar, Fransız aksanıyla Türkçe konuşan, din ve kimlik düşmanı lümpenler güruhudur.

TÜRKİYE’DE yönetim mevkiinde bulunan, devlet yapısına veya mevcût iktidarın icraatına muhalefet eden kimi partiler, dernekler ve STK’ların hâllerine ve söylediklerine bakınca, “Bunlar muhalefet mi yapıyorlar, yoksa hak ve hakikate karşı çıkan Mescid-i Dırar* mesabesinde fitne hâneleri mi?” diye düşünüyor insan.

Şahsî kanaatimi ifade etmem gerekir ise, Dîn-i İslâm’a savaş açan, kendilerinin icat ettikleri bir pagan dinine inanıyorlar. Bu ifade kimine göre ağır bir itham kabul edilebilir. Ancak bu taife-i laikosların sığındıkları liman, lâikliktir.

İslâmî akaidin icabı olan içtimaî (toplumu alâkadar eden konular) hayatımızın her safhasında karşımıza dikilenlerin tek marifetlerinin özeti, millî kurumlara veya başında bulunanlara iftira atmak, “Lâikliğe aykırı!” diye (affedersiniz) feryâd ü figân edip yaygara koparmak…

Son yıllarda şâhit olduklarımızı ve hâlen devam edenleri bir liste yapmaya kalkarsak, sayfalar dolar. “Hangisinden başlayalım?” demek bile yetmiyor.

Cumhuriyet tarihine göz atıldığında, ilgili elitistin elinde millî iradeyi iktidardan kovalama aracı olarak en etkin kullandığı argümanın lâiklik olduğunu görürüz. Rejim, o sopayı milletin sırtında kırmıştır. Bu yönüyle “lâiklik, millî vicdanda sabıkalıdır”!

Bu cümleden olmak üzere, 17 Kasım 1924 tarihinde kurulan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın 3 Haziran 1925’te kapatılma gerekçesi, “irtica”dır. Bir dönemler umacı basın eliyle “irtica” hortlağını piyasaya süren ve ülkeyi hayâletler, hortlaklar ülkesi hâline getirenlerin tek dayanak ve sığınağı da lâiklikti. Refah Partisi’nin kapatılmasından tutun da, 28 Şubat sürecinde yaşanan zulümlerin en esaslı gerekçesi lâiklikti.

Diğer taraftan, 1789’da dinsizlik infiali olarak ortaya çıkan Fransız İhtilâli’nden mülhem lâiklik, lokâl, münhasır bir ideolojidir. Bu anlamda bir ideolojiyi genelleştirerek, inancı, değerleri, tarihî tecrübesi ve sosyal dinamikleri farklı olan toplumlara dayatmak, en hafif ifade ile “faşizm” değil midir?

Batı’da skolastik düşünceye tepki ve ruhban sınıfının imtiyazına itiraz olarak gelişen lâiklik, bizde vesâyetçi sınıfın imtiyazını koruma aracı hâline gelmiştir. Gerçek kimliğini din ile bulmuş bu millete dinsizlik infialinden neşet eden kavramlarla kimlik giydirmeye çalışanlar, Fransız aksanıyla Türkçe konuşan, din ve kimlik düşmanı lümpenler güruhudur.

Skolastik düşünceye, kardinal külâhına tepki olarak ortaya çıkan lâikliğin bizdeki uygulaması, İslâm irfanına ve Osmanlı sarığına düşmanlık olmuştur. Bu yönüyle lâiklik, Fransa’da Hıristiyan papazının işlediği günahın hesabını, Türkiye’de masum Müslümandan sorma garâbeti olarak karşımıza çıkmıştır. Din ile kimlik bulmuş, din ile bu toprakları vatan hâline getirmiş bir milletin anayasasında lâiklik olacaksa, bütün yönleri ile tafsil ve şerh edilmelidir ki uygulamada ideolojilerin ve ekalliyetlerin istismarına meydan verilmesin.

Günümüzde bu istismarın baş mimarı, “ana muhalefet partisi” ve derneklerinin isimlerinin başına “Türk” (hinliğin Türkçesi) kelimesi yerleştiren nevzuhur ve gayr-i millî odakların payandası kimi sivil toplum kuruluşlarıdır.

Yukarıda ismi geçen hizip ve kuruluşların görevi, Türkiye Cumhuriyeti Devleti aleyhine her türlü cürüm ve düşmanlığın payandalığını yapmaktır. Daha hâfızalarda taze duruyor ki, Gezi Kalkışması, FETÖ/PDY’nin 17-25 Aralık yargı darbesi girişimi, HDP-PKK’nın 6-8 Ekim kışkırtması, çukur-hendek kalkışmaları ve FETÖ/PDY’nin giriştiği 15 Temmuz Kalkışması’nı kutsayanların kimler olduğu ortadadır. Arşivler bunların beyan ve hezeyanları ile doludur.

Dine olan düşmanlığı ayan etmek

Terörizmi doğduğu topraklarda/noktada kurutmak tasavvuru ile hareket eden Devlet aklının karşısına dikilenler de aynı güruh değil midir? Özellikle herhangi bir millî kuruluşu hedef tahtasına koyarak yaptıkları hakaret ve attıkları iftiralar, cümle aklıselimin malûmudur. Yakın tarih bunun örnekleri ile doludur.

Hatırlayalım, Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Ali Erbaş’ın Cuma hutbesinde, eşcinsel sapık ilişkilerden uzak durulması gerektiğini söylemesi, bazı çevreleri rahatsız etmişti. Malûm çevrelere mensup kişilerce sosyal medyada çirkin paylaşımlarda bulunuldu.

Bu tür çevrelerin hücum ettiği Diyanet İşleri Başkanı’na saldıranlar kimlerdi? Başta ana muhalefet, konuyla ilgilenen sapık dernek, Ankara, İstanbul, İzmir ve bazı illerin Baroları, FETÖ iltisaklı ve Azeri lehçesince “yahşi” partinin bazı milletvekilleri…

Onlara göre Diyanet İşleri Başkanı, “çağcıl” (her ne demekse) değildi. Oysa bugün “LBGTi” adlı şen’î güruhun fiillerini işleyenler, Lût (as) kavmi gibi olup lânetlenenlerdendir.

Hud, 78-79: “Lût’un kavmi hemen yanına geldi. Daha önce de o çirkin işleri yapıyorlardı. Lût, ‘Ey Kavmim! İşte kadınlar, benim kızlarım; sizin için en nezih olanı onlarla evlenmektir. Allah’tan korkunuz ve misafirlerimin önünde beni rezil etmeyiniz! İçinizde aklı başında bir adam yok mu?’ dedi. Sen de biliyorsun ki, senin kızlarında bizim gözümüz yok. Bizim ne istediğimizi pekâlâ biliyorsun’ dediler…”

Vazîfesi Allah’ın emrini tebliğ olan Diyanet İşleri Başkanı’nın söylediklerini çarpıtarak, yaşadıkları o süflî hayat tarzını din belleyenler esip gürlediler. En son Ayasofya Camiî’nin aslına rücû etmesi kararı karşısında yaptıkları herzeler de yenilir yutulur cinsten değildir.

1453 yılında Fatih Sultan Muhammed Han, Hazreti Muhammed’in (sas) müjdesine nail olmak için İstanbul’u muhasara ederek Feth-i Mübîn’e ulaşıp, Allah’ın inâyetiyle “Ebu’l-Feth” unvanına sahip olan o genç kumandan, beldenin en büyük kilisesini, Ayasofya’yı camiye çevirmişti. İlk Cuma’nın edâ edilmesine müteakip Ayasofya, İstanbul’un en büyük “selâtin cami” unvanına kavuştu.

567 sene Cami-i Kebir olan Ayasofya, 1934 yılında yanlış bir KHK ile -ki bu karar, çoğu tarihçi tarafından şaibeli görülür- aslından ayrılarak müze hâline dönüştürüldü. Bu mübarek mabet, üç neslin gönül hicranına sebep bir idealin de Zümrüd-ü Anka’sı gibi göz önünde kalmıştır.

86 yıllık hasretin sonunda Danıştay 10’uncu Dairesi, “Türk Milleti adına” deyip 10 Temmuz’da Ayasofya-i Cami-i Kebir-i Şerîf’i aslına rücû ettirince, Türkiye’deki laikos taifesi, “Osmanlı-Cumhuriyet” kavgası icat etmeye, fitne-fücür üretmeye başladı.

Nihâyet Cumhurbaşkanlığı mâkâmı, 24 Temmuz 2020 günü Cuma namazı ile beraber Ayasofya-i Cami-i Kebir-i Şerîf’in ibadete açılacağını kararlaştırınca, yerli paganlarla beraber ABD, Rusya, Yunanistan ve AB’nin irili ufaklı beylikleri ile diğer yanda Mısır ve Körfez şeytanları da bağırmaya başladılar.

Kendi ülkelerinde zulmün her çeşidini yapanların sıra bize gelince ayağa kalkmalarının gücünü bizdeki Mankurtlardan aldıkları göz ardı edilmemelidir.

Kur’ânî hüküm net!

24 Temmuz’da Ayasofya’da kılınan Cuma namazında Diyanet İşleri Başkanı’nın hutbe iradı, elindeki barış kılıcı taşıması, Fatih Sultan Muhammed Han’ın vakıfnâmesindeki vasiyetine kadar her şeyi didik didik eden ana muhalefet, yahşi ortak ve diğer Kürtçü hizip ile envaiçeşit şeytanî STK, Diyanet İşleri Başkanı’nı hedef gösterip sütre gerisinde Dîn-i Mübîn-i İslâm’a saldırdılar.

Utanmadan Cumhuriyet’in kurucu kadrolarına güya sahip çıkıp (!) ecdâda ve bugünkü “Cumhur İttifakı”na olmadık iftiralar attılar. Oysa onların durumlarını Kur’ân şöyle açıklıyor: “Yahudilerden bir kısmı kelimelerin mânâlarını çarpıtıyorlar. Dillerini eğip bükerek ve dine saldırarak, ‘İşittik ve karşı geldik; dinle dinlemez olası, râinâ’ diyorlar. Eğer onlar, ‘Dinledik ve itaat ettik, dinle ve bizi gözet’ deselerdi, şüphesiz kendileri için daha hayırlı ve daha doğru olacaktı; fakat inkârları sebebiyle Allah onları lânetlemiştir. Artık pek az inanırlar.” (Nîsâ, 46)

Yahudilerden bir kısmının kelimelerin yerlerini değiştirmeleri, -muhtemelen bu âyetten alınan- “tahrif” terimi ile ifade edilmektedir. Tahrifin çeşitleri vardır. Âyetin devamında verilen örnekler tahriftir; burada müspet mânâ ve değer ifade eden kelimeler alınmakta, ya ses benzerliğinden veya kelimelerin diğer mânâlarından yararlanılarak olumsuz, kötü, aşağılayıcı maksatlarla kullanılmaktadır. Meselâ “râinâ” kelimesi Arapçada, “Bizi gözet, durumumuzu göz önüne alarak konuş” mânâsına gelir, müminler bu ifadeyi olumlu bir mânâda kullanmakta, Hazreti Peygamber’den, -söylediklerini iyi anlamaları ve yerine getirebilmeleri için- durumlarını gözeterek konuşmasını, açıklamalarını buna göre yapmasını istirham etmekteydiler.

Yahudiler ise İbranicede ses itibariyle bu kelimeye benzeyen ve “ahmak, kalın kafalı” gibi bir mânâ ifade eden “râûnâ” kelimesinin mânâsını kastederek “râinâ” demektedirler.

Tahrifin diğer şekilleri, kelimelerin yerlerini değiştirmek, kelimeleri başkalarıyla değiştirmek ve lâfızla alâkası olmayan veya kastedilme ihtimâli çok uzak bulunan mânâlar vererek sözü asıl mânâsından saptırmak sûretiyle yapılmaktadır. Bir kısım Yahudi ve Hıristiyan, tahrifin bütün şekillerini yapmış, hem kendilerini aldatmış, hem de başkalarını saptırmak istemişlerdir. Kötü niyetle davranan, hidâyet karşısında sonuna kadar direnen kâfirler, akıl ve iradelerini böyle kullandıkları için İlâhî lânete müstahak olmuşlardır. Lânetlenmişlerin ise inanmaları beklenemez.

“Artık pek az inanırlar” ifadesi, “Bunu çok az adam söyleyebilir”, “utanması az” deyimlerinde olduğu gibi olumsuzluk ifade etmek için kullanılmıştır ve “Artık inanmazlar” demektir. (Kur’an Yolu Tefsiri, Cilt: 2, Sayfa: 76-77)

Aslında Diyanet İşleri Başkanı, Cumhuriyet’in kurucu kadrolarına bir şey söylememiş, aksine, vazîfesinin icabı olan Fatih Sultan Muhammed Han’ın vasiyetini hatırlatmıştır.

Bizim için Ayasofya, Türkiye’nin hükümranlığının, bağımsızlığının sembolüdür. Ayasofya’nın temsil ettiği rûhu kavrayamayan kuşakların zihinlerinin prangalı olduğunu söylemek bile gereksiz! Ayasofya’nın temsil ettiği rûh, “kılıç hakkı” olarak camiye çevrilmesinde gizlidir. Ayasofya’nın cami olması, hem Ayasofya’nın, hem de bu toplumun rûhunun korumasının yegâne şartlarından biridir, bunun en önemli göstergesidir.

Bu toplumun rûhunun, bu ülkenin bağımsızlığının, bütünlüğünün belki de en önemli sembolü Ayasofya’dır. Ve Ayasofya bunu, “kılıç hakkı” olarak camiye (Cuma Camiî) çevrilmesine borçludur. Bu ülkede tarih bilincinin nasıl linç edildiğini, yukarıda marifetlerini sıraladığımız laikos taifesince bu toplumun tarihine yapılanlara bakarak anlamak mümkün.

Anlı şanlı bazı tarihçilerimiz bile bu meseleyi anlamakta ve anlatmakta zorlanıyorlar. Niçin? Yeterli bir tarih felsefesi birikimine ve güçlü bir tarih bilincine sahip olmadıkları için… Yahut daha önceleri dayatılan “resmî tarih” paranoyası da olabilir.

Her şeyden önce “kılıç hakkı” meselesi, savaşla değil, barışla ilgili bir meseledir. Barışın teminatıdır “kılıç hakkı”.

İkinci önemli mesele de şu ki; bağımsızlık, Ayasofya’nın camiye çevrilmesi, hak ve hakikat dairesinde mücadele eden devlet aklı ile karşı koyan ve kendini sütre gerisinde saklayanlar için bir turnusol kâğıdı hükmündedir.

Son olarak, bir gazeteci dostumuzun şu cümlesi çok şey ifade ediyor: Ayasofya’daki namaz, Lozan’ın ve lâikliğin cenaze namazı değildir ama cumhura rağmen kendi ideolojilerini dayatan o azınlıkçı-seçkinci-vesâyetçi güruhun cenaze namazıdır…

Vesselâm...

***

Not: Bütün İslâm dünyasının Kurban Bayramı’nı tebrik eder, felâhımıza vesîle olmasını Cenâb-ı Allah’tan niyaz ederim.


*Mescid-i Dırar: Medîne’de münafıkların, Müslümanlara zarar vermek amacıyla Kubâ Mescidi’nin karşısına yaptırdıkları, daha sonra Hazreti Peygamber tarafından yıktırılan mescid.