ZAMANI geriye sarma
şansımız olsaydı, hayatımızda neleri değiştirmek isterdik? Zamanın
yetersizliğinden yakınıyorsak eğer, gün 36 saat olsaydı, söz gelimi şimdi
yapmak isteyip de yapamadığımız neler yapardık?
“Zaman”
kelimesi, hayatımızda ne kadar çok yer işgal ediyor! Zaman geçirmek, zaman
kaybetmek/kazanmak, zaman almak/vermek, zamana bırakmak, zaman öldürmek, zamanı
geçmek, bir şeyin ya da birinin zamansız gelmesi/gitmesi, zamanı olmak ya da
dolmak, bazı şeylerin zamanı değilken bazılarının tam zamanı olması, zamanla
yarışmak, zaman kollamak, zamana uymak…
Hayatımız
akreple yelkovanın arasına sıkışmış, saatin içinde sanki biz de rakamlar
arasında gidip geliyormuşuz gibi hissetmiyor musunuz siz de “zaman zaman”? İşte
içinde “zaman” geçen bir deyim daha!
Zamanın
öneminden şüphem yok! Sonuçta bu hayat, bizim güzel bir sonsuzluk için tek şansımız.
Ancak bu hayatta yapıp ettiklerimizden oluşan verilerin dakikalar üzerinden
hesap edileceğine dair kuşkularım var.
***
İlk
çağlarda güneşe, yıldızlara, iklim değişikliklerine bakarak zaman ölçümü
yapılırken, daha sonra küçük zaman dilimlerine ihtiyaç duyulduğu için M.S.
sonra 1000’li yıllarda saat icat edilmiş. Çeşitli aşamalardan geçerek
geliştirilen ve yaygınlaştırılan saatler, 1800’lü yıllarda seri üretime
geçilmesiyle birlikte evlerdeki yerlerini almışlar.
Saatlerin
toplum düzeni açısından önemi tartışılmaz. Ancak zamanı belirlemek ya da
düzenlemek için bir mekanizmaya ihtiyaç duyulması, insanın doğasından
kopmasıyla bağlantılı. Hayatın düzenlenmesinde biyolojik saatimiz baz alınması gerekirken,
bizler bize dayatılan yaşam koşulları nedeniyle saatlere göre kendimizi
ayarlamak zorunda kalıyoruz.
Saatin
yaygınlaşmasının Sanayi Devrimi ile aynı yüzyılda gerçekleşmesi bir tesadüf
olmasa gerek! Devrimle birlikte doğasından iyice uzaklaşan insan, artık zamanla
yarışır hâle gelir. Saatlerin tik tak sesleri arasında geçip giden ömrün hesabı,
üretim ve tüketim üzerinden yapılmaya başlanır.
“1984”
romanında George Orwell, insanların çalışma koşulları nedeniyle erkenden yaşlandıklarını
söyler. Orwell’in romanında her yaş grubu için ayrı, özel olarak hazırlanmış sabah
sporuyla güne başlanır. Amaç, insanı iş hayatında verimli kılmaktır. Yoksa
insanın metalaştırıldığı bir toplumda insan sağlığı neden önemli olsun ki?
1948
yılında yazılmış olmasına rağmen, günümüz ve muhtemel geleceğimiz hakkında manidar
tespitler içerir “1984”. Kitapta totaliter sistemlerin insanlar arasında
uçurumlar oluşturan, insanları sınıflaştıran, yozlaştıran yapıları ve bu
sistemlerle birlikte insanları hangi tehlikelerin beklediği çarpıcı örneklerle okuyucuya
aktarılmıştır.
***
Geçmişi
ya da geleceği düşünüp dururken, yaşadığımız ânı da dakikaların hükmüne
bırakarak, aslında bu dünyanın bir oyun ve oyalanma olduğu gerçeğini teyit
etmiş oluyoruz. Bugün gelinen noktada insanlığın sorununun zaman yetersizliği
olmadığı aşikâr; öyle olsa (doğruluğu tartışılır ama) “boş zaman” diye bir
kavram olur muydu?
Geçmişe,
“Ders al ve devam et!” paradigması yerine, “Keşke!”ler üzerinden yaklaşıyorsak,
hatalarımızın ve öfkelerimizin esiri olmuşuz demektir. Aynı şekilde geleceğe, “Ben
elimden geleni yaptım, gerisi Allah’ın takdiri!” mantığıyla bakmak yerine,
gücümüzün üstünde bir güç olduğunu unutarak, “Bu işin sonunda bu olur” beklentisiyle
yaklaşırsak, az veya çok hayâl kırıklığına uğramamız kaçınılmazdır.
“Ânı
yaşa!” sözü, söyleyen kitlenin haz merkezli bakışı içerisinde oldukça içi boş
olmakla birlikte, aslında derin bir sözdür.
Geçmişte
takılı kalan gözlerimiz geleceğe dalıp giderken, etrafımızda olup biten ne çok
şeyi kaçırıyoruz! Yağmurdan kaçarken yağmuru kaçırıyoruz. Gün ışığından
yararlanırken güneşi ıskalıyoruz. Vücudumuz tempomuza ayak uydurmaya
çalışadursun, bizler bitmeyen bir koşuşturma içerisinde neredeyse nefes almayı
unutuyoruz.
Oysa
her an emanet bize! Her anın kıymetini bilmek vazife üzerimize!
***
Yaşantımız
içinde zamanın dakikalardan bağımsız olarak bazen daha yavaş, bazen daha hızlı
aktığına tanıklık ediyoruz. Bir günün bir dakika gibi çabucak geçtiği de, bir
yıl gibi geldiği ve geçmek nedir bilmediği de oluyor. Sıkıntılı zamanlar esnasında
zaman geçmiyormuş gibi gelirken, zor günler geride kaldığında geriye bakıp
zamanın çabukluğuna hayret ediyoruz.
“Hayat
kısa!” şeklindeki yerleşik yargının aksine, zorluklarla ve mücadeleyle dolu bir
hayat sürmüş olan Aliya İzzetbegoviç, kendisi için bunun tam tersinin doğru
olduğunu söylemiştir: “Hayat kısa sözüne hiç itibar etmedim. Çünkü yeterince
uzun yaşadığımı düşünüyorum!”
İnsan,
sorumluluğu üzerine alıp sorunu kendinden başka yerlerde aramak yerine kendinde
aramayı öğrendiğinde yakınmayı ve başkalarını ya da bir şeyleri (meselâ zamanı)
suçlamayı bırakır. İnanıyorum ki, insan herkesi kandırsa bile kendini
kandıramaz. Ahirette de herkesin kendi hesabını kendisinin göreceğini
söylemiyor mu Rabbimiz?1
***
Oynayamayan
gelin, “Yerim dar!” dermiş eskiden, şimdi “Zamanım yok!” diyor. Zaman, güzel
işler söz konusuysa nasıl da bereketlenir oysa!
En
azından bazı işlerimizde plânlı hareket ederek zamanı daha verimli
kullanabilmemiz ve kendimize bahane üretme şansı bırakmamamız mümkün.
Plânlar
ne bozulmak, ne de sıkı sıkıya uymak içindir. Plânların gerçekçi ve esnek
olması önemlidir. Ana özel güzellikleri kaçırmayacak şekilde, hedeflerimiz
doğrultusunda plânlar yapabiliriz. Böylelikle hayattaki yolculuğumuza hem
keyifli, hem de disiplinli bir şekilde devam edebiliriz.
Sonuç
ne olursa olsun, gidilen yolu sevmek, yol nereye çıkarsa çıksın, gelinen yerden
memnun kalmayı sağlar.
Bir
âlim diyor ki, “Geçmişi zamandan sayma! Geçmiş, günahıyla sevabıyla geçti artık.
Ancak oraya tövbe ile dokunabilirsin. Geleceği de zamandan sayma, ya ulaşılır,
ya ulaşılmaz! ‘Zaman nedir, ömür nedir?’ diye soracak olursan, ben derim ki, ‘Ömür
beni dinlediğin andır, ömür bu yazıyı okuduğun zamandır’”.2
1. “Oku kitabını! Hesap görücü olarak
bugün sana nefsin yeter!” (İsra, 14)
2. Yrd. Doç. Yasin Pişkin ile yapılan söyleşiden bir alıntı. Söyleşinin tamamı için bakınız: http://www.kadinveaile.com/kuran-i-kerimde-zaman-kavrami-musluman-ve-zaman/mamına