Zamanın sesi: Kilim

İnsan kilimle başlar ninnisine ve kilimle yakar ağıtını. Motifleriyle sürdüğü gönül izini “sargılık”la bitirir kabir yurdunda. Birbirine çattığı renkleri, sıra sıra dizdiği nakışlarına bürünür dünya bedeni ve bir camiye bağışlanarak yaşatılır dünyada gezdirdiği ellerinin izleri.

BOY boy ipliklerle dizilen umutlar vardır. O ipliğe okunan dualar, çözgüler arasında yol alan gönüller vardır. Renklerden avuç avuç dokunan sırlar, sevdanın nakşını dizen yanışlar vardır. Analığın tonunu çatarken çiçekler, birbirine dolanan ilmeklerde kilim gibi yaşanan hayatlar vardır.

İnsan yüreğinde büyüttüklerini kelâmıyla ya da kalemiyle mi anlatır daima? Kelimeler midir her hâlin tercümanı? Harf harf mi yazılır umutlar, sitemler, dualar kâğıda? Ya söze yeltenemeyenler, harflere dokunamayanlar? Derdini mi büyütür sinesinde, umudunu mu söndürür yüreğinde?

İnsan var ise duygular da vardır elbette. Yazılacak, söylenecek ve yaşanacak; kendini anlatıp ruhunun gölgesini düşürecek bir yolu muhakkak bulacaktır. İnsan, kendini ifade etmek için bazen mûsikînin nağmelerinde, bazen şiirin dizelerinde, bazen de dansın figürlerinde varlık koymuştur ortaya. Sanatın birçok dalını kullanarak, iç dünyasının detaylarını, âleme bakışının izdüşümünü katar hayata.

Çağımızda değişim ve dönüşüme maruz kalan birçok değer ve hassasiyetlerimizin yanı sıra, duygularımızın ifade edilme şeklinde de estetik, zarafet ve setretme kaygısı güdülmeden yaşanması, kültürümüzle aramızdaki mesafeyi açmakla kalmayıp heybesinde taşıdığı birçok mirasın, kıymetli bir servetin olduğunu da çok çabuk unutturmuştur. Bu değişimleri normal gibi karşılıyor olsak da tarihimiz ve medeniyetimizin izini sürüp köklerimize yolculuk yaptığımızda insana dair her hâlin ifadesinde derûnî bir yaklaşım, mânâ merkezli yol alışın hikmetli ve ustalıklı icra edilişini hayranlıkla seyrediyoruz.

Göçebe Türk toplumlarında kodlarımızın birer damga gibi işlendiği, renkleri ve figürleri anlamlandırarak kullandığı “dokumacılık sanatı”, bugün dahi bizi köklerimizin temel dinamiklerine ve insanın kendini anlatmasındaki yetkinliğinin en üst seviyesine götürmektedir. Doğayla kuvvetli bir bağ kurup hayvanlardan, bitkilerden ve renklerden kendini örgüleyerek, bütünleştirerek, ona kendisinden, kendisine ise ondan anlamlar katarak hayata iz bıraktığı bu alanda renklerin dilinden, motiflerin mânâsından hem insanımızı, hem de medeniyetimizi seyrediyoruz.

Halı, kilim, keçe, cicim türü el dokuma ürünleri insanın yaşamına hizmet etme amacıyla üretilmiş olmalarının yanı sıra zamanın soluğunu tutmuş, medeniyetin içindeki insanı ve izlerini tarihî birer vesika olarak üzerine kaydetmiştir. Doğum, ölüm, evlilik, sevda gibi yaşamın olguları tezgâhlarda renklere karışıp desenlere dönüşerek dile gelmiş, söze dökülmüştür.

Kilimin dilinde toplumların duygu dünyaları, yaşama gösterdiği tepki ve tedbirleri, tezgâhlarda adeta talim yapmış, gönlün ırmaklarından taşıp, avuçlarına dökülerek çözgülerin arasında motif olup hayata karışmıştır.

Her insan bir hikâyedir; kimi zaman zirvelerde dolaşan, kimi zaman tamamlanmayan, kimi zaman da her sona bir başlangıç ekleyen kahramanların elinde... Hikâyelerde umut, korku, dua, sevda girifttir daima. Acaba bu duygular oldukları kadar anlatılıp aşikâr edilmiş midir insandan ve zamandan kaynaklı sebeplerden? Bundandır ki, yollar aranmış, vasıtalar bulunmuş her duygunun doğumuna. İşte kilim argacıyla1, arışıyla2 önce yüreklere dokunur; iplikler renk, tezgâhlar tuval olur ve işler insanın nakşını.

Evvelâ yapağının şekil almasıyla başlar kilimin yolculuğu. Kirmenlerin, eğirtmeçlerin etrafında döner, bükülür; çıkrıkların gövdesine sarılırken keleplerin içine saklanır sırları. Bilmez ki hangi nakışta yanıp hangi renkle yol alacağını…

Sonra duaların, umutların, yanışların renkleri toplanır kâinattan çiçek çiçek, yaprak yaprak. Ancak derleyen bilir sırrının rengini; hangi çiçeğin yaprağında, hangi ağacın kabuğunda... Kanat mı çırpacak umutlar, kabuk mu bağlayacak yaralar? Bilinmez kilimin ilmeğine vurulmadan nakışlar.

Çivit otu, İntiko maviyi, palamut tırnağı, nar kabuğu siyah ve kahverengini ikram eder nakışların mürekkebi karılsın diye. Bilir misin, kaç yaylanın, kaç ormanın çiçeğiyle boyanmıştır gönüllerin motifi çözgülerin üzerinde? Yapraklarda, köklerde aramıştır eflatunun izini. Yayla çayı, zeytin yaprağında bulmuştur renklerin en asilini.

Yanmayla başlar renk bulmak. Ezentere sabreder saatlerce ateşe sarıyı bulmak gayretiyle. Küllerine gömer sonra, basar bağrına meşelerin ferahlığıyla, üfler yaralarına. Dindi mi acıların? Oldu mu kıvamın? “Üzülme” der, “Yeşillenecek boy boy, kelep kelep varlığın”.

“Al murattır” demiş muradına erenler. Dualarda “Murat alasın” niyazıyla açılmış toy delikanlılara, çiğdem çiçeği kızlara eller. Duasıyla rengini harman ederken “Âmin”leri mi konuşmuş al ile yeşilin arasında? “Yaryare bakar, zincirli” çatılırken, ellerinin kınası mı düşmüş kilime, yoksa erik ve somaktan kardığı kırmızı mı?

Artık kurulur tezgâhlar gönül gönül, dert dert. Çözgüler3 önce umutların, sonra tezgâhın üzerine atılır her arışta, her argaçta. Şimdi yazma zamanıdır sevdadan, umuttan, hasretten yana. Derlenen çiçeklerin, toplanan köklerin renginden süzülür sırların izi. Hüküm gibi dolar çözgülerin boynuna motifini boz, koş ve karadan. Bazen de gâmından alır nariçi, filizi çivit. Renkleri çattığında sarıdan, yeşilden, aldan tezgâha dökülen kendisidir aslında. Sızan güneşin loş ışığında ya da kandilin titreyen alevinden gönlünün gölgesi düşer ellerine; o ellerin izinin seyri ya bir sandığın üstünde ya da bir yavrunun beşiğinde...

Bazen ellerin kınası vardır kilimin her sırasında. Kabul olunmuş duaların şükrüyle vurulur kirkitler “muska”ların üstüne.

Düşmüş yine gönle sevda. Yaylalar, dağlar işitmiş önce. Şimdi yürekler dolanır kırağı konmuş kırları seher vakitleri. Duası karışır titreyen rubainin, zakkumun yapraklarına. Bir tezgâha muhtaç motifler, renkler; her boy ipliği yanışlara vurmanın vakti! Ateşsiz, korsuz tütünler, “bukağıda, saç bağı”nda anlatacak derdini. Sandıklar kurulur uzayıp giden ipliklerin yoluna, “küpe”ler dizilir aralarına. Umuda yol açar elleriyle çözgülerin ortasından, söylenmeyen sözü, saklanan sırrı motiflerin kulağına anlatma vakti!

Göç yollarının telaşını bilir her tezgâh “akrebin, çengel”in dizilişinden. Bir küheylanın, deli bir kısrağın sırtına yeni yurtların telaşı düşer. Gelin misali süslenir. Al, mor, narinci kendini gösterir yağız atların rüzgâra karışan yelelerinin arasında. Yurt tutmak gibi sevda taşımak da yiğidin şanındandı. Yüklenen denkler belli ki gönüllerde daha fazla yer tutmuştu.

Ezgiler de renkler kadar yerleşir kilimin diyarına. Kopuzun tellerinden sızan yanışlar, kilimin bağrına siner. “Yıldız, zincirli” mor ile mavinin arasında buram buram tüter. Yanmadan söner mi harlanan ateş? Esli yanar, zeyli yanar, dirsekli, gençkız yanışı gibi yanar. Bir Yörük yiğidini, karşı obanın beyini sarar yalazlarına.

Bilinmez, hangi çiğ düşmüş çiçeğin ahından aldı rengini “bukağı”. Kimin gözü değdi ki acep “elibelinde”ye? “Tarağı” vurunca ilmeklerin arasına, korkularını mı damıttı yüreğinde?

Toprağın elleri dolanır kilimin sırtında. Nasır tutmuş, kurumuş çoraklığını Anadolu’nun suları besler damar damar. Dicle, Fırat, Karasu’dan devşirir renklerini. Munzur, Toroslar, Kaçkarlardan dizer motiflerini.

İnsan kilimle başlar ninnisine ve kilimle yakar ağıtını. Motifleriyle sürdüğü gönül izini “sargılık”la bitirir kabir yurdunda. Birbirine çattığı renkleri, sıra sıra dizdiği nakışlarına bürünür dünya bedeni ve bir camiye bağışlanarak yaşatılır dünyada gezdirdiği ellerinin izleri.

Oğuzun kokusu, Altayların soluğu var üzerinde. Balkanların, Asya’nın izlerini taşımışsın miras gibi bugünlere. Çağlar sürmüş yolculuğun. Yorgun, kırgın, yıpranmışsın, belli! “Anlaşıldı değerin” desem, teselli edebilir miyim seni?

 

1Argaç: Dokuma tezgâhında mekikle enine, birbirine koşut atılan iplik.

2Arış: Dokuma tezgâhında mekikle boyuna, birbirine koşut atılan iplik.

3Çözgü: Dokumacılıkta atkıların geçirildiği, dokunacak ürünün uzunluğunu oluşturan uzunlamasına olan ipler.