Zamanın ruhumdaki sancısı

Bu kördüğümü çözen şey, vicdandan gelen sesi dinlemek yerine, tahammülü tükenmiş, özlemi sözcüklere kaçamakça dökülmüş bir çaresizliğin mecburiyetinde alınan karardı.

GURBET, sabır sınavının en zor olanıydı. Neyle kolaylaşırdı, onu da bilmiyordum. Tek yaptığım, sabrın kucağında yine sabrın göğsüne yaslanmaktı. Yani çiviyi çiviyle sökmeye çalışır gibi… Bu öyle sıladan, dosttan, yârenden uzak olmanın gurbeti değildi sadece; kendi varlığımdan, bedenimin tüm uzuvlarından koparılmıştım sanki. Adeta gözüm bedenimde fakat görme yetisi alınmış ya da kolum omuzumda hareket kabiliyeti hiç yokmuşçasına... Bir bütünün paramparça hâlini yaşıyor, bunu yaşarken yine sabrın duvarlarını tırmalıyordum.

Taşınma hazırlıkları yapıyorduk son görev yerimize gitmek için. Bir kamyonetin yarısını dolduracak kadar azdı eşyamız. Boş kalan diğer yarısına hasretimi yüklediğimden miydi kırık dökük, mecalsiz bu aracın toprak yolda ağır ağır ilerleyişi? Arada bir olduğu yerde duruyor, elli elli beş yaş aralığındaki şoför öfke nöbetleri geçiriyor hâlde araçtan inip önce ön lastiğe kuvvetli bir tekme vurduktan sonra “Seni Aras’ın sularına atardım da bakma, iyi günlerinin hatırı var bende” diye sitemini yapıyordu emektarına. Kaputun kapağını açıp biraz uğraştıktan sonra “Yine aynı yerden” tespitini yapıp, öfkesini de unutarak yola kaldığı yerden devam ediyordu.

Gün öğle vaktine yaklaşıyordu Doğubayazıt’a vardığımızda. Yaz, parlayan güneşi, serpilen çeşitli renk tonları, buram buram yayılan ot ve çiçek rayihalarıyla umudu, yaşam hevesini ikram ediyordu insana.

Ara sokaklarda, kapısı sarı boyalı, altı basamakla çıkılan küçük bir evin önünde durdurdu şoför kamyoneti. Evin dış cephesine beyaz kireç sürülmüş, penceredeki demir parmaklıklar çivit mavisi yağlı boyayla boyanmış, sanki bizim gelişimizle asude bir huzuru yaşıyordu. Etrafta aynı özenle boyalı temiz görünümlü evlerin sayısı çok fazla değildi.

Eşyaları indirmek en fazla bir saat sürdü. İki tahta sedir, bir pirinç karyola, masa, halı, radyo, birkaç parça da mutfak eşyası… Üç ayaklı gaz ocağı da şoföre hediye ettiğimiz büyük eşyalarımızdandı. “Hacete bak” demişti, “Elin gâvuru neler icat ediyor, benim hanım görse nasıl sever!” diye söylenince, Âkif’e hediye etmesini fısıldadım usulca.

Şöyle bir göz gezdirdim küçük eve. Bir oda, bir salon ve de mutfaktan oluşan sıcak bir yerdi. İki parça eşyamı yerleştirir ve boş kalan köşelere de hasretimi sığdırmaya çalışırdım. Odadan arka bahçeye açılan bir kapı görünce ilerledim ve menteşelerinden çıkan kuvvetli bir cızırdama sesiyle ittirerek nemli toprağa adımımı attım. Duvarın dibinde küçük, sarı bir çiçek titriyordu. Cılız sapının üzerinde direniyor, yanındaki yabanıl otlarsa kökünü besleyerek ona kuvvet veriyordu. Oysa rüzgârın şiddeti yok denecek kadar hafifti. Zayıflığındandı demek ki sağa sola savruluşu. Fakat toprağın sinesinin şefkati gücünü yeterince veriyordu tül gibi ince yapraklarına. “Ah!” dedim soluğumun beni sarstığı, bağrımı yakarak çıkan bir hisle. “Benim Yusuf’um gibi, küçücük!” diye geçirirken aklımdan, içime bir ürperti düştü. Yanaştım sarı çiçeğe ve avuçlarımın arasına aldım titreyen gövdesi dinlensin, narin yaprakları zarar görmesin diye.

Yaslandı adeta parmaklarıma. “Korkma! Ben buradayım, ellerim değil sana sarılan, yüreğim” dedim ve köşede duran teneke kutunun tabanını çıkarıp üzerine geçirdim. “Gecenin ayazı, rüzgârın uğultusu hassas gövdesini korkutmasın” diye içimden geçirdim.

İçeri geçtiğinde, Âkif radyoyu açmış, ajanstan haberleri dinliyordu. Benim sarsılmış hâlimi gördükçe mahcup oluyor, kendi hüznünü saklamak için zor bir gayretin içinde çırpınıyordu. Biliyordu ona ne kadar sitem etmek istediğimi. “Neden ‘Olmaz’ demedin?” sorusunu soracağımın tedirginliğiyle derin bir sessizliğe bürünüyordu. Evet, bunu ben de her soluğumda düşünüyordum ama onun da bunu yapamayacağını en az acımın tadı, öfkemin şiddeti kadar biliyordum.

Bildiklerimiz bizi suskunluğun labirentinde başıboş hâlde dolaştırıyor, bilmediklerimiz ise sözcüklerimizin üstüne suskunluk mührünü vuruyordu.

Devlet her gece 23:00’dan sabaha kadar elektrik kesintisi yapıyordu o yıllarda. Gece olunca evlerin pencerelerinden cılız mum ışıkları ya da gaz lâmbalarının titreyen alazları yansıyordu pencerelere. Kimi haneler ise karanlığın nefesinde kayboluyordu. Bu, yabancı gökyüzünün altında geçireceğim ilk geceydi. Gece Yusuf’suz kaç kere yıldızları serpmişti eteğinden semaya ve güneş kaç gecenin yüzünü yırtarak doğmuştu güne, saymaktan korkuyordum.

Tahta kurularının sesi kafamın içindeki sesleri biraz bastırırken uykuya geçtiğimi hatırlıyorum. Sabah Âkif’i işe uğurladıktan sonra arka bahçeye, küçük çiçeğin yanına gidecekken kapının tıklanmasıyla yönümü değiştirdim. Kapıda orta yaşlı, berrak yüzlü bir hanım tebessüm ediyordu. Elinde ufak alüminyum tepsi, üzeri orlon iple örülmüş örtüyle kaplı ikramıyla “Hoş geldiniz” dedi. İçeri buyur ettim. Merakla inceliyordu beni. “Bizim efendi söyledi yeni memur tayin edildiğini, Âkif Bey’le aynı kurumdan kendisi” derken Doğubayazıt’a ne zaman geldiklerinden, kaç çocuklarının olduğundan, onu zorlayan şeker ve tansiyon hastalıklarından bahsetti kısa kısa. Sonra bana, “Yeni evlisin galiba, çok gençsin. Bizim efendi, ‘Bir çocukları varmış’ dedi” diye eklerken meraklı gözlerle benden birkaç cümle duymak için sustu. Önce gözlerimi deldi bu sorunun bakışları, devamında ise yutkundum ve “Var” dedim. Fakat o, “Uyuyor yavrucak demek ki… Yol hırpalamıştır” izahıyla işkencesine devam etmeye kararlı gibi duruyordu. “Çocuğum bizim yanımızda değil!” cümlesini bir çırpıda söyledim. Cevabım bir muammanın insan zihnine döktüğü birden çok çıkarımın hücumunu yaşatıyordu bu meraklı hanıma. Konuşmadı, mânâsızca kafasını sallayarak “Anlat!” komutunu verdi gözleriyle.

“Dedesinin yanında” dedim. Artık soru sormaktan vazgeçmişti. Nedense bu defa ben konuşmak istiyordum. Yusuf’un gidişinden sonra ilk defa bunu anlatma isteği, hatta ihtiyacı duyarak devam ettim: “Taşınma hazırlıkları yapıyorduk, memleketten dedesi geldi ve Yusuf’u yanlarında kalması için götüreceğini söyledi. Okula kaydettireceğini, büyükannesinin ona çok iyi bakacağını, gözümüzün arkada kalmamasını da ekledi sözlerine…”

Bunları deyince, kadın istemsiz biçimde “Tövbe tövbe!” dedi. Belki de “tövbe” etmenin en zarurî meselesinin gayriihtiyari tespitini yapmıştı bu amaçsız cümle.

Âkif, akşam eve bir telgrafla geldi. Babasındandı. “İyiymişler, Yusuf da iyiymiş” dedi. Yüreğim ferahlar diye düşündü, biliyorum. “Ne zaman ‘Getirin’ diyeceksin?” dediğimde sustu ve başını eğdi. Babalar, babaların devletinin iktidarında birçok duyguya hüküm giymiş mahkûmlardı. Eşlerini geçtim, çocuklarına besledikleri sevgiye ne çok perde çekerlerdi de o perdenin ucundan mahcup bakışlarıyla yetinirlerdi. Kör taklidi yaparlardı şefkate, özleme, hüzne ve coşkuya. Boğazlarının boğumlarında sıkıştırırlardı sevgiye dair tüm cümleleri. Bir suçun gizli eylemini yapar gibi okşarlardı evlatlarının başını ve çocuklar o ellerin şefkatinden çok mesafesini hissederdi bedenlerinde. Bu, babaların babalara asırlardır devrettiği mirastı. Ben de bu “sofra”nın ekmeğinden yemiştim. Babamın kaçak bakışlarında sobelenmiş saklanan oyuncu gibi...

Uyurken bir gölgenin saçımı okşadığını hissederdim de bu elin sıcaklığından ziyade ağırlığıyla uyanmamak için direnirdim. Hürmet etmeyi insana lütfedilmiş tüm duygulardan azade davranmanın üzerine inşâ edenlerin hiyerarşisinde bir basamak altta olan bizler, her olayda yudum yudum içiyorduk yok sayılmayı da asla yüzümüzü ekşitmiyorduk. Sahip olma eylemi bir makam gibiydi; evvelâ sahip olanların sahip oldukları konuma gelmen gerekiyordu. Ancak o vakit bu duyguyu ve gücü teslim alır ve göğsünü gererek yaşardın kimin koyduğu bilinmeyen o yasalarda.

Bu düşüncelerin saldırısında aylarca savaştım. Sabahları uyandığımda arka bahçeye koşup sarı çiçekle konuştum ilk haftalarda. Fakat havaların değişmesiyle ufak ufak onun da soldu rengi; her yeni gün bir adım daha yokluğa uyandı. Bir sabah bahçeye gittiğimde ise artık onun direnmekten vazgeçtiğini ya da olması gereken döngüye karşı koymadığını görünce bir ayrılığın daha içimi sızlatan hissiyle günlerce çıkmadım arka bahçeye.   

Arada bir memleketten gelen mektuplarda Yusuf’un selâmı son satırların cümleleri oluyordu. Ben ise bu son cümlelerin miktarı kadar hissediyordum Yusuf’un varlığını. O gün, kışın da kendini ufak ufak hissettirmeye başladığı Ekim ayının başlarında, uzun zamandır evimize hâkim olan suskunluk, Âkif’in akşam eve gelmesiyle dağıldı. Babası telefonla aramış iş yerini. “Yarın Doğubayazıt’a geliyorum, çocuğu da getireceğim” demiş. Yusuf’un gittikçe sessizleştiğini, hatta büyükannesine, “Buraya uzaktan gelen otobüsler annemin olduğu yerden geçiyor mu nine?” diye sık sık sormaya başlayınca büyükannesinin bu mahzunluğa dayanamadığını söylemiş. “Çocuk annesini çok özlemiş, götür de hasretleri kavuştur. İkisinin de günahına giriyoruz Yakup Efendi” dediğinde ilk tepkisi tabiî ki reddetmek olmuş. Zaman içerisinde bu kararın ne yaralar açacağını anlamamış da bu durumun bir çözümünün olmayacağından dolayı Yusuf’u getirme kararı almış dedesi nihayet. Bu müjdeyi bana getiren Âkif, kendi mutluluğunu bastırarak benim mutluluğumu yaşamayı tercih etmişti.

Yarın sabah yola çıkacaklarını, ertesi gün öğleyin buraya varacaklarını hesapladık. Sabah olur muydu, zaman bana merhametli davranır mıydı bu gece, hiç tahmin edemiyordum. Yalnızca şunu biliyordum: Bu kördüğümü çözen şey, vicdandan gelen sesi dinlemek yerine, tahammülü tükenmiş, özlemi sözcüklere kaçamakça dökülmüş bir çaresizliğin mecburiyetinde alınan karardı.