Zamanın ötesinde bir yapı: Edirne Sultan İkinci Bâyezid Dârü’ş-Şifâsı

Dârü’ş-Şifâ’da mâl-i hulyâ (melânkoli), kara sevdâ (isteri) ve ateh-i kable’l-mîâd (şizofreni), ayrı metotlarla tedavi gören akıl hastalıkları idi. İlâç, istirahât, gıda, çiçek çeşitleri ve belki de en önemlisi mûsikî, tedavi yollarından bazıları idi. Aklî ve rûhî yönden hastalığı olanlar Batı’da tecrit edilip yakılırlarken, bu topraklarda atalarımız onları mûsikî, güzel koku ve su sesi ile tedavi etmişlerdir.

KÜLTÜR Ajanda Ailesinin kıymetli üyesi, portre yazarı Fahri Tuna’nın çok sevdiğim bir sözü var. “Bizler iyilik ve ihsan medeniyetinin çocuklarıyız” der Fahri ağabey. Haklıdır da... Tarih boyunca hüküm sürdüğü topraklara hoşgörüyü, adaleti ve iyiliği getirmiş ecdâdımız. Anadolu’dan Rumeli’ye yol olmuş. Mostar’da köprü olmuş. Üsküp’te Kurşunlu Han olmuş. Bosna’da Hüsrev Bey Kütüphanesi olmuş…

Yaşadığımız coğrafyada bulunan pek çok eser, iyilik ve ihsan medeniyetinin izlerini taşıyor. Tabiî bakmasını bilene… Bahsettiğimiz ihsan medeniyetinde bir eser var ki, döneminin çok daha ilerisine aittir sanki. İyilik ve ihsan, orada semâya kadar yükselir. Edirne Sultan İkinci Bâyezid Dârü’ş-Şifâsı’ndan bahsediyorum.

Fatih Sultan Mehmed’in oğlu İkinci Bâyezid’in emri ile 1484 yılında yapımına başlanan Edirne İkinci Bâyezid Dârü’ş-Şifâsı, 1488 yılında tamamlanmıştır. Külliyeyi dönemin baş mimarı olan ve Mimar Sinan’ı müjdeleyen kişi olarak nitelendirilen Mimar Hayreddin inşâ etmiştir.

Her ne kadar “dârü’ş-şifâ” (şifa kapısı) isminin günümüzdeki karşılığı “hastane” olarak belirtilse de, bugünkü anlamı ile hastanenin de ötesine geçmiştir. Günümüzde tıp fakülteleri bünyesinde hizmet veren eğitim ve araştırma hastaneleri ile benzeştirsek, sanırım biraz daha düzgün bir tanım yapmış oluruz. Ama bu tanım da tam olarak karşılamıyor, biliyor musunuz? Çünkü Selçuklu ve Osmanlı döneminde kurulu şehirlerde yaşamın kalbinin attığı yer, hepimizin bildiği üzere külliyelerdi. Külliyelerde cami ile birlikte medrese, imâret, mâbed, türbe, hamam, kütüphane, aşevi, kervansaray, çarşı, okul, hastane, tekke ve zâviye binaları bir arada bulunuyordu. Dârü’ş-şifâ için, “Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde kendine özgü mimari biçimi ile cami ve medrese külliyesini bütünleyen, hastane ve hekimlik okulu işlevini gören yapılardır” diyebiliriz rahatlıkla.

Edirne İkinci Bâyezid Dârü’ş-Şifâsı’nda hekim yetiştirilebilmesi için bir de Medresetü’l-Etıbba kurulmuştur. Yani bugünkü tıp fakültesi… Medresede okuyan talebeler, dârü’ş-şifâdaki uzman hekimler yanında yetişmektedirler. Külliye medresesi, tartışmasız dönemin en iyi okullarından biri olarak kabul edilmiştir. 1653’te külliyeyi ziyaret eden Evliya Çelebi, külliye içerisinde bulunan medreseye hayran kalmış ve medrese için, “Külliyenin içinde Medresetü’l-Etıbba ve odalarında talebeler vardır ki her biri daima Eflatun, Sokrat, Filbos, Aristotales, Galen, Pisagor gibi âlimlerden söz eden olgun tabiplerdir. Her biri bir fenne yönelip hekimlik ilminde kıymetli kitaplara değer vererek, âdemoğullarının derdine devâ bulmaya çalışırlar” demiştir.

Bildiğiniz üzere Osmanlı’da hastaneler fî-sebîlillah (Allah yolunda) yaptırılan, hastaların vakıf gelirleri ile bedava tedavi edildikleri kuruluşlardı. Hastanede tedavi ücretsiz olup, haftanın iki günü fakir hastalara bedava ilâç dağıtıldığı, Evliya Çelebi’nin Seyahatnâme’sinde yazmaktadır.

Huzur kapısı

Kuruluşunda çok yönlü hizmet veren hastane, bir ara yalnız akıl ve rûh hastalıklarının tedavisine ayrılmıştır. Dârü’ş-Şifâ, kuruluşu itibariyle üç bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde göz hekimi, cerrah, nöbetçi odaları, kiler, diyet mutfağı, bekçi odaları, akıl hastaları özel odaları, ilâç olarak kullanılan şurupların pişirildiği mutfak ve personel odaları bulunmaktadır. İkinci bölümde eczane ve idareci odaları bulunmaktadır. Üçüncü bölüm ise yataklı kısımdır. Bu bölümde yatak odasının yanında öyle bir yer vardır ki yazımızın başında sözünü ettiğimiz iyilik ve ihsan medeniyetinin vücût bulmuş hâlidir âdeta.

Üçüncü bölümde bir adet mûsikî sahnesi mevcûttur. Neden mi? Başta akıl hastaları olmak üzere, gelenler şifâ bulsunlar diye… Sahne, büyük ve yüksek bir kubbeyle örtülü, şadırvanlı bir salon etrafında çevrelenmiştir. Odaların dış bahçeye ve iç salona açılan pencereleri vardır. Ortadaki büyük kubbenin tepesindeki fenerden gelen ışık iç mekânı aydınlatır ve kötü havayı dışarı atar. Yüz yıllar önce inşâ edilen binanın aydınlatma ve havalandırma sistemi böylelikle kusursuz bir şekilde çalışır.

Bu bölümün yapısında, doğal ortamda muazzam bir akustik sistem kurulmuştur. Haftada üç gün verilen mûsikî konserleri, yankılanmadan, binanın her tarafından rahatça dinlenebilir. Akıl hastalarının mûsikî ile tedavisi, 15’inci yüzyıl şartlarında bu hastaneyi muadilleri arasında bir güneş gibi parlatır.

Tedavide yalnızca mûsikîden değil, su sesi ve güzel kokulardan da yararlanılmaktadır. Büyük kubbenin altında bulunan şadırvandan fışkıran suların kubbeye kadar yükseldiği bilinmektedir. O yükseklikten düşen suyun çıkardığı melodiler, hastalara huzur vermiştir.

Resmî arşiv kayıtlarına göre, hastanenin on kişilik bir mûsikî topluluğu vardır. Bunlar haftada üç gün hastalara konserler vermektedirler. Konuyla ilgili inceleme yapan ve aynı zamanda müzikle uğraşan Türk hekimleri, Türk mûsikîsindeki bazı makâmların bazı hastaların tedavisinde özel bir iyileştirici etkisi olduğunu saptamışlardır. Evliyâ Çelebi’miz, Seyahatnâme’sinin üçüncü cildinde Edirne Sultan İkinci Bâyezid Dârü’ş-Şifâsı’nı gezip hekimleri ve hastaları ile konuşur (bugünkü anlayışımıza göre aslında bir nevi röportaj yapar), ayrı ayrı besinlerin, çiçeklerin, mûsikî makâmlarının (Hicaz, Uşşak, Rast gibi) ve çalgıların nasıl apayrı tesir ettiklerini bir bir anlatır.

Arşiv kayıtlarında Rast makâmının felç ve epilepsiye iyi geldiği söylenmektedir. Irak makâmı, çocuklarda menenjite iyi gelir. Zengube makâmı kalp hastalıklarında, beyni ilgilendiren hastalıklarda, mide ve karaciğer hastalıklarında pozitif ilerlemelere vesîle olmuştur. Rehavi makâmı, çocukların tüm baş ağrılarına faydalıdır. İsfahan makâmı, hâfızayı kuvvetlendirir. Hicaz makâmının, çocuklarda görülen idrar zorluğuna faydalı olduğu söylenmiştir. Zirefgen makâmı, sırt ağrısı, eklem ağrıları ve kulunç hastalıklarına faydalıdır. Bûselik makâmı, kulunç ağrısına ve çeşitli göz hastalıklarına iyi gelmiştir. Büzürk makâmının vücûda kuvvet verdiği söylenir. Nevâ makâmı, bel ağrısına faydalı olup gönül okşayıcı bir makâmdır. Uşşak makâmı, çocukların uykusunu getirmesi nedeniyle akşam vakitleri çalınır. Hüseynî makâmı, çocukların karaciğer ve kalp hastalıklarında beden ısısını düşürmede ve mide hararetinde faydalıdır.

Mûsikî ve su sesi ile tedavi yöntemi, Dârü’ş-Şifâ’nın kuruluş döneminde hem akıl hastalarına, hem de diğer hastalıklara uygulanmıştır. İlerleyen yıllarda ise Dârü’ş-Şifâ yalnızca akıl hastalarına hizmet vermiş, bu tedavi yöntemi de sadece akıl hastalarına tatbik edilmiştir.

Peki, ecdâdımız bundan yaklaşık 500 küsur sene evvel akıl hastalarını mûsikî ve su sesi ile tedavi ederken, hümanizmi, çağdaşlığı ve medeniyeti ballandırıla ballandırıla anlatılan Avrupa’da, acaba akıl hastaları nasıl bir muamele görüyorlardı? Ben söyleyeyim: Avrupa’da akıl hastaları, şeytan tarafından rûhu kabzedilmiş, ancak cismen insan olan bir varlık olarak kabul ediliyorlardı. Osmanlı’da ise bu tip kişilere “meczub” denirdi. Yani “aklını yitirmiş” kimse… Ecdâdımız o kadar naifmiş ki, “meczub” kelimesinin bile ağır kaçacağı düşüncesiyle bu tip hastalara “mecnun”, “şeydâ” veya “dîvâne” demiş. Her ne kadar o hastaların çoğu bizleri anlamasa da, hastalığın ismini nezaketle örmüş. Hikmetinden suâl olunmaz bir sebeple bu illete düşmüş hiçbir kula hakaret etmemiş.

Batı’da akıl hastalarının tedavi yolu ise onlar için oldukça basitti: Akıl hastalarını işkence ederek öldürmek… Akıl hastaları ateşte yakılır, sonunda rûhları güya şeytandan kurtarılmış şekilde öteki dünyaya gönderilirdi. Kendisini şu an medeniyetin her anlamında otorite olarak gören Kıta Avrupa’sında 19’uncu yüzyıl ortalarına kadar bir akıl hastası suç işlese, normal bir insan gibi ceza görürdü; Osmanlı’da ise suçun mahiyeti ne olursa olsun, hekim teşhisi ile akıl hastalığı belgelenen kişi, sadece hastaneye kapatılır ve iyileşmeden salıverilmezdi.

Dârü’ş-Şifâ’da mâl-i hulyâ (melânkoli), kara sevdâ (isteri) ve ateh-i kable’l-mîâd (şizofreni), ayrı metotlarla tedavi gören akıl hastalıkları idi. İlâç, istirahât, gıda, çiçek çeşitleri ve belki de en önemlisi mûsikî, tedavi yollarından bazıları idi. Aklî ve rûhî yönden hastalığı olanlar Batı’da tecrit edilip yakılırlarken, bu topraklarda atalarımız onları mûsikî, güzel koku ve su sesi ile tedavi etmişlerdir.

Modern psikiyatrinin kurucularından Dr. Richard Von Krafft Ebing, “Klinik Psikiyatri İncelemeleri” adlı kitabında şöyle diyor: “Hıristiyanlık, akıl hastalarına ilgi göstermiyordu. Onları ‘şeytan tarafından ele geçirilmiş yaratıklar’ şeklinde algılıyordu. Akıl hastalarını tedaviyi Avrupa, Türklerden öğrendi. Türkler, bizden çok önce akıl hastalarına mahsus hastaneler kurdular.”

Mâzimize bakar mısınız? İftihar etmemek elde değil. Hümanizmi, ilmi ve medeniyeti gelin, bir de Osmanlı’da görün! Korkmayın, burada sizi kimse ateşlere atmaz! Çünkü bu topraklar üzerinde ezelden beri yaratılan sevilir Yaratan’dan ötürü…

 

Kaynakça

Yrd. Doç. Dr. Ratip Kazancıgil, Edirne Sultan İkinci Bâyezid Külliyesi (Türk Kütüphaneciler Derneği Edirne Şubesi Yayınları- Sayı 14)

Osman Nuri Peremeci, Edirne Tarihi (Bellek Yayınları)

Evliya Çelebi Seyahatnamesi (Üçdal Yayınları)

Dr. Richard Von Krafft Ebing, Traité Clinique de Psychiatrie (Classic Reprint Series)