Zamanın içinden bir gece

Bir haber almak için içeriye girdi ve görevliye kızının ismini vererek ufak bir umudu dilenir gibi baktı. O esnada odadan çıkan doktoru gördü ve ona doğru hızlı adımlarla yürüdü. Kelimelerini toparlayamazken, kalbinin çarpıntısını sanki durduracakmış gibi elini göğsüne götürdü ve “Kızım?” diyebildi sadece...

GECE saat 03:15’ti. Kafasının içinden geçen kurguların vahameti dizlerinin bağını çözüyor, elini kolunu nereye koyacağını bilemez hâlde koltuğun üzerinde istemsizce öne arkaya sallanıyordu.

Dışarı çıkıp sokak sokak onu aramayı düşünürken telefonun zil sesiyle fırladı. “Alo!” dedi korkunun hâkim olduğu bir tonla. Karşıdaki sesi dinlerken yüzünün rengi değişiyor, her saniyesinde dudakları biraz daha morarıyordu.

Masanın üzerinde duran sürahi, bardak, vazo ne varsa devirerek kalemi buldu ve ufak bir kâğıda aceleyle bir şeyler yazdı. Arayan, kızının yakın arkadaşı Ferah’tı.

Renkler gibiydi onların karakter özellikleri. Renklerin çeşitliliği kadar birbirlerinden ayrışıyor, tonları kadar da birbirlerini içinde barındırıyordu. Uyuşmayan yanlarını ortak taraflarından besleyerek sürdürüyorlardı arkadaşlıklarını. Fakat Müge’nin değişen hareketlerinden sonra Nevzer, aklına gelen ürkütücü ihtimâli ne kadar ötelemeye çalışsa da Ferah’tan sıklıkla yardım istemiş, bu değişimin sebebini onun aracılığıyla öğrenmeyi başarmıştı.

Bugün iki arkadaş beraber dışarı çıkmış, Müge’nin aşırı ısrarı üzerine bir arkadaşlarına uğramışlardı.

Hırkasını aceleyle üzerine geçirdi ve koşar adımlarla sokağa çıktı. El kaldırdığı tüm taksiler dolu geçiyordu. Zaman, düşman bir el tarafından saatin kurma kolunu hızla çeviriyor gibi akıyordu onun için. Karşıdan gelen bir taksi daha gördü, yaptığı el işaretiyle durdurdu. “Çok şükür!” dedi ve atladı. Kâğıtta yazılı adrese vardıklarında aceleyle inerken, şoförün “Abla, ücreti ödemedin!” uyarısıyla “Pardon!” dedi, parayı uzattı ve üstünü beklemeden hızlı adımlarla ilerledi.

Işıkları yanmayan birçok binanın olduğu, fazlaca yorgun, eski görünen dar bir sokağın içine girdi. Bazı kapı önlerinde iki üç kişiden oluşmuş gruplar sorgulu bakışlarını çevirmiş, kendisinden gelecek ufak bir hamleyi bekliyor hissi uyandırdı üzerinde. Korkunun eylemsizleştiği bir hâli yaşıyordu bedeninde. Zift kokan köşe başlarında, pusu kurmuş simsarlar gibiydi gördüğü bu garip insanlardan ona yansıyanlar. Çıkışı görünmeyen, baygın kokan kaldırımların kenarlarında, gözlerinin aklarına zehir akıtılmış, kan çanağı bakışlar kendisine odaklanmıştı. Dikkatini onlardan uzaklaştırmaya çalıştı. Yan tarafta, karton kutuların üzerinde sanki mehtabı seyre dalmış, gün doğumuyla uyanacak, külçeden naaşların soğuk taşlar üzerinde yattığını gördü. İrkildi. Başka bir âlemin bizden olmayan türleriyle karşılaşmış gibi hissetti kendini. “Ölüme tahsis edilmiş meskenlerde biraz ölüp, biraz yaşayanların boyutuydu burası” diye düşündü.

En fazla bir dakika süren bu girift insan manzaralarının seyrinde tanık oldukları, içeride kızını göreceği durumun sinyallerini veriyor ve bu önsezinin korkusu takatini kesiyordu. Hızla aradığı apartmanın ikinci kat ziline bastı.

Açılan kapıdan girdiğinde onu Ferah karşıladı. Kireç gibi yüzü, korkudan büyümüş gözleriyle istemsizce titriyordu. “Gidelim buradan dedim, gidelim buradan!” diye arka arkaya tekrar ediyordu cümlelerini. “Beraber miydiniz, Müge nerede?” dedi Nevzer panikle. Loş ışıkların ağırlığının çöktüğü, en az elli yıllık eski binanın içindeki baygın koku, insanın genzini yakacak kadar keskindi. Bu evdeki pis ve kırık dökük eşyalar evin kullanım muhteviyatını bütünlüyor, ruhuna sinen köhnelik canlılığı vakum gibi içine çekerek yok ediyordu. Açık olan bir iki pencereden sızan kömür kokusu, ortamın sakilliğini tamamlayan tadı solutuyordu içeridekilere.

Salona girdiğinde Müge’yi boş bir çuval gibi kirli, soğuk taşların üzerinde amaçsızca yatıyor hâlde buldu. Bir annenin içini parçalayacak güçteki haykırışını zorlukla yutkundu ve aceleyle elini burnuna götürüp soluğunu yokladı. Ne olduğunu bilmediği bir duygunun içinde dolaştığı tadı anlamaya çalışıyordu. İlk eşiği atlamanın acımsı ve buruk hissiydi kalbindeki. Ferah ise zamandan kopmuş, şahit olduğu o vurgun anına zihnini sabitlemiş gibi bağlantısız ve anlamsız sözcüklerini ara vermeden tekrarlıyordu. Bu konuşmalardan Nevzer’in tek anladığı, “Polisi aradım, polisi aradım” cümlesiydi.

Yaklaşık on dakika sonra gelen polis ve sağlık görevlilerinin adımları, bakışları ve telsizlere düşen anons sesleri bu mekânın ölüme açılmış bir tezgâh olduğunu nasıl da derinden hissettirdi Nevzer’e. Gördüğü hiçbir gerçek bu kadar içine ürperti, üşüme ve yalnızlık hissini vermemişti. Hayatların üzerinde birileri el altından voltalar atıyor ve yeni şıvgın vermiş dalları buduyorlardı acımadan, hatta hiç düşünmeden. Oysa ne kadar mücadele etmişti bu gerçekle yüzleşmemek için. Kaç gün, kaç gece aklını esir alan vehimlerle boğuşmuş, ikna gayretinin tüm alternatiflerini adeta sağır duvarlara anlatmıştı.

Polisler Ferah’ı karakola götürürken Nevzer de bir taksiyle ambulansta giden kızını takip ediyordu. Gecenin en ürkünç, en gaddar tarafıyla yüzleşiyordu yaptığı seyirde. Onun bugüne kadar tanıdığı gece, düşlerin demlenip yudum yudum içildiği, dingin ve arınmaya kapı aralayan zamanlardı. Hep böyle yaşamış, böyle hasbihâl etmişti geceyle. Bu saatlerden bildiği en güzel tat, yastıktan kalkan başların secdeye konularak alınlarına düşen izlerin ruhuna kattıklarıydı.

Kıymetli babası, “Gündüzün şerri gecenin hayrından evlâdır” der ve “Gün battı mı emin olmak için hanelerinizde olun” şeklinde öğütler sokuştururdu cümlelerine. O, bu telkinlere daima önem göstermiş, kızını büyütürken kendi öğrendiği cümlelerden ona nasihatler etmişti sıklıkla.

Fakat gece, bugün karabasan gibi tüm bedenine oturmuştu. Akıp giden yolda seyrettiği gece, simasına düşen ışıltılardan, birbirleriyle kaynaşan ışık huzmelerinden bir peçe çekmişti yüzüne. Gözlerinden ise hüzün dökülüyor, Nevzer de o gözlerdeki hüzne uzun uzun bakıyordu ilk defa. Gündüzün örttüğü her şeyi gece sobeliyor, belki de bu tanıklığın derin ıstırabını yaşıyordu bu saatlerde.

Önden ilerleyen ambulansın acı acı bağıran sireni bir anda o ağır düşüncelerinden kopardı Nevzer’i. Hastaneye varmışlardı. Kızıyla beraber, aynı kaderin şerbetini içen diğer kurbanla birlikte, daha on sekizli yaşlarında, kanlarına zerk edilen zehrin etkisindeyken görevliler ikisini de bir odaya aldılar. Bugün bütün kapılar kapanıyordu yüzüne. Beklemenin bitmeyen nöbetini tutmak düşmüştü onun hissesine. Bu soğuk koridorları iyi biliyordu eşini kaybettiği zamanlardan. Ama ne çok fark olduğunun kıyasını dahi yapmıyordu. Soluğu kesiliyor, aklına hücum eden ihtimâllerle baş etmekte zorlanıyordu artık. Aylar süren bir mücadelenin bitmediğini bilmek, onun yaşamasını istemesinin yanında fazla yer tutmuyordu. Bugünü atlatmak, onun ellerine dokunup gözlerinin ışığını görmek tek odaklandığı sonuçtu şu anda.

Bu zor saatleri geçirmek için hastanenin bahçesine çıktı ve semaya baktı. Gecenin kalemi kırılıyordu artık. Bâtınında sakladıklarını satır satır yazmıştı veda ederken. Minarelerden yükselen sedalar gideni uğurluyor, gelen için sayfadan bir yaprak daha çevriliyordu. Tan yeri yavaş yavaş ağarırken, semada nazenin bir eda kızarıyordu ufaktan.  

Nevzer, fecrin bu saatlerinde nice gözlerden yansıyan aynı yakarışı gördü. Belki de en çok hastane bahçelerinde dualar feryat gibi edilirdi. İnsan kendindeki muhtaçlığı, acizliği en çok burada hissederdi. Gücünün ve hükmünün miktarıyla burada yüzleşirdi belki de.

Bir haber almak için içeriye girdi ve görevliye kızının ismini vererek ufak bir umudu dilenir gibi baktı. O esnada odadan çıkan doktoru gördü ve ona doğru hızlı adımlarla yürüdü. Kelimelerini toparlayamazken, kalbinin çarpıntısını sanki durduracakmış gibi elini göğsüne götürdü ve “Kızım?” diyebildi sadece. Doktorun “Yüksek doz” ifadesinden sonraki cümleleri duymadı Nevzer…