
“ASRA yemin olsun ki, insan mutlaka ziyandadır.” (Asr, 1-2)
Yaratan, yarattığı her varlığa belirli bir limit vermiştir. Doğum ile ölüm arsındaki süreçte ihtiyaç duyduğumuz rızkı, alıp verdiğimiz nefesi, bunun yanı sıra kaderi ve kazâyı, sevinç ve kederi içinde barındıran zamanı ve mekânı tahsis etmiştir. Her canlının kaderi bu iki olgunun içerisine gizlenmiştir. Bu iki olgudan “zaman” hakkında konuşalım…
Herkese eşit olarak verilen fakat herkesin eşit olarak kullanma imkânına sahip olmadığı, her nefeste yitip giden zamanın mahiyeti hislerle birleşince değişiyor. Sevinince bir kelebeğin ömrü kadar kısa, özleyince bir çınar ağacının ömrü kadar uzun gelir insana. Dîvan edebiyatına ait mısralarda geçtiği gibi, “Şeb-i yeldâyı müneccimle muvakkit ne bilir/ Mübtelâ-yı gama sor kim giceler kaç saat” (En uzun gecenin hangi zaman olduğunu müneccimler yahut muvakkitler ne bilsin; insan ne zaman bir derde, sıkıntıya düşer ve uykusunu yitirirse, en uzun gece, o gecedir).
Öyle göreceli bir kavramdır ki zaman, ona atfedilen birçok tanıma sahiptir. Kimine göre sancıların “1” numaralı sebebi, kiminin sancılarına ilaçtır. Yakalamak isteyip de kaçırdığımız, doğumdan ölüme en yakın andır. Nereden nasıl geçtiğimizin, nereye varacağımızın belirleyicisi, içinde ikâmet ettiğimiz mekânın adresidir “zaman” denen soyut kavram. Aktığı mekân ve ait olduğu kahramanlar üzerinde hatırı sayılır etki bırakan, ayağına dolaşanı alıp ileriye taşıyan, fakat buna yeltenmeyeni yerinden milim kıpırdatmayandır.
Hâsılı, değerini bilmeyeni “Eyvallah” demeden terk edendir zaman. Hâl böyle olunca, bize fırsatlar veren faydalı bir dost da olabilir, tuzaklar kuran azılı bir düşman da. Onu diri tutup faydalanmak ya da öldürüp nasıl intikam aldığına şahit olmak yine bizim tercihimizdir. Zamanın mânâsına vâkıf olmayan kimsenin uğradığı hezimet, zamana vermediği kıymettendir. Biz zamanı nasıl değerlendirirsek zaman da bizim değerimizi o oranda artırır.
Hayatın içinde akıp giderken zaman, bakmak ile kalmak fiilindeki “a” harfi gibi asılı kalanlar da vardır geçmiş ile bugün arasında. Zihninin gözleri geçmişe bakan, bedeni ise bugünde kalanlar hiçbir yenilik ve güzelliğe yer açamazlar yaşantılarında. Anı yaşama idrakinden uzak kimseler için bir kaçış/erteleme yahut geç kalmışlık hissi ile geçmişe duyulan bir özlem penceresidir zaman.
Hepimizin ruhunda geçmişe dair kocaman kıtalar vardır elimizden geçip giden zamanların fethettiği, içinde olumlu olumsuz hatıraları barındıran. Aslında mazi, mukaddes bir diyardır; devletin, milletin, insanın temelleri, geçmiş zamanlarıdır. Geçmişe bakıp oradan güç ve tecrübe devşirip/durup kalmadan gelişe gelişe zamanla akmak olmalıdır insanın muradı.
Hayat bir ritimdir; örneğin akrep ile yelkovanın kovalamaca oyunu, tam “Yakaladım” derken gelip onları ayıran saniyenin tik takları gibi… Ritim olmasa hareket olmaz, hareket olmasa zaman olmaz. Yüce Yaratıcımızın ömürlerimize farklı renk ve ahenklerde hediye ettiği bu saatleri tüketirken her birimiz farklı ritimler tutarız. Bu ritmin hızını ise zamana karşı aldığımız tavrımız belirler; Bazen durarak tüketilir bu izafi kavram; bir ömür kozasında tırtıl misâli yaşarken vaktin tamam olmasına yakın kelebek olmak için çırpınan, hayatı tam on ikiden ıskalayanların hikâyesidir zaman. Bazen de sonu gelmeyen isteklerin uğrunda farkına varmadan yaşanıp heba olan ömrün, geçmez zannedilen gençliğin, gücün, kuvvetin yitimidir. “Çoğalacağım” zannıyla aceleye getirilen hayatların, kaybettiğini neden sonra fark edenlerin serüvenidir zamanla yarış.
Elbette hayat bir alışveriştir. Hem bu dünyaya, hem de ukbaya kârlı yatırımlar yapmak ve kaliteyi artırmak zaman bilincine sahip olmakla mümkündür ancak. Aksi takdirde zamanla girdiğimiz yarışın skoru kocaman bir aldanış olacaktır.
Zamanı boş olan kimselerin ruhunun düşeceği boşlukları da çok olur. Fanî ve bâtıldan uzak kalıp zamanın içindeki vakte kıymet verenler titizlikle sayar saliseleri; boş yoktur onların lügatlerinde, ne kaçıştır eyledikleri, ne de yarış. Onların istikametidir varış. İşte zaman olgusundaki fark tam da burada ortaya çıkıyor!
Modernizmin bize dayattığı “daha iyi yaşamak, daha çok kazanmak, daha çok kâr etmek” gibi hedefler peşinde koşarken geçip gidenin, harcananın ve ziyan olanın zamandan ziyade insan olduğu gerçeği ile yüz yüze geliriz. Öyleyse yeryüzünün en kıymetli soyut varlığı olan “zam/anı” yaşayalım. Ânı zamlandırıp çoğaltalım, anlamlandıralım. Geçmişin bilincini, ânın farkındalığını, geleceğin umudunu kuşananlar zamana yakalananlar değil, zamanı yakalayanlardır. Saatteki akrep ile yelkovanın kovalamacasını müsabaka sananlar, zamana gafil avlananlardır. Mutabakata varanlar ise zamanı kendine tâbi kılanlardır.
Zamanın bereketsizliği sorumluluk almayışımızdan, hayatın zorluğu ise eylemden çok söylemde kalışımızdan değil mi? Eylemsiz insan zaman öldürdüğünü zannededursun, “Nerede hareket, orada bereket” sözüne istinaden hem fiziksel, hem zihinsel hareket, kişinin ruhunun ve bedeninin çürümesinin önüne geçecektir.
Haz odaklı insanın anda kalma anlayışı dünyaya bir oyun ve eğlence merkezi nazarından bakıp ondan kam almaktır. Bu şekilde düşünen ve yaşayanlar için bu durum zamanın ve ömrün iflâsıdır. Oysa anda kalmak, o vaktin gereğini yapmak değil mi? Düşünsenize, yıllar öncesinde şuur ve idrakle yazılan bir kitap yahut atalarımız tarafından söylenen hikmetli bir söz, günümüzde bize ışık tutmuyor mu? Evet, geçmişte belki de geniş bir zaman diliminde tecrübe edilmiş, düşünülmüş, işlenmiş ve harf harf kâğıt üzerinde dizgilenmiş bir eserin hâlâ topluma hizmet etmiş, ediyor ve edecek olması ne muazzam bir histir!
Bir amaca, inanca, dâvâya bağlı insanların hayatı bütün zamanları içinde barındırırken, geçmişin, geleceğin ve şimdinin hakkı verilmiş bir yaşamın özeti değil midir?
Yanan bir mum gibi eriyip giderken zaman, ışığı olmalıdır insan; içinden geçtiği mekânları aydınlatan, geçmişe, şimdiye ve geleceğe kandil tutan… Her halis niyet ömrü değerli, zamanı bereketli kılar. Niyetler mezarlığına gömdüğümüz niyetleri gün yüzüne çıkarmalı, atalarımızın “Zararın neresinden dönersen kârdır” sözünü hatırlamalı. Mekâna estetiği, zamana ise mânâyı kazandırmalı.
Mekânı fiziksel duyularla algılayan insan, zamanı da zihinsel olarak algılar. Zamanın doğru yorumlanması, bireyin manevî idrakinde de yol almasına vesile olacaktır. Zaman denilen bu mukaddes kavramı verimli bir toprak gibi ekip biçmenin yollarını arayacaktır. Zamanın sırrı vakitte saklıdır. “Yaşam” denen bu yolculukta zamanla kol kola yol alırken, her birimizin hayata dair beklentileri vardır. Kişiden kişiye bu beklentiler farklılıklar gösterir; kimi mal mülk ister, kimi sağlık ve mutluluk, fakat “Olsun” deyince olmaz hemen arzularımız. İşte bu gibi durumlarda ye’se düşenler zamanı kendine ıstırap eylerken sabrı kuşananlar ise hayrın içindeki şerrin uzaklaşmasını yahut şerrin içindeki hayrı beklerler.
Her şeyin bir vakti, zamanı vardır. O vakit gelinceye kadar semaya açılan ellerimizi indirmeden, ümitsizliğe düşmeden hayâllerimizden vazgeçmemeli. İnsanın maddî-manevî başarısı gayretine ve zaman telâkkisine bağlıdır. Dünyaya dair her neye sahip olursak olalım, önceliğimiz zamana kıymet vermek olmalı. Zaman, Asr Sûresi’nde, üzerine yemin edilen bir değerdir.
Fütursuzca heba edilmemelidir. Sahip olduğumuz yirmi dört saatin değerini bilip ezberlenmiş rol ve alışkanlıkların hapsinden kurtulanlardan olup zamanı aleyhine değil de lehine eyleyenler olmak dileği ile…