Zaman kıskacında insan

Dünya küçüldü; zaman, boyut ve mekân değişti. O zaman gördü insan perde arkasındaki gerçeği, huşu içinde evreni seyre daldı. Dünya başına geçirmişti külah-ı hilâfeti, arkadaşlarıyla semahtaydı…

BEZM-i Elest’te “Elestü bi Rabbiküm?” sorusuna cevaben “Belâ” ahdi ile başladı insanın serüveni. Aşk şarabından içen ruhlar, beden kafesine üflenir üflenmez vuslat hasretiyle yanmaya başladı. Daha gözlerini dünyaya açmadan, kalbinde hayat ve ölüm ahitleşti.

Önce yeryüzünü insanoğlunun yaşayacağı uygun bir yer hâline getirdi Yüce Yaradan. Dünyada halifesi olarak hüküm sürme görev ve sorumluluğunu bahşetti. Böylece onu diğer tüm varlıklara karşı üstün kıldı. Böylesi büyük bir imtiyaz ve yüce bir misyon vererek onurlandırıldı insan. Allah Teâlâ, âdemoğlunu yeryüzüne göndermeden evvel onunla ve gelecek nesliyle adeta bir sözleşme yaparak genlerine yaratılış gayelerini kodladı. Bezm-i Elest’te birbirine şahit tutularak ikrar ettirilen insanoğlunun yolculuğu böylece başladı.

Ama insanın güneşe her merhabası, dünyaya olan bağını biraz daha perçinledi. Dünya nimetlerine tamah ettikçe, nefsi ve hırsları yegâne yol arkadaşları oldu. Verilen sözler unutuldu, manevî değerler anlamını yitirdi. Güzel ahlâkı ve imanıyla sarıp sarmalaması gereken kalbinde, işlediği her günah bir kara leke bıraktı. Bu lekeler çoğaldı ve emanete hıyanetin bedelini ağır ödedi insanoğlu. Kendi kara deliğini kendi elleriyle oluşturdu. Ebedî saadetten vazgeçip dünyevî zevklerin karanlığında kendini kaybetti. Yeryüzünün halifesi olarak yaratılan insan, gayesini unuttu.   

Damla damla akan saniyeler dakikaları, dakikalar saatleri doğurdu. Günler, haftalar, aylar derken, çağlayan bir nehir gibi coştu zaman. Yıllar, asırlar geçti insanlığın üzerinden. ​Zaman orkestra şefiydi, aldı çubuğu eline ve yönetti insanları gönlünce. Zaman ressamdı, fırçası elinde. Tel tel pırıltılar attı insanın gece rengi zülfüne; üşenmedi, kardelenler yerleştirdi kar beyazı tenine.

İnsan ürperdi birden, sanki hissetmişti fırça darbelerini. Uzun zamandır süren sarhoşluğunun farkına varır gibi oldu. Ama yine de hiç acelesi yoktu, yavaşça doğruldu yerinden. Yalan dünyaya tamah ettiğinden beri bu yerküre onun hücresiydi. Duvardaki takvim sayfalarına kaydı gözü. Zaman öldürmek isteyen mahkûmlar gibi geçen her güne bir çentik atmıştı. İnsana tanınan zamana “ömür” denmişti ve sonu kendisine bildirilmemişti. Ömür de insanın bedeninde müebbetti. Her geçen gün için bir çentik de ömür attı insanın yüzüne. Çizgiler derinleşti ve ömür, ölümü hatırlattı kendi dilinde.

Seccadesinin başına oturdu insan, kıvrıldı içine. Kalbini serdi önüne; sırları karşıladı hiç istemese de. Sevinçleri, hüzünleri, sevapları ve günahları… Elinde kalan bir avuç insanlığıyla düşüncelere daldı öylece. Düşüncelerinden kaçmak isterken, kâinatın sırlarına yakalandı. Bakıp da göremedikleri, görüp de okuyamadıkları sardı etrafını.

Uzun zamandır çözemediği bu âlemde Zümrüd-ü Anka kurtarıcısı oldu. Rengârenk tüylerinin arasına yerleştirdi ruhunu. Arşa yükseldiler birlikte, kondular Kafdağı’nın tepesine. Dünya küçüldü; zaman, boyut ve mekân değişti. O zaman gördü insan perde arkasındaki gerçeği, huşu içinde evreni seyre daldı. Dünya başına geçirmişti külah-ı hilâfeti, arkadaşlarıyla semahtaydı. Güneş kırmızı postuna oturmuş tefekkürde, yıldızlar onları izlerken zikirdeydi. Zaman onlardan uzak, onlar zamandan bîhaberken, kâinat Yüce Yaratıcının tespihinde...

Nihayet bunların idrakine varan insan, teslimiyetteydi. Ve zaman, sadece ezelî ve ebedî Olana boyun eğendi. Bu sahte dünyanın cazibesine kapılmayıp ahdine bağlı kalanlar ise yegâne kazananlardı.