BEZM-i Elest’te “Elestü bi Rabbiküm?”
sorusuna cevaben “Belâ” ahdi ile başladı insanın serüveni. Aşk şarabından içen
ruhlar, beden kafesine üflenir üflenmez vuslat hasretiyle yanmaya başladı. Daha
gözlerini dünyaya açmadan, kalbinde hayat ve ölüm ahitleşti.
Önce
yeryüzünü insanoğlunun yaşayacağı uygun bir yer hâline getirdi Yüce Yaradan.
Dünyada halifesi olarak hüküm sürme görev ve sorumluluğunu bahşetti. Böylece
onu diğer tüm varlıklara karşı üstün kıldı. Böylesi büyük bir imtiyaz ve yüce
bir misyon vererek onurlandırıldı insan. Allah Teâlâ, âdemoğlunu yeryüzüne
göndermeden evvel onunla ve gelecek nesliyle adeta bir sözleşme yaparak genlerine
yaratılış gayelerini kodladı. Bezm-i Elest’te birbirine şahit tutularak ikrar
ettirilen insanoğlunun yolculuğu böylece başladı.
Ama
insanın güneşe her merhabası, dünyaya olan bağını biraz daha perçinledi. Dünya
nimetlerine tamah ettikçe, nefsi ve hırsları yegâne yol arkadaşları oldu.
Verilen sözler unutuldu, manevî değerler anlamını yitirdi. Güzel ahlâkı ve
imanıyla sarıp sarmalaması gereken kalbinde, işlediği her günah bir kara leke
bıraktı. Bu lekeler çoğaldı ve emanete hıyanetin bedelini ağır ödedi insanoğlu.
Kendi kara deliğini kendi elleriyle oluşturdu. Ebedî saadetten vazgeçip dünyevî
zevklerin karanlığında kendini kaybetti. Yeryüzünün halifesi olarak yaratılan
insan, gayesini unuttu.
Damla
damla akan saniyeler dakikaları, dakikalar saatleri doğurdu. Günler, haftalar,
aylar derken, çağlayan bir nehir gibi coştu zaman. Yıllar, asırlar geçti
insanlığın üzerinden. Zaman orkestra şefiydi, aldı çubuğu eline ve yönetti
insanları gönlünce. Zaman ressamdı, fırçası elinde. Tel tel pırıltılar attı
insanın gece rengi zülfüne; üşenmedi, kardelenler yerleştirdi kar beyazı
tenine.
İnsan
ürperdi birden, sanki hissetmişti fırça darbelerini. Uzun zamandır süren sarhoşluğunun
farkına varır gibi oldu. Ama yine de hiç acelesi yoktu, yavaşça doğruldu
yerinden. Yalan dünyaya tamah ettiğinden beri bu yerküre onun hücresiydi.
Duvardaki takvim sayfalarına kaydı gözü. Zaman öldürmek isteyen mahkûmlar gibi
geçen her güne bir çentik atmıştı. İnsana tanınan zamana “ömür” denmişti ve
sonu kendisine bildirilmemişti. Ömür de insanın bedeninde müebbetti. Her geçen
gün için bir çentik de ömür attı insanın yüzüne. Çizgiler derinleşti ve ömür,
ölümü hatırlattı kendi dilinde.
Seccadesinin
başına oturdu insan, kıvrıldı içine. Kalbini serdi önüne; sırları karşıladı hiç
istemese de. Sevinçleri, hüzünleri, sevapları ve günahları… Elinde kalan bir
avuç insanlığıyla düşüncelere daldı öylece. Düşüncelerinden kaçmak isterken,
kâinatın sırlarına yakalandı. Bakıp da göremedikleri, görüp de okuyamadıkları
sardı etrafını.
Uzun
zamandır çözemediği bu âlemde Zümrüd-ü Anka kurtarıcısı oldu. Rengârenk
tüylerinin arasına yerleştirdi ruhunu. Arşa yükseldiler birlikte, kondular Kafdağı’nın
tepesine. Dünya küçüldü; zaman, boyut ve mekân değişti. O zaman gördü insan
perde arkasındaki gerçeği, huşu içinde evreni seyre daldı. Dünya başına
geçirmişti külah-ı hilâfeti, arkadaşlarıyla semahtaydı. Güneş kırmızı
postuna oturmuş tefekkürde, yıldızlar onları izlerken zikirdeydi. Zaman
onlardan uzak, onlar zamandan bîhaberken, kâinat Yüce Yaratıcının tespihinde...
Nihayet bunların idrakine varan insan, teslimiyetteydi. Ve zaman, sadece ezelî ve ebedî Olana boyun eğendi. Bu sahte dünyanın cazibesine kapılmayıp ahdine bağlı kalanlar ise yegâne kazananlardı.