Zaman kimin? (2): Mutlu musunuz?

Ben ise insanın mutlu olmasını dileyen fakat insanlığın mutsuzluğuna inandığım kadar mutluluğuna inanmam için kavi ispatlara ihtiyacım olduğunu düşünüyorum. Çünkü her insanın mutlulukla iktifa edemeyecek kadar derin ve güçlü birer orijinal dünya olduğuna inanıyorum…

ZAMANIN her yeni deminde, yine değil, yeni akışlarla, yeni gayretlerle zamanı hakkıyla değerlendirmekten söz ediyorduk…

Coğrafyalar ötesi sömürülerin modası geçti.

Şimdi her bireyin zamanı dijital sömürü araçlarıyla ziyan ediliyor. Tüm insanlığın birbirine benzemesi buyurganlığı ile kimliksiz ve dinsiz bir portreye bürünmesi insan tekinin ferdî zamanı sömürülüyor.

Bildikleri unutturuluyor insanoğluna.

Kelimelerin içi boşaltılırken, mâneviyat modern sehpalarda idam edilirken, mânâ yolculuğu süfli bir uğraşı sayılırken, küfür, lânet ve şikâyet normalleştiriliyor!

İnsan hissizleştiriliyor. 

İnsan, ne akan zamanın, ne de akan nehrin geri dönüşü olmayan bir akışa matuf olduğu gerçekliğini bildiği hâlde maddenin hegemonyasında ezilmeye, zamanın sömürgesi hâline gelmeye bile isteye teşne oluyor. Dünya küçülürken, dijital ağlarla kuşatılırken her geçen gün kederi büyüyor.

Belki bana öyle görünüyor.

Eğer her insan teki huzuru, saâdeti, tatmini, yeterliliği temin edebilmişse hayatında, varsın uydular emrimize amâde olsun!

İmkânları Dünya insanlarının saâdeti için inancımıza sefer edelim.

Ancak görünen o ki, bu seferberlikten ziyâde, zamanı sömürülen insan teki sıkıntıdan ölüyor. Boş vakitlerini oyunlara ayırıp eylediğini “Dinleniyorum” şeklinde adlandırmasına rağmen oflayıp pufluyor.

İnanı da, inanmayanı da aynı tercihlerle meşgul oluyor.

Ne vakit ferdî ve toplumsal kederlerden bunalsa, mutluluğun yokluğundan dem vuruluyor.

Mutluluk dediğimiz ne ola ki?

Meselâ siz mutlu musunuz?

Bir Müslümanın mutluluktan anladığı nedir?

Zaman içinde kederin tesellisi mutluluk arayışıyla mı mümkündür?

Gelişen ve değişen imkân, insanoğlunun mutluluğunu tehdit eder mi?

Kimin canı sıkkındır?

Canımızı sıkan nedir?

İşte bu soruların cevabı hepimizin içinde saklı. Kimileri “Nerdeee?” diye eseflenirken, kimileri “Çok şükür” diyor olabilir.

Ben ise insanın mutlu olmasını dileyen fakat insanlığın mutsuzluğuna inandığım kadar mutluluğuna inanmam için kavi ispatlara ihtiyacım olduğunu düşünüyorum. Çünkü her insanın mutlulukla iktifa edemeyecek kadar derin ve güçlü birer orijinal dünya olduğuna inanıyorum.

Üstelik, irâdem dâhilinde kurduğum bu son cümlede yer alan “mutluluk” ifâdesine muhalif olduğumu söylesem size?

“İnsan mutlu olmak için yaratılmamıştır bence” desem?

Benim bildiğimi sizin de bildiğinize inanarak mutluluğun an ile ilişkisine değinsem ve anlık olan çıkarcılığın kalıcı netîceler doğuramayacağından hem duygu, hem zaman israfı olduğunu söylesem?

Bana katılacağınıza inandığım kadar, “mutluluk” ibâresinin insanı içine çeken ve yutan bir anafor gibi aslî hayat anlayışından uzaklaştıran bir ibâre olduğunu söyleyebilir ve köklü bir saâdet bilincine sahip olmak gerekliliğinin altını çizebilirim.

Bir öğünlük yemeğin mutluluğundan ziyâde, ömürlük bir güven duygusunun yaşandığı kuru ekmek paylaşımını da saâdet hânesine yazabilirim.

İnsanlığın saâdetten yoksun olduğuna inancıma pek çok mesnet ve tespit sunabilirim.

Çünkü mânâdan yoksun bir hayatın insanoğlunu kollarının kesilmesi gibi yarım, ayakkabısının tekinin saklanıp tek ayakkabıyla yolların arşınlanmasının mümkün olmayacağı gibi nakıs bıraktığını biliyorum. Bunun, Dünya’nın küçük bir köy hâline dönüştürülmesinden mülhem olduğunu hepimiz biliyoruz. 

Sanmayın ki dijitalleşmeye, sosyal medya ağlarına karşıyım. Zamanın dilini oluşturamayanların oluşturulmuş dili kuşanmaz ise yenileceğine ve onu varlığını, yaratılış gayesini, inancını izah edecek bir araca dönüştürmesi gerektiğine inanırım.

Hâttâ inancım gereği, insanoğluna bahşedilmiş “akletme melekesi”nin işlevsel hâli beni hep önce hayrete, sonra hayranlığa sevk etmiştir. Bu iki mâkâmın, hayret ve hayranlığın insan olmaklığımın, kul olmaklığımın izahı olduğu düşüncesi ile icatların mucidinin de, kâşiflerin yaşadığı coğrafyaların da yaratıcısının Rabbim olduğuna inandığımdan, kavgamı “Batı” ile değil, “bâtıl” olan ile yapmam gerekliliğini savunurum.

Bu sebepledir ki, varsın teknoloji, alsın başını gitsin… Ve varsın dijital gelişmeler, yeni keşiflerle dünyamızı zenginleştirsin… İş ki, bu gelişmeler aklımızı ipoteklememesin ve araçların bizi yönetmek yerine o araçları şuurla ve şiarla yönetebilme melekemiz yitip gitmesin.

Pragmatik bir yaklaşımla, “Mademki benim inandığım Allah, Batı’nın ve Batılının da Rabbidir, öyleyse ona keşfettirilenden istifâde edebilme hakkım da meşruluğu nispetince mahfuzdur” diyerek inandığımız doğrultuda araçlara hizmet etme potansiyelimizi dengeleyerek, araçları ideamıza hizmet ettirebiliriz.

Böylece Kızılırmak gibi pek çok şehre, Nil gibi pek çok ülkeye ulaşabiliriz.

Ömür denen nehrin içinden akarken, zamanın nabzını tutmayı başardığımızda, yakınımızdakilerle birlikte uzak diyarlardaki pırıl pırıl gençlerin zihinlerine erişebilir, fikir sahilimizde soluklanmasını sağlayabiliriz.

Bulunduğumuz coğrafyanın maddî-mânevî kodlarını ülkeler ötesine taşıyabiliriz.

Kendi rengimizde akıp, kurak kalplere mevsimlerin en güzelini, saâdet kaynaklarını, ümmet bilincini taşıyabiliriz.

Eylediklerimizi, söylediklerimizi zamanın kucağında büyütüp ilme eşik, irfana beşik olmasını dileyerek “an”ın israfından kendimizi koruduğumuzda ulaştığımız her kalbi ve aklı İslâm’ın müjdelediği saâdetin renkleriyle boyayabiliriz.

İş ki, inancımız gereği ruhumuzda bir “biz” gayesi olsun! Kime erişirsek erişelim, bizim olsun! Eylediklerimiz ve dahi söylediklerimiz bizden olsun! Zamanın içinden “ümmet” nehri olup basîret, ferâset, irfan ve idrak farkındalığıyla akmaya niyet kesilelim.

Çirkinliğin hızla yayıldığı, bizi bize gösteren aynaların kırıldığı son yüzyılın çorak bıraktığı, çöle çevirdiği zihinlere ve kalplere su olmak için, soluk olmak için, çölde gümrah bir vaha yeşertmek için gayretimize gayret ekleyelim.

Kalbi ülkesinde atarken sesimiz ve sözümüzle ve dahi ahvalimizle el ele tutuşarak bir pergel misâli kocaman bir daire çizelim ve tüm insanlığı kucaklayabileceğimize inanalım.

Ardımızda duâlardan mülhem bir rüzgâr, yâdımızda Yûsuf... Her attığımız adımın sonsuzluk menkıbesine yol olmasını dileyerek yürüyelim. Ken’an’a uğrayan kıtlığa Yûsuf ile gönderilen bereketle inancımızı tazeleyelim! Nice âyetlerle gayretimize gayret ekleyelim.

Geçen zamana inat, suyun hayat bahşeden varlığından kendimize ibretler devşirmeyi görevden bilelim.

Bunu başardığımızda, “Zaman kimin?” sorusuna “Zaman mü’minlerindir!” cevabını verebileceğimize inancımda zerre kadar şüphe yoktur!