ZAMANIN her yeni deminde, yine değil, yeni akışlarla, yeni gayretlerle zamanı
hakkıyla değerlendirmekten söz ediyorduk…
Coğrafyalar ötesi sömürülerin
modası geçti.
Şimdi her bireyin zamanı
dijital sömürü araçlarıyla ziyan ediliyor. Tüm insanlığın birbirine benzemesi
buyurganlığı ile kimliksiz ve dinsiz bir portreye bürünmesi insan tekinin ferdî
zamanı sömürülüyor.
Bildikleri unutturuluyor
insanoğluna.
Kelimelerin içi boşaltılırken,
mâneviyat modern sehpalarda idam edilirken, mânâ yolculuğu süfli bir uğraşı
sayılırken, küfür, lânet ve şikâyet normalleştiriliyor!
İnsan hissizleştiriliyor.
İnsan, ne akan zamanın, ne de akan
nehrin geri dönüşü olmayan bir akışa matuf olduğu gerçekliğini bildiği hâlde
maddenin hegemonyasında ezilmeye, zamanın sömürgesi hâline gelmeye bile isteye
teşne oluyor. Dünya küçülürken, dijital ağlarla kuşatılırken her geçen gün
kederi büyüyor.
Belki bana öyle görünüyor.
Eğer her insan teki huzuru, saâdeti,
tatmini, yeterliliği temin edebilmişse hayatında, varsın uydular emrimize amâde
olsun!
İmkânları Dünya insanlarının
saâdeti için inancımıza sefer edelim.
Ancak görünen o ki, bu seferberlikten
ziyâde, zamanı sömürülen insan teki sıkıntıdan ölüyor. Boş vakitlerini oyunlara
ayırıp eylediğini “Dinleniyorum” şeklinde adlandırmasına rağmen oflayıp
pufluyor.
İnanı da, inanmayanı da aynı
tercihlerle meşgul oluyor.
Ne vakit ferdî ve toplumsal kederlerden
bunalsa, mutluluğun yokluğundan dem vuruluyor.
Mutluluk dediğimiz ne ola ki?
Meselâ siz mutlu musunuz?
Bir Müslümanın mutluluktan
anladığı nedir?
Zaman içinde kederin tesellisi
mutluluk arayışıyla mı mümkündür?
Gelişen ve değişen imkân,
insanoğlunun mutluluğunu tehdit eder mi?
Kimin canı sıkkındır?
Canımızı sıkan nedir?
İşte bu soruların cevabı hepimizin
içinde saklı. Kimileri “Nerdeee?” diye eseflenirken, kimileri “Çok şükür” diyor
olabilir.
Ben ise insanın mutlu olmasını dileyen fakat insanlığın
mutsuzluğuna inandığım kadar mutluluğuna inanmam için kavi ispatlara ihtiyacım
olduğunu düşünüyorum. Çünkü her insanın mutlulukla iktifa edemeyecek kadar
derin ve güçlü birer orijinal dünya olduğuna inanıyorum.
Üstelik, irâdem dâhilinde kurduğum
bu son cümlede yer alan “mutluluk” ifâdesine muhalif olduğumu söylesem size?
“İnsan mutlu olmak için
yaratılmamıştır bence” desem?
Benim bildiğimi sizin de
bildiğinize inanarak mutluluğun an ile ilişkisine değinsem ve anlık olan
çıkarcılığın kalıcı netîceler doğuramayacağından hem duygu, hem zaman israfı
olduğunu söylesem?
Bana katılacağınıza inandığım
kadar, “mutluluk” ibâresinin insanı içine çeken ve yutan bir anafor gibi aslî
hayat anlayışından uzaklaştıran bir ibâre olduğunu söyleyebilir ve köklü bir
saâdet bilincine sahip olmak gerekliliğinin altını çizebilirim.
Bir öğünlük yemeğin
mutluluğundan ziyâde, ömürlük bir güven duygusunun yaşandığı kuru ekmek
paylaşımını da saâdet hânesine yazabilirim.
İnsanlığın saâdetten yoksun
olduğuna inancıma pek çok mesnet ve tespit sunabilirim.
Çünkü mânâdan yoksun bir
hayatın insanoğlunu kollarının kesilmesi gibi yarım, ayakkabısının tekinin
saklanıp tek ayakkabıyla yolların arşınlanmasının mümkün olmayacağı gibi nakıs
bıraktığını biliyorum. Bunun, Dünya’nın küçük bir köy hâline dönüştürülmesinden
mülhem olduğunu hepimiz biliyoruz.
Sanmayın ki dijitalleşmeye, sosyal medya ağlarına karşıyım. Zamanın
dilini oluşturamayanların oluşturulmuş dili kuşanmaz ise yenileceğine ve onu varlığını,
yaratılış gayesini, inancını izah edecek bir araca dönüştürmesi gerektiğine
inanırım.
Hâttâ inancım gereği,
insanoğluna bahşedilmiş “akletme melekesi”nin işlevsel hâli beni hep önce
hayrete, sonra hayranlığa sevk etmiştir. Bu iki mâkâmın, hayret ve hayranlığın
insan olmaklığımın, kul olmaklığımın izahı olduğu düşüncesi ile icatların
mucidinin de, kâşiflerin yaşadığı coğrafyaların da yaratıcısının Rabbim
olduğuna inandığımdan, kavgamı “Batı” ile değil, “bâtıl” olan ile yapmam
gerekliliğini savunurum.
Bu sebepledir ki, varsın
teknoloji, alsın başını gitsin… Ve varsın dijital gelişmeler, yeni keşiflerle
dünyamızı zenginleştirsin… İş ki, bu gelişmeler aklımızı ipoteklememesin ve
araçların bizi yönetmek yerine o araçları şuurla ve şiarla yönetebilme
melekemiz yitip gitmesin.
Pragmatik bir yaklaşımla,
“Mademki benim inandığım Allah, Batı’nın ve Batılının da Rabbidir, öyleyse ona
keşfettirilenden istifâde edebilme hakkım da meşruluğu nispetince mahfuzdur” diyerek
inandığımız doğrultuda araçlara hizmet etme potansiyelimizi dengeleyerek,
araçları ideamıza hizmet ettirebiliriz.
Böylece Kızılırmak gibi pek çok
şehre, Nil gibi pek çok ülkeye ulaşabiliriz.
Ömür denen nehrin içinden
akarken, zamanın nabzını tutmayı başardığımızda, yakınımızdakilerle birlikte
uzak diyarlardaki pırıl pırıl gençlerin zihinlerine erişebilir, fikir
sahilimizde soluklanmasını sağlayabiliriz.
Bulunduğumuz coğrafyanın
maddî-mânevî kodlarını ülkeler ötesine taşıyabiliriz.
Kendi rengimizde akıp, kurak
kalplere mevsimlerin en güzelini, saâdet kaynaklarını, ümmet bilincini
taşıyabiliriz.
Eylediklerimizi, söylediklerimizi
zamanın kucağında büyütüp ilme eşik, irfana beşik olmasını dileyerek “an”ın
israfından kendimizi koruduğumuzda ulaştığımız her kalbi ve aklı İslâm’ın
müjdelediği saâdetin renkleriyle boyayabiliriz.
İş ki, inancımız gereği
ruhumuzda bir “biz” gayesi olsun! Kime erişirsek erişelim, bizim olsun!
Eylediklerimiz ve dahi söylediklerimiz bizden olsun! Zamanın içinden “ümmet”
nehri olup basîret, ferâset, irfan ve idrak farkındalığıyla akmaya niyet
kesilelim.
Çirkinliğin hızla yayıldığı,
bizi bize gösteren aynaların kırıldığı son yüzyılın çorak bıraktığı, çöle
çevirdiği zihinlere ve kalplere su olmak için, soluk olmak için, çölde gümrah
bir vaha yeşertmek için gayretimize gayret ekleyelim.
Kalbi ülkesinde atarken sesimiz
ve sözümüzle ve dahi ahvalimizle el ele tutuşarak bir pergel misâli kocaman bir
daire çizelim ve tüm insanlığı kucaklayabileceğimize inanalım.
Ardımızda duâlardan mülhem bir
rüzgâr, yâdımızda Yûsuf... Her attığımız adımın sonsuzluk menkıbesine yol olmasını
dileyerek yürüyelim. Ken’an’a uğrayan kıtlığa Yûsuf ile gönderilen bereketle
inancımızı tazeleyelim! Nice âyetlerle gayretimize gayret ekleyelim.
Geçen zamana inat, suyun hayat
bahşeden varlığından kendimize ibretler devşirmeyi görevden bilelim.
Bunu başardığımızda, “Zaman
kimin?” sorusuna “Zaman mü’minlerindir!” cevabını verebileceğimize inancımda
zerre kadar şüphe yoktur!