Zaman içinde zaman

Duâ da bir durmaktır. Tövbe etmek ise erdemli bir durmaktır. İnsan şeytanî kibrinden sıyrılıp tüm evrenle birlikte bahşedilmiş bedeninin, rûhunun ve tüm varlığının Sahibine tövbeyle başını eğdiğinde, rûh, erdemli bir karaktere yol alır. Kalp dinginliğe, huzura yol alır. İnsan Allah’a durmadıkça gitmek ve kalmak üzere yaptığı tüm o mücadele, ne zamana sığar, ne insanı sağ bırakır.

ASLINDA ben sana “Düşme!” bile demedim. Ben sana sadece, “‘Düşmedim’ deme!” dedim.

Şimdi sana, eylemsiz bir “düşünce” serüveni vaat ediyorum…

Gitmek, bir harekettir. Güçlü ve etkili bir hareket... Kalmak da öyle... İkisi de maddî ve mânevî bir gayrete ihtiyaç duyar. Fakat ben sana ikisini de yapmadan yol almanın mümkün olabileceğini anlatacağım. Gitmek ve kalmak; hayatın tamamını kapsar, hayatın tam odağındadır ve zaman zaman hayattır.

Doğmak, bir “gitmek”tir. Büyümek de... Karar vermek, büyük bir gitmektir. Her neye karar verdiysen bir önceki inancından, bir önceki kararsızlığından veya karşıt kararından gitmektir. Öğrenmek; geniş ovalara, ufuklara, yollara ve uzak diyarlara gitmektir. Yaratılmış herhangi bir şeyi sevmek, çok güçlü bir gitmektir. Bir sevgi nereye düşerse hâkimiyet kurar. Stabil değildir, sürekli büyür ve tutsak duyguları köreltir. Öfkeyi, kini, nefreti siler kalpten. Bu, insanın menfî duygularından gitmesidir. İnsan mevsimden mevsime gider; yaştan yaşa, düşten düşe... İnsan hep bir “gitmek” hâli üzerindedir. Her an kendinden, bazen birinden, bir yerden, bir şeyden ve bir histen... Ama sürekli gider. Gitmek süreğen ve yorucudur.

En az “gitmek” kadar kronik ve onun kadar yıpratıcı bir başka eylemse “kalmak”... Kalmak, aslında bir nevi “gitmemek”tir. Yani gitmek ve kalmak birbirinin zıddı, birbirinin alternatifi ya da bir durum esnasında iki karşıt seçenek gibi görünüyor. Fakat kalmak -sadece- gitmemek olsaydı, gitmemek yorucuyken, kalmaksa dinlendirici olmalıydı. Gitmek yıpratıyorken kalmak yıpratmamalıydı. Gitmek üzdüğünde kalmak sevindirmeliydi. Gitmek bitirdiğinde kalmak başlatmalıydı. Gitmek acıttığında kalmak üflemeliydi. Peki, öyle mi? İmkânı yok ki, değil! Gitmek bir dertse, dermanı kalmakta arama! Hakeza, “kalmak” bir hastalıksa, gitmekten şifâ bekleme!

Kalmak, bir “gitmemek”tir doğru; fakat “kalmak”, -asla- “gitmek” eyleminin zıddı değildir.

İnsan hayatı boyunca ya gider ya da kalır. Vaveylâ! İkisi de bedeni ve zihni yorar, beli büker, kalpte derin ve onulmaz izler açar. Kaçınılmazdır. Ertelenemez ve ikâme kabul etmez. Biteviye bir ilerleyiştir bu aslında. İster istemez, bir kararlar silsilesine iliklenir insan ömrü. Hâl böyleyken, -eşsiz nimetlerle donatılmış- “ömür” denilen mühlet, sıkıştırılmış bir cenderenin arasında tıknefes gidip gelmeye benzer.

Doğmak nasıl ki bir ölümün başlangıcıdır, o hâlde ölümsüzlükten gitmektir. Ölmek de nasıl ki sonsuzluğun başlangıcıdır, o hâlde ölmekten gitmektir. Ama hep “gitmek”tir…

Bu iki nefes (ilk ve son) arasında da çeşitli gitmelerle; gitmemekten doğan kalmalarla, ilmek ilmek dokunmuş “ritmik” bir zaman dilimine sahibiz. Ritmiktir; çünkü kalmakla durdurulamaz, ısrarlı bir ilerleyişe hükümlüdür bu iki nefes arası. Geri döndürülemez ve bekletilemez...

Farz et ki, insan hayatında çeşitli nesnelerle birlikte anılan bir “yenilik” kavramının arefesindesin… Yeni bir ev, yeni bir iş, yeni bir hedef, yeni birçok şey... İşte tüm nefeslerin içinde bu, karar aşamasında aldığın-verdiğin nefesler, tadı, etkisi, derinliği ve niteliği itibarıyla diğerlerinden ayrıştırılır. Bu defa nefeslerin -duruma göre değişmekle birlikte- içinde hırs, özlem, korku, kaygı ve benzeri pek çok baskıcı duygunun tesirinde olacaktır. Kontrol edemediğin bu hissî durumların bir sonucu olarak gitmek, kalmak ve gitmekle kalmak arası yalpalamak devrinin başlangıcıdır artık.

...Ve her ne yaparsan yap, gitmek de, kalmak da, ikisinin arasında bocalamak da bir harekettir!

Yol almak

İnsan gâyesi, “yol almak”tır. Her zaman iyi ve çıkarına sonuçlar elde edebilmek ümidiyle yol alır insan. Sonuç her zaman böyle olmasa da ümit her zaman bu yöndedir. İki nefes (ilk ve son) arasında insan; güzele, iyiye, huzura, sevgiye, kazanca ve benzeri saâdetli duygulara yol almanın peşinden koşar. Bunu yaparken bazen gitmeye, bazen de gitmemeye karar verir. Bu karar, bazen doğru, bazen de yanlış netîcelenebilir. Olumlu ya da olumsuz, sonuç her ne olursa olsun, insan bedende, ruhta ve zihinde yorgun düşer. Hareket, kaçınılmaz bir yorgunluk sebebidir. Doğru hareketi bulmak gayreti, kaygı ve endişe ile harmanlanmıştır.

Şöyle bir tahayyülle açıklanabilir: A noktasından B noktasına (istediğin herhangi bir hızla) yol alıyorsun. A noktası senin mevcût hâlini simgeliyor, B noktası ise hayâlindeki huzurun temsilcisi... Bu, kişiye göre değişebilen B noktası; birinde zengin olmak, birinde aile kurmak, birinde iş kurmak, bir başkasında ise çok daha farklı bir amaç üzerine olabilir. A noktası nasıl ki mevcût hâlinse, B noktası da -sadece- senin tahayyülünde şekillenebilecek bir nitelikte olabilir. Bu iki odak arasında yol alırken hayat, seni C noktasına da götürebilir. Belki de C noktası senin için daha hayırlıdır. Fakat sen B noktasına tüm varlığınla kilitlendiğinden, bunu ilk anda anlamayabilirsin (burası tevekküle giriyor işte!). Belki de B noktasına vardığında, asıl istediğinin D noktası olduğunu keşfedersin ve yeni bir hedefle B’den D’ye yol alırsın. Belki A noktasından çıkar çıkmaz dermanın biter ve geri dönersin. Belki A noktasından B noktasını sadece izler ve daha yola çıkmadan cayarsın. Bu A ve B noktası arasına öyle olaylar, öyle hayatlar, öyle zamanlar sığar ki yazmak ve anlatmakla bitmez.

Ama olayın özü şu: Bahsi geçen ve daha zikredilmemiş hangi sonuca varmış olursan ol, yorgun düşeceksin! Bazen mutlu bir yorgun, bazen mutsuz bir yorgun olabilirsin. Bazen dertli, bazen dertsiz bir yorgun... Bazen huzurlu, bazen huzursuz... İnsan A noktasında kalmayı tercih etse dahi yorgun düşecektir. Çünkü varlığını bildiğin bir B noktasına gitmemeyi seçmek, güçlü bir harekettir. Gitmeyi seçmek de...

İnsan tüm bu gidişler, dönüşler, kalışlar ve bunların devridaim ettiği tüm zaman dilimleri boyunca “eylemsiz” yol almayı nasıl başarabilirler? Daha doğru sormak gerekirse… İnsan gitmeden ve kalmadan, yorulmadan, yıpranmadan, eksilmeden, zamanını tüketmeden nasıl yol alabilir?

Sırlar, her zaman bulunması o kadar kolayken, binlerce cevap etrafını sarmışken, en son baktığın yer olduğundan zor çözülürler. Bu da o misâl!.. İnsanın, sığ dünya teşını bir dakikalığına bile olsa dindirememesi, kalbin o tatminsiz ve huzursuz atımlarına mâni olamaması, bunca gitmek ve kalmak arasında doğru yönü ararken bitap düşmesi; bu ayan beyan cevabı görememesinden...

İnsana, tüm ömrü boyunca bir gitmek ve bir kalmak eylemi yetiyor. Bu ikisinin tükettiği zamanları, zihinleri, bedenleri, ruhları kararda tutacak, dinginleştirecek, güçlendirecek ve tüm eylemlerin sonunu hayra götürecek bir eylem gerek! Öyle bir eylem ki, yormayacak, yıpratmayacak... Kalbin kararsız ve kaygılı atımlarını ahenkli bir mûsıkîye benzetecek... Hırs, kibir ve kinden arındıracak rûhu...

Öyle bir eylem ki, o an hiç bitmeyecek, tükenmeyecek... Cennete gitmeden cennete benzeyecek... Korkuları dindirecek... Bir sonraki gitmek ve kalmak eylemleri için insana referans olacak... Tüm eylemlerden başka ve tüm eylemlerden etkin...

İşte bu, durmaktır!

Durmak, hayatın telâşında yoktur. İnsan gitmediğinde de durmuş sayılmaz. Zaman durmadıkça, gitmek ihtimâli var oldukça ve zihni meşgul ettikçe "durmak", tamamen geçersizdir. Bir şeyi yapmak ve yapmamak arasında pasif olanı seçmek, durmak değildir. O, sade bir "yapmamak"tır. Bir yerlerde yapmak fikri var olduğu müddetçe yapmamak, bir eylemsizlik olamaz. Yapmamak, bazen yapmaktan daha büyük bir efor gerektirir. İki ihtimâl de yine kalbi, bedeni ve rûhu yoracaktır. Peki, durmak nasıl mümkün olabilir?

Öncelikle hakikatli, güçlü ve mânevî bir durmak eylemi bulmalı! Durmak, ancak Allah’a karşı yapılabilir. Bu durmalardan biri namazdır ki, insan günde tam beş defa durur; yenilenir, dinginleşir ve gitmekle kalmak arasında tüketilmiş zamanların içinde bir zaman yakalar. Sen durmayı bırakıp tekrar dünyevî eylemlere geçiş yaptığında da o ibadet ânı, tükenmemek üzere var olmaya devam edecektir.

Duâ da bir durmaktır. Tövbe etmek ise erdemli bir durmaktır. İnsan şeytanî kibrinden sıyrılıp tüm evrenle birlikte bahşedilmiş bedeninin, rûhunun ve tüm varlığının Sahibine tövbeyle başını eğdiğinde, rûh, erdemli bir karaktere yol alır. Kalp dinginliğe, huzura yol alır. İnsan Allah’a durmadıkça gitmek ve kalmak üzere yaptığı tüm o mücadele, ne zamana sığar, ne insanı sağ bırakır. İnsan bu mücadelede, bu girdapta aldığı nefesin bile o kadar da derine gitmediğini, zaman zaman boğulma duygusunun eşiğine geldiğini hissetmekten yorgun düşer. Tüm o para, mâkâm, mevki, çocuk, başarı, eş-dost, iş-güç ve benzeri dünyevî telâşlar durmadan, sürekli gitmek ve kalmak arasında insanı defalarca ve defaatle yıpratacaktır.

İbadet; zaman içinde zaman... Her durduğunda, hayata daha güçlü bir mâneviyatla tekrar dâhil olacaksın. Bir tövbe edeceksin, kalbinin üstüne baskı yapan bir duygunun yok olup gittiğini göreceksin. Bir duâya el açacaksın, rûhun incelecek, o katılaşmış kısımlarında bir nahiflik, bir süzülme hissedeceksin. Bir namaz kılacaksın, hiçbir şeyin yetmediği, hiçbir şeyin sığmadığı zamanın genişleyecek...

İnsan, mâneviyatına hizmet etmedikçe maddî âlemi bir düzene koyamaz!

Allah’a durmadıkça beden işlevsizleşir; Allah’ı bilmedikçe rûh hakikatten sapar, insan sahip olduğu erdemleri, dürüstlüğü, sevgiyi, cömertliği; kısacası tüm  güzel sıfatları yitirir zamanla. Sahip olduğun nimetlerin sürekliliği, ancak onların şükrü ile mümkün olabilir. Nimet bazen bir lokma ekmekse de çok zaman "insan" olabilmektir.

Velhâsıl-ı kelâm, bu keşmekeş içinde insan Allah’a durmalı; yakarmalı ve kul olmalıdır. "Yapmadım, yapamadım; bilmedim, göremedim, sezemedim" deme sakın! Mânevî bir zaman ayır kendine; düşsen de bir Kaldıran, tükensen de bir Olduran var! Düşenin kalkması, bir gönülden tövbeye bakar. Gidenin ve kalanın dinlenmesi de bir durmak eylemiyle tamamdır! Yoksa insan bu hengâmede yorgun düşer, gözden düşer, işten-güçten düşer, gönülden düşer, -Cennetteki- mâkâmdan düşer... Fakat düştüysen de kalk!

En nihâyetinde ben sana "Düşme!" bile demedim. Ben sana -sadece- "'Düşmedim' deme!" dedim...