Zafer şuuru

İnsanoğlu, elde ettiği zaferin sebebini-vesilesini kendisine efendi edinmek konusunda pek mahirdir. İmtihan odur ki, kişi, zaferi Hakk’tan bilsin ve Hakk’ı kendisine efendi edinsin. Aksi takdirde seküler efendilere bel bağlayan idrakler, onların zafer tanımlarını kendileri için başarı ölçütü sayarlar ve hiç umulmadık anlarda süflî-dünyevî heveslerini zafer sanma gafletine düşerler.

HER yıl Ağustos aylarımız sıcak havasıyla bunaltır ama zafer yıldönümleriyle de ılıtır gönüllerimizi. Kâh 1071’e uzanıp Malazgirt’i yâd ederiz, kâh 16. asra gelip Mohaç’taki o muazzam galibiyetle, Belgrad ve Kıbrıs’ın fetihleriyle mutlanırız. Nihayet 1921 ve 1922’de Sakarya Meydan Muharebesi ve Büyük Taarruz ile Ağustos zaferleri silsilesine son iki noktayı düşeriz.

Ezcümle biliriz ki, Ağustos’un mazisi zaferdir. Umulur ki, geleceği de zaferlerle dolu olur. Buraya dair birçok temenni ve tespit cümleleri kurabiliriz. Lâkin bu yazının muradı, “zafer”in kelimesini anlamak ve “zafer”i okumak…

Etimoloji sözlüklerine başvurunca öğreniyoruz; “zafer” sözcüğü, dilimize Arapçadan girmiş. Eşanlamlı olarak kullanabileceğimiz “galibiyet” kelimesinin de orijini yine Arapça.

Araplar ilk olarak yırtıcı kuşların pençesine “zafer” demişler. Zaman içerisinde “avını yakalamak”, “arzu edilen hedefe ulaşmak” misali mânâlar da kazanıp, nihayetinde aşinası olduğumuz anlamda kullanılmaya başlanmış. Peki, tüm kelimelerin anayurdu olan Kerîm Kitap’ta “zafer” hangi lafızlar ile anlatılmakta?

Sahi, zaferi arayan gözler “Rabbin adıyla okumayı” arzularsa?

Tam da bu arayışla Mushaf’ı tarayan gözler, “en-Nasîr” ism-i İlâhîsiyle karşılaşıyor. Kelimenin mastarı olan “nasr”, “yardım, destek, zafer, kurtuluş” mânâlarına gelir. Aynı kökten türetilen “Ensar” kelimesi, muhacir kardeşlerine beldelerini, evlerini, gönüllerini açan Medînelileri anlatmakta. “Hıristiyan” mânâsında kullanılan Arapça “Nasranî” lafzı da “yardımcılardan olan kişi” anlamında…

Fark edileceği üzere “nusret” kelimesi, yardımı ve zaferi anlatır. Buradaki vurgu, yapılan yardımın zafer garantili olmasıdır. Öyle ki, bir garibin/acuzenin işini hâlletme gayesindeki yardım sadece iane iken, (maddî veya manevî bir) düşmana karşı yapılan yardım, nusretlerden bir nusret yahut el-Nasîr’den bir ikram olmakta.

Tüm bu mânâ katmanlarını ve Kitap’taki kullanımları bir arada düşününce, en-Nasîr ism-i İlâhîsinin mânâsı şöylece belirebilir: “Yardım Edip Destekleyen, Eşsiz Ve Benzersiz Yardımını Yine Emsalsiz Biçimlerde Yapabilen, Zafer Murâd Ettiği Kullarına Yardım Etmenin Sınırsız Yollarını Bulan/Bilen, Desteği Pasif/Atıl Olmayıp Daima Aktif Ve Faal Olan Yardım Edici, Sonsuz ve Mutlak Kudretin Sahibi…”

Peki, Allah’ın en-Nasîr oluşuna iman etmek neler bekler bizden?

Bizler her dem yardıma muhtacız. Zira kendi kendimize yetmeyen varlıklarız. Doğup büyüyene değin ebeveynlerimize bağlıyız. Maddî hayatımızdaki bağlılık kayıtlarımız mezara kadar devam ederken, maneviyatımız itibariyle de kendimize yetemiyoruz. Ahlâk, ilim, şuur, irfan, edep gibi donanımlarla mücehhez hâle gelebilmek için muhtaç olduklarımızın listesi sayfalar, kitaplar doldurur.

Vesileler-sebepler dünyasından bakarak algılarımızı körleştirmemek için genel resmi izlemeye çalışınca daha açık fark ediyoruz. Sonsuza uzanan ihtiyaçlar listesi ancak ve ancak Kudreti Sonsuz Olan tarafından karşılanabilir. Nitekim tarih ve güncel şahittir; herhangi bir insan, en-Nasîr isminden rol çalmaya kalkışırsa hem kendisini ve başkalarını, hem de doğal-fıtrî kaynakları mahveder. Böylesi ağır bir yükümlülük altına girmek istemeyen edep ve insaf sahibi bir insana yaraşan hâl, “Ey Nasîr! Bize Senin yardımın olmadan ayakta duramayacağımızın şuurunu ver” diye niyaz etmektir. Açıktır ki, böylesi bir şuura eremeyenler, ayakta duramayacakları gibi, herhangi bir zafer de elde edemezler.

Aradaki fıtrî ilişkileri fark edebilmek adına “Nasîr” isminin birlikte anıldığı diğer Esmâı da hatırlayalım isterseniz...

İki âyette “Nasîr ile Mevlâ” yan yana zikredilir. On üç ayrı yerde ise “Nasîr ile Velî” birlikte anılır. Mevlâ ve Velî isimlerinin ortak vaazının “sevgi, sorumluluk ve yönlendiricilik” vurguladığını biliyoruz. Hatta her iki Esmâ için “Efendi” şeklinde tek kelimelik bir karşılık dahi düşünebiliriz.

Buradaki ikili kullanımlardan anlayabiliriz ki, yardım eden ve zafere ulaştıran güç, aynı zamanda sevgi ve sorumluluk ister. Bu şekilde nesnesini iyi-güzel-doğru olana yönlendirir. Nitekim insanoğlu, elde ettiği zaferin sebebini-vesilesini kendisine efendi edinmek konusunda pek mahirdir. İmtihan odur ki, kişi, zaferi Hakk’tan bilsin ve Hakk’ı kendisine efendi edinsin. Aksi takdirde seküler efendilere bel bağlayan idrakler, onların zafer tanımlarını kendileri için başarı ölçütü sayarlar ve hiç umulmadık anlarda süflî-dünyevî heveslerini zafer sanma gafletine düşerler. İyi-güzel-doğru olanı kötü-çirkin-yanlış olanla değişmiş olmaları da işin cabasıdır.

Kur’ân’ın bir yerinde, Nasîr ismi “Hadî” ile de birlikte gelir. Erbâbına malûm olduğu üzere hidayetin rehberliği, velâyetin yönlendiriciliğine nazaran daha vurguludur. Buradaki ikili kullanım, yardımın rehberliğini ve rehberliğin yardımını iç içe sunar. Hakk için, Hakk ile olan yolculuğun Hakk’ın yardımıyla devam edebileceğini ve yine zaferi, asıl galibiyeti ancak Hakk’ın belirleyebileceğini vazeder.

Evet, Esmâ ve âyetler üzerinden yapılan tüm okumalar bize zafer şuuru ve ahlâkı kazandırmak içindir. Başarı ancak araçtır. Onu amaç edinenleri bekleyen ilk tehlike ise hidayetten uzaklaşmaları olacaktır. Nitekim her devirde insanlık, başarının vesilesini-sebebini zahirî alâmetlerde aramış ve bunları kutsamak yoluna gitmiştir. Öyle ki, zafer elde edebilmek için varlıklı olmak isteyenler, servetlerinin maliki olacakken malı olmuşlardır.

Netice itibariyle bize verilen mesaj açıktır. İlâhî nusrete nail olabilmek için o yardımı hak edecek gayreti sergilememiz ve bu yardımı Hakk’ın arzuladığı zaferler için kullanacak şuur ve ahlâkı kuşanmamız gerekir.

Son bir söz: Allah’ın nusreti genellikle insanlar eliyle belirir. Bu hem imtihan sırrıdır, hem de Sünnetullahtır. Böylesi nusretlere vesile olabilenler, Allah’ın yardım eli oldukları gibi, O’nun (cc) adına yeryüzünde iş gören halifelerdir. Zafer, elbette böylesi insanlarındır. Ya bu dünyada yahut ahirette…