BİLİNDİK hayat akışımız
esnasında alışkanlıklarımız ve normal kabullerimiz dairesinde yaşarken, muazzam
bir İlâhî nizâmın himâyesi altında olduğumuzun farkına varamıyoruz.
Gerek
bireysel, gerek toplumsal, gerekse dünya genelinde cereyan eden pek çok doğal
gelişmenin (İlâhî tecellilerin) görünen yüzüne aldanıp ardında saklı hikmet ve
faydaya aldırış etmeksizin olup biteni cüz’î idrakimizce yorumluyoruz.
İşler
yolunda mı gitmiyor? O zaman talihimiz “kara”dır, “kör”dür…
Havalar
normallerin üzerinde sıcak mı seyretti, yazımız “cehennem” gibidir; çok mu
soğuk oldu, kışımız “kara”dır.
Deprem
olduğunda, çığ düştüğünde, sel bastığında, rüzgâr fazlaca estiğinde felâkettir…
Genel
olarak insanoğlu kendi seyrettiğinden, kendi bildiği ve kendi istifâdesi
dışında cereyan eden her şeyden ilenme hakkını kendinde mahfuz bulma eğilimiyle
söylenmeyi maharetten sayıyor.
“Kara bahtım, kör
talihim”
söylenmelerine, İlâhî tecellilerin tezâhürlerine tepkiyi ekleyince ortaya çıkan
portre, zâhiren arabesk bir ruh hâli gibi görünse de, bâtınen şükürsüzlüğün
izharı ve şirke meyyâl bir feveranın gizli sesi dalga dalga topluma sirâyet
ediyor.
Yönetim
sistemleri içinde yer alan “demokrasi”nin barındırdığı boşluklardan istifâde
etmeyi vatandaşlık görevi addeden (yönetilenlerden bazıları) bir kısım âsi
ruhlar, her konuda tepki verme hakkına sahip olma imtiyazının kendilerine
bahşedildiğini zannediyorlar.
Dinî
ve millî değerler, ahlâkî erdemler bu zannetmenin dişlileri arasında arsız bir
iştahla çiğnenerek atığa dönüştürülüyor.
İnsanlık
posası hâline gelen erdemsizlik; bu, görünürde insanın saklı yanlarıyla
vicdansız, saygısız, sevgisiz, hürmetsiz, edepsiz varlıkların çoğalmasına neden
oluyor.
Sonra
bu varlıklar sokaklara taşmakla kalmayıp “fikir ve inanç özgürlüğü” hakkına
sahip olma imtiyazını kullanarak İlâhî tecellilere dil uzatma hayâsızlığını da
haktan, özgürlükten sayıyorlar.
Kadere
ve ölüme söylenmekten, sövmekten kendini alamayanlar saf zihinlerin
masumiyetini ve kalplerdeki imanı çalmaya devam ediyor. Ve bir sari hastalık
gibi yayılıyor hâdsizlik!
“Bizi ölümden ecel
korur”
sözünün idrakinden uzak, ölüm sayıları üzerinden siyâsî argüman üretmeye varan,
her fecî durumu siyâsî çıkar hâline getirmiş hâlde millî ve dinî olana muhalif
olanların insanî, ahlâkî ve vicdani değerleri yitirişlerindeki hıza şâhit olmak
içler acısı bir durum.
Âlemlerin
Rabbi Allah’ın takdirine dil uzatma hakkını kendilerinde bulanlar bu fütursuz,
bu cüretkâr söylemleriyle toplum ahlâkını olumsuz biçimde etkilemeye devam
ederken, coğrafyamızın kaderini etkilediklerinin de ayırdına varamıyorlar.
“Deprem oldu, çığ
düştü, salgın oldu, ölüm sayısı arttı, 2020 yılı felâket getirdi” diyerek talih
kartları açıp fal bakarak kader tayini yapanlar bilmelilerdir ki, gelen felâket
değil, idrake davetiye çıkarmış birer musîbettir. Zira musibet, iki türlü isâbetin
hakkıdır: İlki kazânın, belânın, ihtarın isâbeti; ikincisi ise ihtarın hedefine
ulaşması ve ders almakta isâbet edilmesi…
Hem
bilmelidirler ki, yıl değildir bu musîbetleri toplumlar üzerine getiren, ancak
Allah’tır ve “Düşmanınıza iki mislini
verdirdiğiniz kayıp kendi başınıza gelince, ‘Bu nereden başımıza geldi?’ mi
diyorsunuz? De ki, ‘O, kendinizdendir’. Doğrusu Allah, her şeye Kadirdir”
(Âl-i İmran, 165) âyet-i kerîmesinde belirtildiği gibi, kendimizdendir!
Şükürsüzlüğümüz,
sabırsızlığımız, akrabalarımızı unutup yetimin hakkına riâyetsizliğimiz, İlâhî
tecellilere pervasızca söylenmelerimizdendir.
İnsanoğlunun
çok bilirliği, İlâhî nizâmı reddedişi, (bilerek veya bilmeyerek) ezberciliği, söylenme
özgürlüğüne tutkusuyla hâddi aştığında ne kendi kaderinde, ne de yaşadığı
coğrafyanın kaderinde iyileşen hiçbir şey olmadığı gibi daha beter bir imtihan
ile sınanacağından da bîhaber olması, elim netîceler doğurabilir.
Yaşanan
nice ibretlik olayın hikmetine tâlib olamadığımızdan olmalı ki, şimdi dünya
insanlarının ömrünü, sağlığını, şartlarını tehdit eden “Coronavirüs” adlı bir
musîbet eklendi insanlığın bahtına ve tüm ülkeler için benzer bir kader tayin
edildi.
Tüm
alışkanlıklarımızı değiştiren salgın tedbirlerine ve tüm dünyada gelişen vaka
ve ölüm sayılarına baktığımızda, “Kim
bilir, belki de bu görünmez düşmanın insanlığa musallat edilişinde, her nefse
hâd bildiren İlâhî bir tedbir ve kutlu bir tavsiye saklıdır” diye
düşünmekte fayda var.
Sadece
düşünmenin yetmeyeceği, aynı ivmeyle fiilî olarak göstereceğimiz titizlikle
yeniden artan Coronavirüs tablosuna olumlu katkıda bulunmanın sorumluluğu,
küçümsenmeyecek kadar önemli!
Uygulayacağımız
her tedbir, göstereceğimiz her dikkat, bulaş akışını sekteye uğratabilir.
Aksi
durumda, tavsiye edilen tedbir şartlarına azamî derecede hassasiyet
gösterilmesinde, zaafkâr ve ihmalkâr her tutumdan mesulüz.
Fiilî
gayretlerimiz kadar kalbî, zikrî ve fikrî olarak da ihtimam göstermeli, “her
şeye Kadir olan” Âlemlerin Rabbi Allah’tan yardım dilemeliyiz!
***
Ne
vakit ferdî yahut millî bir kederle yüzleşsem, ilkin “Üzerime düşen nedir?” sorusunu sorarım. Aklî tedbirlerin güç
yetiremeyeceği durumlarda duâya dururum. Kalbî bir itminan ile “Rabbim, ‘Zorluk kadar kolaylık verildi’
diyensin, inandım!” derim. Sonra, “Ancak
cüz’î aklım zorluğu görüyor da, kolaylığı görmekte zorlanıyor! Bana/bize
vadettiğin kolaylığı görmeyi nasip buyur!” diyerek göremediğim,
fehmedemediğim, kolaylığı görmeye tâlib olurum.
İşte
o zaman derde değil devâya, hastalığa değil şifâya, zorluğa değil kolaylığa,
darlığa değil bolluğa açılır hep kapılarım. O kapılardan geçip görünmez,
ölçülmez, tartılmaz servetimle tuğla taşır, ruhum için bir saray inşâ ederim.
Rabbimiz
bizleri hâddimizi aşmaktan, kaderimizi cehâletimizle etkilemekten,
sevdiklerimizin vebâline girmekten, bize bahşedilen sağlık gibi ehemmiyetli
nimete şükürsüzlükten, Devletimizin gayretlerine, sağlık çalışanlarının büyük
emeklerine nankörlük etmekten muhafaza buyursun! (Âmin.)
Birbirimizi koruyarak bu salgından en az hasarla çıkalım ki “güçlü Türkiye’nin müreffeh milleti” olmanın tadını birlikte ve sağlıklı günlerde çıkarabilelim!