Z’nin keskin virajlarında bir nesil yitimi

Bu ülkenin gençleri, makalemizde misâllenen bir “dil hazinesi”nden topyekûn mahrum kalmışsa, bunun sorumlusu sadece Cumhuriyet’in “modernleşme projesi” ve bunun uygulayıcısı da eğitim vesayetçileri değildi elbette. Devasa bir “Müslüman” kitlenin bu ülkedeki azim çekingenliği, mânâsız sessizliği, kültür üretemez edilgenliği ve meskeneti de bu yıkımın başat sebepleridir!

GÜNDEMDEKİ yeni ezber, “Z kuşağı”... Sosyal medya işportacılarının tezgâhında da en hızlı giden ürün “Z kuşağı”…

Çığırtkan bir bayağılıkla bu kuşağa birtakım “misyonlar” yükleyen, kendi neslinin ve yandaşının bütün kifayetsizliklerini bu kuşak üzerinden telâfi etmeye yeltenen yetişkin (!) çevrelere bakılırsa, Tevfik Fikret’in “Haluk”a, Nazım Hikmet’in “Memet”e yüklediği “uğursuz karanlıktaki şu milleti aydınlık geleceklere taşıyacak ideal nesil” görevi, Z kuşağına devredilmiş görünüyor!

Dijital dünyanın ukalâsı Wikipedia’ya göre, bu adlandırmanın kısa hikâyesi şöyle: “2012 yılında, USA Today, online plâtformunda okuyucuların Milenyallerden sonraki gelecek neslin adını seçmeleri için bir yarışma düzenledi. ‘Z Kuşağı’ adı önerildi... Araştırmacılar ve popüler medya genellikle 1990’ların sonlarını başlangıç doğum yılları ve 2010’ların başlarını Z kuşağının bitiş doğum yılları olarak gösteriyor...” (Wikipedia)

Bu söylemi dilinden düşürmeyenler, aslında tekçi bir kültür dayatmasıyla seri üretim hâlindeki bir nesil peşindeler. Gençlerimizin hatırı sayılır bir oranda bu abartılı tekrardan ve sosyal/ulusal medya bezirgânlarından etkilenmeleri ise can sıkıcı bir gerçek.

“Z kuşağı” trollerinin sepetine giren mebzul miktardaki gencimize dikkat! Geleceğimiz adına kaygı verici bir “kayıp/ziyan nesil” tehlikesiyle yüzleşme zamanı! FETÖ ifsadı ile kaybettiğimiz bir neslin ardından, bu milletin, bir tek gencini bile heba etmeye tahammülü kalmamıştır!

Hiç şüphesiz, popüler kültür kaynaklarının bulanık ve sağlıksız ortamlarından uzak kalabilmiş yahut bu sürecin yıkımına karşı bağışıklık kazanmış gençlerimiz var. Onların en büyük şansı, kültürel kimliğinde “millî” ve İslâmî desenleri canlı tutabilmiş aileleri. Bu kimliği “eğitim vesayeti”nin dışında kalmış öğretmen ve akademisyenlerle destekleyenler de cabası... Peki, mevcut iktidarın bu niteliği nicelikle taçlandırma çabasının ürünü sayılabilecek uygulamaları yani liselerdeki seçmeli ders açılımı ve sayıca çoğaltılan imam-hatip okulları derde deva olabilecek mi?

İyi niyetli bu uygulamaların sosyal ve kültürel hayatımızdaki yansımalarını süreç içinde yaşayıp göreceğiz inşâllah. Sömürge eğitimi sisteminin formatladığı seküler kafalı ve tabiî olarak imam-hatip okulları karşıtı öğretmenlerden İHL’lerde nasıl bir misyon ve vizyon beklenebilir? Bu öğretmenlerin İHL’lerde “Âsım’ın nesli”ni yetiştirme motivasyonuyla derse girmeyecekleri aşikâr. Geçmişte benzer süreçler yaşanmış ve eğitimde yapılan taktik hatalar bu millete tarihte acı ve pahalı tecrübeler kazandırmıştı.

Osmanlı Devleti, modernleşme döneminde açtığı okullarda Avrupa’dan getirilen yahut Batı’ya angaje öğretmenler marifetiyle zihni ve imanı çalınan öğrencilerin katı muhalefetiyle karşılaştı. Yeni Osmanlılardan Jön Türklere, oradan İttihat-Terakki’nin “Batıcı” kadrolarına kadar, eğitimli Osmanlı gençleri, Avrupaî okullarda formatlanmış kuşaklardı. Bu tersine devşirmecilik, Devlet-i Âliye’nin sonunu getiren güçlü etkenlerden biri oldu.

Bu bağlamda imam-hatip okulları ile ilgili asıl sorun, öğretmen kadrosunun bir bölümünün devşirilmiş bir zihniyetle malûl olması. Z kuşağının keskin virajlarında şarampole savrulmamış, kendini “başka kültürlerin” tarifine izin vermeyecek kadar “yerli” kılmayı başarabilmiş, alfabede bir harfe indirgenmeyi haysiyetine sığdıramayan ve “gâvurların ölçütleri” ile kategorize edilmeyi yüce idealleriyle bağdaştıramayan gençlere selâm olsun!

Ancak bu yazının temel konusu, “Z kuşağı dolmuşu”na bindirilen bazı gençlerimiz olacak. Dolayısıyla aşağıda okuyacaklarınız, bütün gençlerimizi kapsayıcı bir iddia ve nitelik taşımamaktadır. Burada yazılanlar, egoları hayli gürbüz, ruhları modern/post-modern parmaklıkların ardında tutsak gençlerle ilgilidir...

Kendimizi sorgulama zamanı geldi!

Bu çocuklar nereden beslenir, nasıl bir zihinsel yolculukları var, hayâlleri ve idealleri nedir, dikkatle takip edilmeli!

Ebeveyni daha iyi bir geçim, daha iyi bir ev/araba için hayat gailesiyle boğuşurken çoğu kendi hâline bırakılan bu çocuklar, maalesef kendi hâllerinde bırakılmıyorlar. Batı uygarlığının teknolojisi demode olan araçları ve alanları üçüncü dünya ülkelerine bırakılırken, alternatif olarak ürettikleri daha yüksek erişilemez teknolojik birikimlerine güvendiği ortada. Benzer bir tutumu medya ve iletişim araçları ile yöntemlerinde de uygulayan bir küresel sistem var karşımızda.

Gazetecilikle başlayan medya serüveninde son gelinen kertede yeni nesillerin endüstriyel bir ürün gibi işlenip rafine hâle getirilmesi için artık gazete ve televizyonlar eski görev ve etkinliklerini yitirdiler. Hattâ bu sahalarda muhafazakâr ve milliyetçi bir söyleme alan açmak iddiasında gazetelerimiz (!) ve TV kanallarımız (!) bile var. Oysa gençler bu eskiyen medya araçlarını terk edip çoktan dijital/sosyal medyaya geçtiler bile. Ve biz, ülke olarak “treni kaçırmış” durumdayız yine. İşte bu gençleri yargılamadan önce, onları hangi mânâlardan yana fakir bıraktığımızı sorgulama zamanı!

“Z kuşağı” namlı gençlik, “Diriliş Ertuğrul” ya da “Kuruluş Osmanlı” dizileri yerine, her birinde üçüncü kuşak feminizm, LGBT ve cinsiyet eşitlikçi ideolojilerin ustalıklı pazarlamasının yapıldığı Netflix ve benzeri dijital mecraları takip ediyor. Ulusal medyada da haberleştirilen şu araştırmanın sonuçlarını önemsemeliyiz:

“Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Gazetecilik Anabilim Dalı, bilişim dalında yüksek lisans tezi kapsamında ve Üsküdar Üniversitesi ortaklığında Şaban Özdemir tarafından yapılan araştırma, Z kuşağının radyo, gazete ve televizyondan daha çok akıllı telefon ve bilgisayar teknolojilerine vakit ayırdığını gösterdi.

Yrd. Doç. Dr. Şevki Işıklı danışmanlığında gerçekleştirilen ‘Kuşaklar Teorisine Göre Türkiye’deki Gençlerin Medya Kullanım Alışkanlıkları ve İstanbul Örneği’ isimli çalışmaya göre, Z kuşağı günde ortalama 4 saat 15 dakika telefonda vakit geçiriyor. Her gün gazete okuyanların oranı X kuşağında yüzde 63, Y kuşağında yüzde 35, Z kuşağında ise yüzde 9…” (T24.com.tr)

Bu gençlerin inanılmaz bir özgüvenleri var. Derinlikli bir bakış ve bu özgüvenin arkasında yabancı kültürleri tanımanın avantajının yanı sıra önyargı, yarım bilgi ve kutsanan cehaletin de arsızca üzerlerinde sırıttığını görecektir. Düşünceden algıya, oradan davranışa giden yolda “dil yeterliliğinin” etkinliği ise tartışılmaz elbette; Z kuşağı, onları anlamak ve affetmenin bir gerekçesi olarak da sayabileceğimiz “dilden fukara, idrakten yaralı” bir nesil!

Hemen hemen hiçbirinin kelime dağarcığında “vefa, sabır, azim, takva, sehavet, fazilet, rikkat, vicdan, muhabbet, yârenlik, hikmet, ilm, hilm, marifet, irfan, ihsan, iktisat, vera, muhakeme, hakkaniyet, fıtrat, adalet, idrak, sadakat ve minnet” yok! Bu kelimelerin, yaşantılarında bir karşılığı da yok elbette.

Oysa asırlar boyu dünyaya hâkim olan ecdadın kimlik kodları, günümüz yeni nesillerinin asla nasiplenemediği bu kavramlarda özleşmiş, nice ulvî mânâ bu kelimelerde sese dönüşmüştü. Bu ülkenin gençleri, yukarıda misâllenen bir “dil hazinesi”nden topyekûn mahrum kalmışsa, bunun sorumlusu sadece Cumhuriyet’in “modernleşme projesi” ve bunun uygulayıcısı da eğitim vesayetçileri değildi elbette. Devasa bir “Müslüman” kitlenin bu ülkedeki azim çekingenliği, mânâsız sessizliği, kültür üretemez edilgenliği ve meskeneti de bu yıkımın başat sebepleridir!

Müslüman halkımız, kültürel bir soykırıma uğrayan nesillerin yediği vurgunun duyarsız seyircisi olmakla sorumludur. Medeniyetimizin âdeta temel malzemesi olan dilden, Müslüman kimliğini inşâ edici bu kavramlardan hem lügat, hem anlamca nasipsiz gençlerle kuşatıcı ve yeniden kurucu bir neslin imarı hayâldir!


Bu çocukların terbiyesi, tutum ve davranışları ile düşünce kaynağının büyük ölçüde aile olmadığı, artık tartışılmaz hakikat. Peki, nereden gıdalanıyor kalpleri ve zihinleri?

Sosyal medyanın öncülük ettiği, sınırları sürekli değişen ve akışkan bir “ideolojisi” var gençlerin. 21’inci yüzyılın başında, modern çağın bitişi, siyasal ideolojilerin sağlıklı düşünen herkesçe fark edilen kofluğu, asırlık küresel anlaşma, kurum, ekonomik ve jeopolitik tutumların/kuralların berhava olduğu yeni bir dünyanın sancılı kuruluş dönemine rastgelen gençlikleriyle bu nesil, kaçınılmaz olarak gelecekle ilgili yüksek kaygı içinde. Bu kaygı, umutsuzluğu da besliyor tabiî olarak. Umutsuzluk ise mutsuzluğu…

Sanal dünya ile kurdukları uzun süreli bağ, gerçeklikle ilişkilerini de hasarlı hâle getirmiş durumda. Bu neslin toplumsal çevresinde tebliğ edilen ve okuldaki seküler öğretmen marifetiyle pekiştirilen “hazza düşkünlük”, bu ideolojinin en baskın rengi. Orhan Veli’nin, “Düşünme, arzu et sade;/ Bak, böcekler de öyle yapıyor!” dizeleriyle özetlenebilecek kıvamdalar artık. Dahası, millî bünyeden âdeta koparılan bu çocukların hakikatle ilişkilerini sıfırlayan lâikçi öğretmenin ve akıldaneleri sosyal medyanın daha yıkıcı siyasal hedefleri de var.

Meselâ, onlara ezberletilen “Türkiye’de özgürlükler kısıtlı… Ekonomi batmış durumda… Hükûmet adlı dikta yıkılmadan kurtulamayız... 2023 seçimlerinde bunların intikamı (neyin intikamı o da bilmiyor) alınacak” sloganlarının yanında, onlara “yıkılmak ve bitmek üzere olan Türkiye’yi ABD/AB konsorsiyumuyla işbirliği yapan siyasal partilerin kurtarabileceği”, gerçek yurtsever ve kurtarıcıların dünya ile kavga edenler (!) değil, küresel güçlerle ve Batı uygarlığıyla entegrasyona söz verenler olduğu zerk ediliyor.

Türkiye’de “her şey”in çok kötü gittiğine inandırılan bu kitle, hiçbir siyasal deneyime sahip olmadığı için, “Bu kötü gidişat nasıl iyiye çevrilecek? Alternatif çözüm önerileriniz nedir? Ülke sorunlarının üstesinden gelmek için hangi projeleriniz var?” sorularının hiçbirini, o algılarını yöneten muhataplarına sormayı akıllarından bile geçirmiyorlar.

Bu çocuklar üzerinde kurgulanan “politik karşıtlık ve iktidar düşmanlığı”nın çok kirli bir yalan ve iletişim hokkabazlığıyla süreç içinde “İslâm düşmanlığı”na dönüştürülme niyetinden bile söz edilebilir.

Sürekli beslenen Hedonist egolarının diktası altında ezilen akletme, idrak melekeleri güdükleşmiş, en basit zihinsel süreçler olan analiz ve sentez yapabilme kabiliyetleri de dumura uğratılmış. Esaretine gönüllü girdikleri sanal dünyanın önlerine koyduğu her şeyi olmasa da nefsi okşayan ve beğenisi yüksek rakımlı her yalanı aynı gönüllülük esasıyla yutuyorlar. Velev ki bu yalanların doğrusu ifşa olsun, kolay kolay nefislerini okşayan ve inandıklarına uygun gelen hiçbir yalanı terk etmiyorlar. Hakikati kekre tadı ve yavanlığıyla pek sevimsiz buluyorlar.

Z’nin gündemi niçin sürekli dolu tutuluyor?

Beş duyularıyla sınırladıkları daracık maddî evrenlerinde her yalana teşne, her yanlışa meyilli yeni neslin aradığı şey, büyük oranda “doğrular değil, avuntular” ne yazık ki!

Kültür ve sanatın her türünün Müslümanlardan ve “Müslümanca tasavvurlardan” arındırıldığı hegemonik bir iktidar hiyerarşisi kurulmuş. Bu kurguda gençlerin bir an durup düşünmelerine bile fırsat verilmiyor. Süreklilik arz eden mesaj, müzik, video, moda, reklâm, tüketim, konformizm ve popüler kültür sağanağında sırılsıklam hâldeler. Tefekkür ve dinginlik güneşinde ısınmalarını engelleyen bir sistem, milyonlarca oyalayıcı ürün, data ve moda; düşünememenin koyu gölgesini üzerlerinden eksik etmiyor.

Çok kolay sıkılan, dikkatleri bir Youtube veya Tiktok videosu kadar kısa süren bu çocuklara dikkat! Beklentileri büyük ölçüde maddî… Seküler bir hayat algıları var. “Vatanım rû-yı zemin/ Milletim nev’i beşer” diyen Tevfik Fikret’in dizelerini güncelleyip dünya görüşü kılmışlar kendilerine. Öyle ki, dil, din, ırk ayrımı yapmamakla birlikte, bu engin hoşgörü ve sınırsız sevgi yelpazelerine eşcinselleri de alabilecek, LGBT’yi “kişisel özgürlükler” parantezinde görebilecek kadar mezhebi geniş bir kitle var karşımızda.

“Rahat, konforlu, dört bir yanı zevklerle döşeli bir yaşam” kurma peşindeler. “Olguları tanımlayanlar algıları yönetirler” hükmünce, bu gençlerin algıları tek merkezden eğilip bükülebiliyor. Twitter tagları, Instagram hikâyeleri, Whatsapp zincir mesajları ve Youtube fenomenleri ise en esaslı bilgi kaynakları. İçlerinde kitap okuyanlar, nesli tükenme riski taşıyan canlılar kadar nadir. Bir akademik kariyer düşleyen yahut bilimden ve ilimden nasip almayı hedefleyenlerin tek adresi yurt dışı. Gençlerin çoğu, ait olduğu sosyoekonomik katmandan bir üst sosyal katmana yükselmeyi en yakın amaç bellemiş. Hemen hemen hiçbiri, daha alt katmandaki yaşıtlarına bakmıyor; onlara acıma ve tiksinme duyguları besliyor. Haset ve gıpta ile karışık duygularla gözlerini daha üst sosyoekonomik katmandan ayırmıyorlar.

Markalar ve imajlar, “yeni kutsalları”. İdoller, fenomenler ve influecerler, “yeni mürşidleri”. Suriyeliler, çöp ayrıştırıcılar, zayıflar, engelliler ve yaşlılar, “yeni eğlence kaynakları”. Kediler, transbireyler, lezbiyenler, kadınlar ve köpekler, “tabuları”… Tabuları aleyhinde fikir beyanı, onların gözünde “homofobik, kadın düşmanı, tutucu, özgürlük karşıtı” gibi biri olarak görülmeniz için yeterli.

Bir de yetişkinlerin bil(e)mediği Türkçe/İngilizce hybrid bir dil geliştirmişler. Dijital teknolojiyi maharetle kullanarak anne-baba ve sair büyüklerini “yaya” bırakabiliyorlar.

Hülâsa

Bu tespitleri bir şikâyet değil, hikâyet bâbında sıraladığımızı belirtelim. Bu çocukların bizzat kendi cümleleri üzerinden birkaç örnekleme bile, yeni neslin düş(ürül)müş olduğu pek hazin tükenmişliği somutlaştırabilecek nitelikte:

“Bizim inandığımız şekilde Allah’a inanmıyorlar diye Avrupalılara gâvur mu diyeceğiz yan?”

“Anladığım kadarıyla siz LGBT’yi desteklemiyorsunuz, niçin peki? Onlar da özgürlüğü hak etmiyorlar mı?”

“Türkiye, bence çocuk tecavüzlerinde dünya birincisi; çünkü 18 yaş altı çocuk evlilikleri birer çocuk tacizi ve bunlar kayıtlara çocuk tacizi olarak geçmiyor. Avrupa bu konuda bizden daha ahlâklı ve ileride!”

“Şimdi bizim ordunun Suriye topraklarına girmesi doğru mu yani? Onlar bizim sınırlarımızı geçse ne derdik? Hele bir de Afrin’de, El-Bab’da Türk bayrağı dikiyorlar. Yabancı bir ülkede Türk bayrağı dikmek de ne oluyor!”

“Bu ülkede kadınlara pozitif ayrımcılık zorunlu ve bu kadınların hakkı. Çünkü yüzyıllardır din ve gelenek kurallarıyla ezilen ve aşağılanan kadın, erkekle eşitliği sağlayıncaya kadar, ona ayrıcalıklı davranmak erkeklerin görevi...”

“Kadınların her gün saldırıya, tacize uğradığı bu ülkede yaşanmaz. Erkek egemen bakış tümden değiştirilmedikçe, kadınlar için Türkiye bir cehennem!”

Hele şu ezber, dillere pelesenk artık: “Türkler Araplarla karşılaşmadan önce kadınlarına çok değer veren bir milletmiş. Sonra Arap kültürünün etkisiyle kadınlarını Cumhuriyet’in ilânına kadar aşağılamış ve ezmişler. Türk kadınına özgürlüğünü ve kimliğini Cumhuriyet vermiş…”

Bu ezberdeki “Arap” sözcüğünü “İslâm” ile değiştirince ağızdaki bakla çıkıyor ortaya. Birde şu söz, en yaygın mottoları: “Parasız hiçbir şey olmaz. Para her şeydir!”

Her biri Oscarlık cehalet ve önyargıyı ezberle harmanlamış bu yaveler manzumesi, bazı çocuklarımızın içine düşürüldüğü yalanlar, manipülasyonlar ve algı çarpıtmalarıyla onları kimliksizleştirme çabalarının kısmen başarıya ulaştığını gösteriyor. Ve biz, bu filmin izleyicisi konumunda, rahat koltuğumuzda sağdan sola doğru kaykılmanın dışında bir eylem biçimi geliştiremezsek, bu filmin sonunda çok üzüleceğiz!