Z Kuşağı ve geleceğin inşâsında fıtrî güvence

İnsanın fıtratı, cevherî yani değişmeyen yanıdır ve her çocukta aynıdır. Çevreden ya da tarihten aldıkları ise arızî yanıdır yani zamana ve zemine göre değişen yanıdır. Cevher sabit kalır ama araz değişir. Arazları asıl zannetmek büyük bir yanılgıdır. Bugün kuşak edebiyatı yapanların büyük bir kısmı, arazları cevher zannediyorlar. Bu yüzden de büyük bir problemmiş gibi vaveylâyı koparıyorlar.

“FITRATI ile doğmayan hiçbir çocuk yoktur. Anası babası onu sonradan ya Yahudileştirir ya Hıristiyanlaştırır ya da Mecûsileştirir. Nitekim hayvanlar da uzuvları tam olarak doğar. Hiç eksik doğan bir hayvan gördünüz mü?” (Hazreti Muhammed, Buhari, Cenaiz 79)

“İnsan, tarih ile beraber değişir, kendini geliştirir, kendini dönüştürür; tarihin bir ürünüdür, kendi tarihini kendi yaptığı için, kendisi kendisinin ürünüdür.” (Karl Marx, Felsefenin Sefaleti, Competition and Monopoly)

Günümüzde bir kuşak isimlendirmesi aldı başını gidiyor. “X kuşağı”, “Y kuşağı”, “Z kuşağı”… En son “I (i) kuşağı” söylencesidir, her yeri işgal etmiş durumda. Başta öğretmenler olmak üzere herkes kendince şimdiki neslin çok değişik olduğunu, kendi zamanlarına benzemediğini söyleyip duruyorlar.

30 sene aradan sonra öğretmenliğe geri döndüğümde, bütün öğretmenler ağız birliği etmişçesine şimdiki neslin çok farklı olduğunu söyleyip duruyor ve beni uyarıyorlardı: “Aman ha! Hocam, dikkat edin. Artık karşınızda o eski öğrenciler yok.” Yani herkes bu filanca nesil, feşmekânca nesil söylencesine bayağı inanmış. Hâlbuki benim gözlemlerim, yukarıdaki hadîsi doğrular nitelikteydi. İlerleyen kısımlarda bunu misâlleri ile anlatmaya çalışacağım…


Bir bardak çay ikramı

Önce, benden on ilâ on beş yaş daha küçük olan öğretmenlerden bir misâl vereyim.

Okula yeni başladığımda, öğretmenler odasında bir çay ocağı vardı ve teneffüs olduğunda herkes kalkar, kendi çayını alır, başkasına teklif etmeden bir sandalyeye oturur, afiyetle içerdi. Hattâ ocak önünde küçük bir sıra oluşurdu. Kimsenin kimseye çay teklif etmemesi benim tuhafıma gitmişti ve kültürüme tersti. Çünkü bize göre bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı vardı.

Ben daha ilk günden, peşim sıra gelen hocaya çay ikram etmeye başladım. Önce, “Aman hocam, olur mu öyle şey? Ben alırım, siz zahmet etmeyin” diyorlardı. Ben de onlara, “Ne zahmeti hocam, size bir bardak çay ikram ederek beş kuruşluk sevap kazanacağım, engel olmayın lütfen” diye çay ikram etmeyi birkaç gün sürdürdüm. Sonra ne mi oldu? Ben daha odaya girer girmez, öğretmenlerden herhangi biri, “Siz oturun hocam, ben size bir bardak çay vereyim” diye çay ikram etmeye başladılar. Çünkü aralarındaki en yaşlı kişi bendim.

Bir de belediye başkan yardımcılığından gelmiş olmamın bir ağırlığı vardı onlara göre. “Demek ki insan, aynı insanmış, değişen kabukmuş, biraz kazıdığınızda yine ‘fıtrat’ ortaya çıkıyormuş” diye kendi kendime sevindim.

Yine bir gün, bir öğretmen arkadaş, bir öğrencinin elindeki tespihi alamadığını anlatıyor ve arkasından, “Aman ha hocam!” diye uyarıyordu. Ona dedim ki, “Olur mu öyle şey? Benim dersimde bir öğrenci tespih sallayacak, ben de onun elinden alamayacağım?”.  

Zekâ parıltısı

Derken, derslerden birinde bir öğrenci yaramazlık yapıp durmaya başladı. Bir iki uyardım, baktım olmayacak, dersi yarıda kesip, “Sen biraz dışarı gelsene” diye öğrenciyi sınıftan dışarı çıkardım. Koridorun köşesine götürdüm ve sırtını duvara yasladıktan sonra, “Evlâdım, neden rahat durmuyorsun?” diye sert bir üslûp ile çıkıştım. Ve tabiî gözlerinin içine onu devirecekmiş gibi bakarak… Çocuk hık mık, kem küm etmeye başladı. Olacak zaten buydu. Çünkü öğrenciyi arkadaşlarının yanından uzaklaştırıp tek başına bıraktığınızda ayakları yere basacak, kabadayılık yapmasına imkân kalmayacaktı. Bunun üzerine elimi omzuna koyup, “Bak yavrum, sen zeki bir çocuksun, ama farkında değilsin. Çünkü yaramazlık zekâ gerektirir. Yaramazlık yaptığına göre bir zekâ parıltısı taşıyorsun demektir. Gel, sen bu zekânı ona buna takılmak ile harcama, daha iyi işlerde kullan” diye nasihat ettim.

Çocuk bir öğretmen karşısında olduğunu anlamıştı. Ona, “Şimdi içeri gireceğiz ve arkadaşlarının önünde benden özür dileyeceksin” dedikten sonra sınıfa girdik. Çocuk söylenen şeyi yaptı, sınıfın huzurunda benden özür diledi. Ben de kendisine okuması için çantamda bulunan bir kitabı çıkarıp sınıfın huzurunda hediye ettim. Bundan sonra o çocuk benim derslerimde bir daha dersin huzurunu hiç bozmadı. Mezun olduktan bir sene sonra okula gelmiş, beni öğretmenler odasında bekliyordu. Ben de hoş beşten sonra kendisine bir çay ikram ettim. Üniversite kazanmış, birinci sınıfı bitirmiş. Epey sohbet ettik. Çıkıp giderken bana dedi ki, “Hocam, ben bu okulda sekiz sene okudum. İnanın, sizden başka kimse beni adam yerine koymadı. Elini omzuma koyup bana nasihat eden tek adam sizdiniz. Bu yüzden sizi ziyarete geldim” dedi.

Anlaşılan o ki, insan, aynı insan! Eğer ilgilenirsen özünü hatırlıyor, ilgilenmezsen çevrede yaygın olanı yapıyor.

Benim bildiğim ve gördüğüm, elli yıldır çocuklar hep oyun oynuyor. O hâlde “Z kuşağı”, “M kuşağı” biraz fantastik bir söylenceden ibaret!

Muhatap almak

1986 Şubat’ında, Alanya İmam-Hatip Lisesi’nde başladığım öğretmenlik günlerinde de bir ay içinde onlarca öğrenci etrafımda toplanmıştı. Yöntem, aynı yöntemdi: “Çocuğu adam yerine koymak”…

Şimdi bu yeni kuşak için deniyor ki, “Bilgisayarın ya da telefonun başından kalkmıyor, asosyal”…

Benim evimin olduğu yerde bir çocuk oyun alanı var. Belediyenin yaptığı, ücretsiz bir halı saha… (Bu arada, mahalle aralarına halı saha yapılmasında fikrî bir katkımın olduğunu da belirteyim.)

Bu halı saha, yaz geldi mi gün boyu çoluk çocuk ile dolar taşar. Sanki o halı sahanın etrafındaki evlerin çocukları hiç evde durmuyor, hepsi sahada ya oynuyor ya da oynayanları seyrediyor. Burası tıpkı benim elli sene önceki çocukluğumun mahalle sahası gibi iş görüyor. Anlıyorum ki, çocuk, aynı çocuk!

Peki, bu adamlar yukarıda söylediğim şeyleri nereden çıkarıyor, herhâlde uydurmuyorlar ya? Evet, uydurmuyorlar! Her tarafın apartman ve yoldan ibaret olduğu yerlerde çocuklar oynayacak bir alanları olmadığı için evden dışarı çıkamıyorlar. Benim çocuklarımın da çocukluğu maalesef bir apartmanın üçüncü katındaki bir dairede hapis olarak geçti. Evde kalan çocuk ne yapabilir? Evde top oynayacak hâli yok ya! Ya televizyon seyrediyor, ya bilgisayarda oyun oynuyor ya da telefonda vakit geçiriyor. İmkân verin, oynayacakları bir alan gösterin, bakalım yaz gelince o çocukları evde tutabiliyor musunuz? Tutamazsınız! Çünkü oynamak, çocukların fıtratında var.

Ben seksen dört hâneli bir sitede oturuyorum. Sitenin bahçesindeki oyun alanında sabahtan akşama kadar 25-30 çocuk sürekli oyun oynuyor, bisiklete biniyor, top oynuyor, salıncakta sallanıyor vesaire. Peki, elli sene önce biz ne yapıyorduk? Biz de aynısını yapıyorduk. Ben mahallenin futbol takımı olan “Karabela”nın kalecisiydim. Dönemin oyunu olan saklambaç, gazoz kapağı, manat, enek, seksek, güvercin taklası, bindir bin oynardık. Kış gelince kızak kayar, yazın dört tekerli arabalar yapar, ona binerdik. Ayrıca ırmağa çimmeye giderdik. Şimdiki çocuklar ne yapıyor? Benzerlerini yapıyorlar elbette; bisiklete biniyorlar, akülü arabaya biniyorlar.

Biz zamanında bisiklete ancak kiralayarak binebilirdik. Siz apartman aralarına yüzme havuzları yapın bakalım, çocuklar yaz gelince evde bilgisayar mı oynamaya devam edecek, yoksa yüzmeye mi gidecekler? Kalıbımı basarım ki yüzmeye gidecekler! Benim bildiğim ve gördüğüm, elli yıldır çocuklar hep oyun oynuyor. O hâlde “Z kuşağı”, “M kuşağı” biraz fantastik bir söylenceden ibaret!


Fıtratı gün yüzüne çıkarmak

Bir gün, birkaç arkadaş bir lokantada yemek yiyorduk, yan masaya iki çocuklu bir karı koca geldi. Masaya oturur oturmaz anne ile kızı, ellerinde telefon, ikide bir kendi resimlerini çekiyorlar ve kıkır kıkır gülüşüyorlar. Babaları ise hiç oralı olmuyor. Sonra birden erkek çocuk (muhtemelen ortaokul bir ya da ikinci sınıfa gidiyor), biraz yüksek bir sesle anasını ve kız kardeşini azarlayarak, “Biraz edepli olun! El âlemin içinde ne gülüşüyorsunuz?” diye çıkıştı.

Anlaşılan henüz fıtratı bozulmamış çocuk, anasının ve kız kardeşinin toplum içindeki davranışından rahatsız olmuş. Lâkin zamanın baskın kültürünü özümsemiş babadan tıs yoktu…

Bir gün, sitenin bahçesinde beklerken komşu bir kadın, küçük kızı ve muhtemelen ilkokula yeni başlamış oğlu ile önümden geçiyorlardı. Aralarında şöyle konuşuyorlardı: Çocuk anasına, “Bu kızı neden bu kadar açık saçık giydiriyorsun, günah değil mi?” derken, anası ise, “Oğlum, o daha çocuk, böyle giyinmesinin bir mahsuru yok” diye cevap verdi. “Peki, sen neden kolları açık gömlek ve kısa etek giyiyorsun, bu ayıp değil mi?” diye sorunca, anasının cevabı, “Bu benim tercihim” oldu.

Bu misâlde de görüldüğü gibi, “fıtrat” çocuklarda aynı, büyüklerde ise kültür, çevrenin etkisi ile çeşit çeşit. Yani fıtratın üzeri başka bir şey ile kaplanmış; bu yüzden fıtrat gün yüzüne çıkamıyor.

Bu kadar müşahhas misâlden sonra biraz da işin nazarî yanı ile ilgili birkaç kelâm edelim…

Hazreti Muhammed (sav), en başa taşıdığımız sözünde, insanın birtakım özellikler ile doğduğunu ifade etmek üzere “fıtrat” kelimesini kullanıyor. Fıtrat, Arapça “fatara”, “Bazı özellikler ile yarattı” anlamına gelen fiilin mastarıdır. “Fıtrat” kelimesi aynı zamanda “bir türün özelliklerini” de ifade etmektedir. Bu kelimeyi insan için kullandığınızda, insanın Hazreti Âdem’den (as) bu yana değişmeden, nesilden nesle aktarılageldiği anlaşılır. Bugün biz buna “genetik” diyoruz.

Karl Marx da benzer bir şeyden bahsediyor ve “insanın bir özü” bulunduğunu söylüyor. Bunu “gattungswesen” kavramı ile ifade ediyor. Yani o da insanın değişmeyen bir yanından bahsediyor. Bugün biz de insanın değişmeyen bir yanının bulunduğunu basit gözlemler ile tespit edebiliriz.

Siz apartman aralarına yüzme havuzları yapın bakalım, çocuklar yaz gelince evde bilgisayar mı oynamaya devam edecek, yoksa yüzmeye mi gidecekler? Kalıbımı basarım ki yüzmeye gidecekler! 

Hazreti Peygamber, ana babanın çocuğun fıtratına ilâveler yaparak onu Yahudi, Hıristiyan, Mecûsi yahut sair kimse yaptıklarını söylüyor. Marx da benzer bir şey söyleyerek, insanın (çocuğun) içinde bulunduğu tarihî şartlar ile değiştiğini ve kendi kendini inşâ ettiğini söylüyor. Neden benzer bir şey söylüyor dersiniz? Aklın yolu birdir de ondan!

Evet, insan doğuştan getirdiği fıtratına ilâveten, başta ana babası olmak üzere çevresinin tesirinde kalarak bir kişilik ve kimlik inşâ eder. Benzer şartlarda yaşayan çocuklar benzer kimlik ve kişilik geliştirirler ki biz buna “nesil” diyoruz. Her neslin içinde bulunduğu şartlar aynı olmadığı için, oluşan dokular da zamandan zamana, mekândan mekana değişiklik arz ediyor. Ama bir yanımız var ki, hiç değişmiyor ve biz bilinçli bir çaba ile bu yanımızı gün yüzüne çıkarabiliriz.

Bugün yaşayan insanların kolayca anlayabileceği “fabrika ayarları” benzetmesi ile her an fıtrata yeniden dönülebileceğini söyleyebiliriz. Zaten insana peygamber gönderilmesinin sebebi ve hikmeti de budur. Eğer kazanılmış kültürlerden dönülemeyecek olsaydı, Allah’ın peygamberler göndermesinin bir anlamı olmazdı.

Bilindiği üzere bilgisayar ve benzer özelliklere sahip olan telefonlar, “fabrika ayarları” ile piyasaya sürülürler. Kullanıcı ise daha sonra buna ilâve programlar ve özellikler yükleyebilir ya da fabrika ayarlarından birini işletim dışı bırakabilir. Bu misâl, bize çocuğun doğuştan bazı özellikler ile geldiğini, daha sonra da ona çevrenin bazı şeyler ilâve ettiğini kolayca anlaşılır kılar. Bizim ona yüklediğimiz ilâve özellikler yüzünden bilgisayar veya telefon nasıl zamanla verimli çalışamaz hâle gelirse, çocuklar da onlara yüklediklerimiz yüzünden aslî özelliklerini kullanamaz hâle gelebilirler. Bu durumda biz ne yaparız? Fabrika ayarlarına yeniden döneriz!

İnsan mef’ul değil, fail bir varlıktır. Yani sadece edilgen değildir, aynı zamanda etkendir. Doğuştan getirdiği bazı özellikleri vardır. Bu özellikler onun hareket ettirici yanını oluşturur. Sonra çevresinde olanlardan etkilenir. Ama onları olduğu gibi kabullenmez, kendince dönüştürür. Yani bir sentez ortaya çıkarır. Burada Marx’tan bir kez daha istifade ederek tez, antitez ve sentez diyalektiğini kullanarak nesiller arası farklılıkları izah edebiliriz. Ama bu farklılıklar mutlak ve zorunlu değildir. Aslolan, insanın değişmeyen yanıdır ki buna “fıtrat” dediğimizi yukarıda söylemiştik.

Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz: İnsanın fıtratı, cevherî yani değişmeyen yanıdır ve her çocukta aynıdır. Çevreden ya da tarihten aldıkları ise arızî yanıdır yani zamana ve zemine göre değişen yanıdır. Cevher sabit kalır ama araz değişir. Arazları asıl zannetmek büyük bir yanılgıdır. Bugün kuşak edebiyatı yapanların büyük bir kısmı, arazları cevher zannediyorlar. Bu yüzden de büyük bir problemmiş gibi vaveylâyı koparıyorlar.

Gürültü patırtıya gerek yoktur. İnsanın aslolan yanı, İslâm’ın fıtrat dediği cevherî kısmıdır ki onu her zaman kurtaracak, sapmalardan ve kötülüklerden koruyacak olan yanı da odur. Bir arkadaşımın dediği gibi, “Allah insana güveniyor, biraz da siz güvenin”.