Z kuşağı surları

Saygı ve mesafe kavramını birbirinin yerine kullanmayı abarttığımız zaman anlamsız bir uzaklık yaşanıyor aramızda. Mesafeyi yakın tutup saygılı olabiliriz oysa. O zaman uzak diyarlardan, zorlu yollardan topla tüfekle ter dökmemize gerek kalmaz. Sesimiz duyulur bağırmadan. Çünkü dinleyen olur. Dinlediğimiz gibi dinleyen…

BİR kalbi fethetmek, bir ülkeyi fethetmekten daha zor olabiliyor bazen. Özellikle de fatihi ve fethi arasında kuşak farkı varsa, işler daha da zorlaşıyor. Nereden mi biliyorum?

Bir süredir özel bir lisede öğretmenlik yapıyorum. Liseyi, liselileri hep kendime yakın hissetmiş, sevmiştim zaten. Allah da nasip etti, sevdiğim liselilerle öğretmen-öğrenci ilişkisi kurabildim. Onlara dersim özelinde bir şeyler öğretmişimdir belki ama bir o kadar da ben onlardan öğrendim.

Öğretmen ve öğrenci koltuğu sınıfta belli ancak hayatta belli değilmiş. Ne hayata tanıklığımız bitiyor, ne insanlara, ne de kendimize. İnsanın okulu, kendi hayatıyla sınırlı kalmıyor. Başkalarının hayatları da bizim okulumuza ve eğitimimize dâhilmiş meğer, liselilerden bunu öğrendim.

Sevmek ve sevilmek çok büyük şeylermiş; büyüdükçe küçülse de… Hayâl kurmak ve olacağına tüm varlığınla inanmak, kendini şarja takmak gibiymiş; sıradan pillerden bizi ayıran... Hayâl kırıklığı ile tanışıklığın başladığı ve bu kırgınlığın idrakiyle hayatı yorumlamaya başladığımız bu yaşlarda gönlünü fethettirmek, duvarları aşana kadar çok zor, sonrasında topsuz tüfeksiz bir işmiş meğer.

“Gençlerin kalbini fethedelim de nasıl edelim?” diye düşünürken, mesafeleri aşmanın o kadar da zor olmadığını, sadece bundan sonra gri rengi de sevmemiz gerektiğini öğrendim öğrencilerimden. Anladım ki, onlar kategorileri, başlıkları, sınırları, maddeleri sevmiyorlar. Hududu çizilen her şeye baştan muhalifler. Ne yapsak da bu sınırları görünmez kalemle çizsek? Plânsız yaklaşmak ve araya sıfatlar, yaşlar koymadan konuşmak ve hâlden anlamak lâzım galiba. Çünkü hiç genç olmamışız gibi konuşunca, onların gözünde birden uzaylı oluyoruz ve hissettiklerini anlatabilecekleri biri olmaktan çıkıyoruz. Çünkü “Öğretmen robottur ve duyguları yoktur” gibi bilinçaltımızda bir kaide var, itiraf edelim. Onların yaşlarındayken yaşadıklarımızı, yaptığımız hataları, şimdi saçma gelen ama o zaman dâvâ olarak benimsediğimiz düşünceleri hatırlamamız, bu seferimizde bizim fethimizin önünü açan bir unsurmuş. Ve bazen hiçbir yorum yapmadan dinlemek, bir kalbin anahtarı olabiliyormuş. Yargılamadan, kınamadan, kızmadan, kırmadan…

Bazen sadece dinlemek ve anladığını hissettirmek insanı kutlu bir fatih yapabiliyormuş. Diyorum ki, “Acaba bu yüzden mi biz bu ‘Z kuşağı’ ile kimsenin arasını yapamıyoruz?”. “Şikâyet ediyorlar, memnun olmuyorlar, uyum sağlamıyorlar” diyoruz ya, acaba bu yüzden mi? Çünkü bu zamana kadar gençlerin itaatine alışmıştık, şimdi çıkıp “Ben de varım ve benim başka bir fikrim var” demeleri tuhaf geliyor olabilir mi? Sınırları, siyah ve beyazları kabul etmemeleri bizim alışılmışımızın dışında kalıyor olabilir mi?

Hiç unutmam, lisede kötü bir iş yapıp bütün öğretmenlerinden azar yiyen bir arkadaşım, bir gün bir öğretmeninin kendisini yanına çağırdığını ve ondan da azar yemek üzere yanına doğru giderken öğretmeninin ona gülümsediğini, sonrasında kendisine herkesin bazen hatalar yapabileceğini, bunun için mahcubiyetinin gereği olarak hatasını tekrar etmemesini fakat kimseden kaçmasına da gerek olmadığını söyleyince ne kadar şaşırdığını anlatmıştı. Ve o günden sonra hatalarına karşı bakışının değiştiğini, insan olmanın bir gereği olarak kabullenmekte daha az zorlandığını söylemişti. Aslında tüm hocalarının arkadaşıma kızarkenki maksadı, saygısızlığının önüne geçmekti. Fakat o saygısızlığın ne olduğunu, saygılı bir hocasından öğrenmişti. Ve bundan sonraki hayatında hiç unutmadığı bir anı hâline gelmişti bu olay.

Allah Rasulünün (sav) hayatına bakıyorum da, öğretirken önce Kendisi uyguluyor. Temsil ediyor söylediği şeyi. Dolayısıyla O’nun getirdiği bu dine iman edenler, söyledikleri ile yaptıkları arasında uyumsuzluk bulamadıklarında muhalefet etmiyorlar. Hatta O’na benzemeye gayret ediyorlar. Öyleyse samimiyet, hoşgörü ve doğru temsil, bize kale kapılarını açan bir anahtar olabilir. Çünkü konumumuzun ve yaşımızın müsaade ettiği ilk fırsatta, artık onlardan değilmiş, hatta hiç onlardan olmamış, o yaşları yaşamamış gibi davranınca kapılar suratımıza kapanıyor.

Saygı ve mesafe kavramını birbirinin yerine kullanmayı abarttığımız zaman anlamsız bir uzaklık yaşanıyor aramızda. Mesafeyi yakın tutup saygılı olabiliriz oysa. O zaman uzak diyarlardan, zorlu yollardan topla tüfekle ter dökmemize gerek kalmaz. Sesimiz duyulur bağırmadan. Çünkü dinleyen olur. Dinlediğimiz gibi dinleyen…

Selâmetle…